Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

27 Temmuz '10

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Uçuç Böceği

Kendimi çaya batırılıp yumuşamış, fincandan ağıza götürülürken “şılap” diye kucağa düşecek bir pötibör bisküvi gibi hissediyorum. Çok yorgunum. Gitmekten, gelmekten, uçmaktan, konmaktan, havaalanlarından, uçaklardan, güvenlik ve pasaport kontrollerinden, havayolu bankolarından, bavullardan, el çantalarından, biletlerden, kredi, mil ve biniş kartlarından, nüfus cüzdanlarından, pasaportlardan, bu sonuncuları her isteyene göstermek üzere bir jonglör gibi elimde çevirip durmaktan yoruldum.

Wright Kardeşler, bir gün uçmanın bu kadar yaygınlaşacağını ve böylesine bir ömür törpüsüne dönüşeceğini bilseler, o ilk uçağı orta yerinden kırıp, eve trenle dönerlerdi.

Tamam, nankörlük de etmemek gerek. Uçmak güzel, uçaklar yahşi, at sırtında 6 ayda gideceğimiz yere birkaç saatte varıp, ana-baba, bacı-kardaş, can-canan kavuşuyor, işçi-işveren kaynaşıyoruz. Daha ne olsun?

Kanadına kurban olduğumun, cam kenarı koltuklarını sevdiğimin teknolojisi...

Verdiğin parayı saymazsan herşey bedava. O koltuğa ulaşana kadar geçen zamanı saymazsan, uçmak en hızlı ulaşım yolu.

“İç hatlar için bir, dış hatlar için iki saat öncesinden havaalanında olunuz.”

Dile kolay. Havaalanına ışınlanacağız sanki.

İstanbul’da “mesai trafiği” kavramı ortadan kalkalı yıllar oluyor. Bana “Cehennemi nasıl hayal ediyorsunuz?” diye sorsalar, gözümü kırpmadan “İstanbul trafiği” derim. Hele havaalanı yolu gözümde öylesine büyüyor, sinirlerim öylesine geriliyor ki uçuştan bir gün önce mutlaka ishal oluyorum. Kâbus gibi. “Ya trafik sıkışırsa, ya bir kaza olursa, ya otobanı sel basarsa, ya uzaylılar saldırırsa, ya o arada karnım ağrırsa?” diye düşündükçe tuvalete koşuyorum. Düşünsenize, ya taksinin içine edeceğim, ya da otobanın kenarına koşacağım. Ya -ayıptır söylemesi- donuma dolduracağım, ya da herkes popomu görecek. Bütün galaksi bana rezil olacak.

Amanın, düşünürken bile karnım buruluyor. Yok mu havaalanı ulaşımında otobana alternatif?

Önce bir şekilde Taksim’e ulaşmak gerek. Sonra ver elini Havaş. Peki, sahil yolu “tıkanmam” diye kontrat mı yaptı? Hay bin kunduz! En iyisi havaalanı metrosu. O da Taksim’e bağlanamadı gitti. Aksaray’a gitmek için tırtır bavullarla, kurşun gibi ağır sırt çantalarıyla indi-bindi. Ondan sonra dünyanın en yavaş treniyle tıngır mıngır havaalanına gidiş. Alternatife kitakse.

Ay, bir gün önceden gidip, orada mı yatsam?

Efendim? Çok mu abartıyorum? Belki. Yine de paranoyak olmam, takip edilmediğim anlamına gelmez. İşte bu yüzden evden hep erken çıkıp, vaktinden çok önce havaalanına ulaşır, henüz açılmamış havayolu bankosunun önünde salak gibi beklerken, “Geç gelmekten iyidir” diye kendimi kandırırım.

Diyeceğim o ki, bugüne kadar havaalanına gidiş/şehre dönüş için harcadığım zamanı, havaalanlarında hunharca öldürdüğüm zamana eklesem, İstanbul’dan Ulan Bator’a yürürdüm ben.

Ayrıca beterin beteri var, onu sona sakladım.

Tel Aviv’de yaşamaya başladığımızdan beri hepten sefilleri oynuyoruz. Güvenlik kontrolleri yüzünden uçuştan tam 3 saat (yazıyla üç saat, İngilizce three hours, Almanca drei Stunden) önce havaalanında olmak gerekiyor. Allah’tan havaalanı şehirden çok uzak değil, dolayısıyla yarım saat, bilemediniz 45 dakikada ulaşıyorsunuz. Etti mi size 3 saat 45 dakika? Karşılaştırma yapabilmeniz için, istatistiki bir bilgi vereyim; Tel Aviv-İstanbul arasında uçuş süresi yalnızca 1 saat 45 dakika.

