Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Ocak '13

 
Kategori
İlişkiler
 

Üçlü aşk!

Üçlü aşk!
 

Biz bir aşktan bahsederken, hep iki kişiden bahsederiz. Bir kadın ve bir erkek. Buna ilişkin en meşhur betimlemelerden biri “ruh ikizi” kavramıdır. Ya da başka bir ünlü kavram, “bir elmanın iki yarısı olmak.”

Peki ama “Aşk nedir ki, bu illa iki kişi olmayı mı gerektiriyor?” diye sormak mümkündür.

Biz neden aşkı illa iki kişilik bir duygu durumu olarak kabul edelim, zorunda mıyız?

“Aşk nedir?” diye, sayısız kere sorulduğu ve sayısız cevap verildiğine göre, herhalde, aşkın kaynağını, neliğini pek o kadar da bilmiyorken, aşkın illa da iki kişilik bir duygu durumu olduğunu iddia etmek için o kadar da güçlü bir argüman sahibi olmamak gerekiyor.

Sahiden, siz eğer aşkın iki kişilik bir duygu durumu olduğunu düşünüyorsanız, buna, üç kişilik bir aşkın mümkün olmayacağını düşünüp de mi karar verdiniz? Ya da bunun dışında, bu kabulünüzün gerisinde yatan nedir? Sosyal normları, gelenekleri, alışkanlıkları cevap olarak kabul etmiyoruz.

Gerçekten aşkın neden illa iki kişilik bir duygu durumu olduğu konusunda bir argümanı duymayı çok isterdim.

Belki bunu sağlar diye,  ama daha çok, ikili aşk kabulünün bir tür norm olduğuna işaret etmek için bu soruyu soruyorum “Üçlü aşk neden mümkün olmasın?”

Hemen belirtelim, inceliklere sahip bir okurun, üçlü aşk lafıyla, birbirinden bağımsız üç kişinin ayrı ayrı iki kişilik aşklarından bahsetmediğimi anlamıştır.

Üçlü aşktan kasıt, cinsiyetlerine bakılmaksızın üç insandan her birinin diğer iki kişiye aşık olmasıdır.

Burada yaşanan aşk ya da ilişki üç kişiliktir.

Aşkın mutlak iki kişilik olduğu kanıtlanmadıkça, (ki hiçbir şey ve hiçbir insani olgu mutlak anlamda kanıtlanamaz) insanoğlu üç kişiyi içeren aşkı da yaşayabileceği savunulur durumdadır.

&

Aşkın ne olduğunu sorduğumuzda temelde iki ayrım yapılabilir. Birinci ayrım aşkın fiziksel doğasıdır. Yani, biz tek tek insanlar, daha doğduğumuz anda cinsel yetilerle doğarız. Bir kadın isek erkeğe mecbur doğarız. Bir erkek isek bir kadına mecbur doğarız. Bunu engelleme şansımız da olamaz. Cinselliğimizin doğuştan gelen ihtiyaçları tarafından yanarız. İkinci ayrım aşkın tinsel doğasıdır. Biz milyarlarca yıllık maddesel varoluşun kendi kendine kazandığı organik formlarından biri olarak, salt et parçası olarak hayata geliriz. Salt et parçası, bu milyarlarca yıllık evrim ile kazanmış olduğu niteliklerle bağdaşık olarak, yaşadığı hayatla ilişki içinde bir Ben geliştirmeye, bir tinsel varlık, bir kültürel varlık olmaya başlar.

İşte insan dediğimiz canlı, bu fiziksel ve tinsel varlık olarak bir bütünlük içerir. Aşk da, bu canlının bir kendini yeniden üretim aracıdır adeta.  Aşkın bin türlü hali var tabi, alışkanlıklarımıza, çıkarlarımıza, hırslarımıza, tutkularımıza vs. aşk diyebiliriz. Başkasına yönelik sahtekarlıklarımıza alet edebiliriz. Başkasının sahtekarlıklarına alet olabiliriz. Aşk kimi zaman bizden çıkar, kimi zaman ötekinden, aşk ile sevgiyi, diğer duygu durumlarını vs. ayırabiliriz. Bu sonsuz bir çabadır. İnsanoğlu sonsuz bir varlıktır. Varlığını sürdürdükçe, her şeye ilişkin sonsuzluk üretebilir. Bu aslında o şeylerin ne olduğunu bilmemekten çıkmaz. Çünkü hayatta durağan, mutlak, sabit, hep olduğu gibi kalan bir şey yoktur. Bu nedenle, aşk ve başka kavramlar için sonsuzca laf üretilebilir. Bizim belli şeyler hakkında sanki onlar mutlakmış gibi konuşmamız, o şeylerin niteliğine ilişkin değil, bizim onları algılayabilişimizle ilgilidir.

İnsanoğlunun algısının alt ve üst sınırları vardır, bu alana gireni görebilir ve duyabiliriz. Onu orada belirleriz, ta ki, o belirleme işe yaramayacak dönüşümlere uğrayana kadar, onu sabit ve mutlak kabul ederiz, ama yine bu bizim ona ilişkin algımızla, tutumuzla ilgilidir, o çünkü asla o olarak kalmaz. Ayrıca zaten, insan ve her varlık, varlık oluşuyla, başka bir varlığa yöneldiğinde, o varlık tarafından etkilenir ve o varlığı etkiler, bu nedenle insanın yöneldiği, duyduğu, gördüğü, anladığı, hissettiği  vs. hiçbir şey, aslında tam olarak kendisi değildir. Biz ona yöneldiğimiz için o değişmiştir. Ve bizi değiştirmiştir. Ortaya çıkan, bireşimdir, karşılıklı etkileşimdir, sentezdir. Dünyada saf hiçbir şey yoktur. Hiçbir şey tek başına bir şey değildir. Ancak başka bir şeyle bir şeydir.

Aşk üzerine sonsuzca konuşabilmek hayatın bir kaçınılmazıdır. Hayat her şeyi yeniden üretir çünkü.

Bütün bu yukarda bahsettiğim, ilişkiler, sentezler, karşılıklı etkileşimler, bir şeyi bir şey yapan başka şeylerin gerekliliği, kadın ve erkeğin, önüne gelen karşı cinsle, fiziksel doğasından gelen zaruriyetini giderme yolunu baskılar.

Biz fiziksel bir canlı olduğumuz kadar tinsel bir varlığız da. Bir erkek olarak kadına yazgılıyız. Ama her hangi bir kadına değil. Belli tarzda bir kadına ve kadınlara. Tersi de kadınlar için geçerli.

Burada konumuzla bağlantılı olarak soralım. Buraya kadar anlatılanlar, tutkulu bir ikili aşk ilişkisini anlatmak için uygun da, üç kişilik bir aşk ilişkisini anlatmak için uygun değil mi?

Bir erkek, aynı anda neden bir tinsel varlık olarak varolma tarzına yönelik başka bir kadına daha tutku duymasın, ya da aşık olmasın?

İkili aşka ilişkin bir basmakalıp vardır. Denir ki, bir kişi birine aşık olursa başka birine daha aşık olamaz.

Evet. Peki biz “Neden ama?” diye soramaz mıyız? Neden böyle olmak zorunda olsun? Güçlü bir cevap duymaktan, norm, gelenek, alışkanlık  içermeyenler dışında, çok büyük mutluluk duyardım.

Yine başka basmakalıplardan biri, ‘biz hayatta ancak bir iki kişiye aşık olabiliriz.’

Belki ama aşk, eğer fiziksel bir doğa ve tinsel bir yapıya sahip olmaktan ortaya çıkıyorsa,, neden bütün hayat boyunca sadece bir iki kişiyle sınırlı kalması bir zorunluluk olsun ki?

Bir insan hayatı boyunca, ki çok uzun bir zaman da sayılmaz, birden fazla kere aşık oluyor ve daha çok olabilir, ve olabiliyorsa, bu, aynı anda, iki kişiye de aşık olacağını bir imkan olarak gösterir.

Her şeyin karşılıklı etkileşim içinde olduğunu, etkilediğini ve etkilendiğini söylemiştim. Her şey, ayrı bir biricikliğe sahip olduğu için, çünkü hem fiziksel doğasından hem de özellikle tinsel doğasının tarihselliğinden kaynaklanır bu,  her bir kişi, başka her bir kişi ile ayrı şekilde senteze girer.

Bunu renkten örnek verirsek, sarı renk, kırmızıyla birleştiğinde turuncu olur, ama aynı sarı renk, maviyle birleştiğinde yeşil olur. Sarı kendisini sarı bilirken, karşılıklı etkileşim yoluyla, hem turunculaşmıştır, hem de yeşilleşmiştir. Bu diğer kişi ile kendi niteliği arasındaki karşılaşmadır. Biz her bir insanla başka bir yönümüzü yaşarız, başka bir yönümüzü geliştiririz, başka bir yönümüzü geride bırakırız. Aynı etkiyi, karşımızdaki için yaratırız. İnsan ve hiçbir şey mutlak değildir. Her şey oluştur, karşılaşmadır, karşılıklı etki ve ortaya çıkan sonuç olarak biriciktir.

Ben şahsen, üçlü aşkın olanağını görüyorum. Biz, çoğunlukla bize öğretildiği gibi yaşıyoruz. Kavramları, kurumları, gelenek görenekleri sorgulamıyoruz. Onlara itaat ediyor ve uyguluyoruz. Zamanı geldiğinde savunucuları oluyoruz, oysa aslında haklarında hiç, neden, niçin, nasıl, ne zaman vs. gibi sorular sormadığımız halde.

Ama bir yandan da, öğretildiği gibi yaşamak aynı zamanda, hazır yol yordam, kolaylık, konfor, emniyet sağlıyor. Herkes her şeyi sorgulasaydı kaos olurdu. Hayattaki hiçbir duruşun diğerinden mutlak öndeliği, gerindeliği vs. yoktur. Biz bu nitelemeleri kendi bireysel, toplumsal, tarihsel, çağsal çıkarlarımıza göre belirleriz. Ama sadece bunlara göre onlar odur. Onun  dışında her şey bir oluş, akış, karşılaşma, etkileşme, olma ve oldurma sürecidir. Bunun herhangi bir yerinde durmak sizin özgür tercihiniz de olabilir, özgür tercihiniz değilse de bu kötü değildir, çünkü kötü de perspektifsel bir kavramdır. Nerde, nasıl, kiminle, ne için duruyorsanız  durun, o iyidir, güzeldir, yerindedir. Hiçbir şey başka bir şeyden daha üstün değil, daha aşağı değildir. Biriciktir, farklıdır, diğeriyle farklılaşmış ve diğerini farklılaştırmıştır.

Kavramlarınızdan kurtulmadan özgürleşemezsiniz, ama kavramsız da hiçbir şey olamazsınız.

 
Toplam blog
: 467
: 1012
Kayıt tarihi
: 21.10.07
 
 

Ankara'da yaşıyorum. Çeşitli güncel konularda, zaman zaman "Neden olaya böyle bakılmıyor?" diye düş..