“Neymiş bu 3 saatlik güvenlik kontrolü?” derseniz, ki diyebilirsiniz, efendim daha havaalanına ilk girişte, uçuşlara göre ayrı ayrı sıralara yönlendiriliyorsunuz. Görevliler, bilet ve pasaport kontrolünün ardından, sizinle kısa ama etkili bir mülâkat yapıyorlar. Daha sonra bavullar bugüne kadar gördüğüm en uçuk-kaçık röntgen makinesinde iyice bir silkeleniyor. Öyle böyle değil, makineye düz giren bavul, öbür uçtan takla atarak çıkıyor. Bazen o da yetmiyor ve “Açın bavulunuzu” diyorlar. Dikkatinizi çekerim, daha bunun biniş kartı, ikinci güvenlik kontrolü ve pasaport kuyruğu aşamaları var. Görevliler çok profesyonelce ve inanılmaz süratli çalışıyor olsalar da, bütün bu işlemler aynı anda binlerce yolcu için yapıldığından haliyle uzayabiliyor, dolayısıyla 3 saat meselesini ciddiye almak lazım. Herşeyi atlatıp, uçağa bineceğiniz kapıya ulaştığınızda kendinizi yorgun ama mutlu hissediyorsunuz.

İstanbul’da da hem girişte, hem de uçağa bineceğiniz kapılara gidişte, iki ayrı güvenlik kontrolünden geçiyorsunuz, ama burada “yolcu” ve “uğurlayan” ayırımı yapılmadığı için, girişte her daim bir yığılma oluyor. Yolcular, bavullar, denkler, kabanlar, ceketler, cep telefonları, kemerler, bütün bunlar -nedense- söylenmeden çıkarılmadığından, posta posta soyunup dedektörden tekrar tekrar geçenler, sigara içmeye çıkıp dönenler, eşiktekiler, beşiktekiler, turistlere bütün nezaketleriyle “Kemerini çıkar!”, “Ayakkabılarını şu kutuya koy!” diye höyküren, lügatlarında “Lütfen” bulunmayan özel güvenlikçi arkadaşlar, el birliğiyle sizi yaşamdan soğutabiliyorlar.

Neyse, havaalanına ulaştık, hatta içeri bile girdik fark ettiyseniz. İstikamet: Havayolunun bankosu. İleri!

Hep erken geldiğimi söylemiştim değil mi? Bir zamanlar erken gelmek, cam kenarında yerimin garanti olması anlamına gelirdi. Artık biniş işlemleri internetten de yapılabiliyor, dolayısıyla sıranın en başında bile olsam, havamı alabilirim. Bazen de cam kenarı diye kanat üstü veriyorlar insana. “Evet, özellikle cam kenarı istiyorum, flaplar düzgün çalışıyor mu, ona bakacağım...” Hey Allah’ım, sen sabır ver.

“Merhaba. Bilet, kredi kartı, pasaport, bir bavul, bir küçük sırt çantası. Evet. O kart miller için. Cam kenarı varsa sevinirim. Oooo, harika. Çok teşekkür ederim. İyi günler.”

İşte bu kadar. Nasıl mı? Sınır 20 kiloysa 20, 30 kiloysa 30 kiloluk bir bavul. Bir adet içinde kesici-delici alet bulunmayan el bagajı. Hepsi bu. Son dakikada bavul açıp, bütün eşyaları yere döküp, ortalığı çıfıt çarşısına çevirmek, oradan oraya birşeyler aktarmak yok. Fazla bagajını sağa sola kakalamaya çalışmak, ceza ödememek için bankonun arkasındaki görevliye ağlamak yok.

Ve fakat havaalanlarında bunları yapan insan çok.

Bu kurnaz amcalar ve teyzeler, genellikle Almanya uçuşlarında çıkarlar karşıma. Bir süre çaktırmadan etrafı gözetler, bir şekilde beni gözlerine kestirirlerse, “Yavrum senin bavulun az, benim şu bavulu da sana yazdırsak, hı?” diyerek olta atarlar. Alnımda “Çemkirmez, korkmayın” yazıyor olsa gerek. “Kusura bakmayın ama sizi tanımıyorum” cevabını alınca da, sanki olacak işmiş de siz taş koymuşsunuz gibi bozulurlar. Sıra onlara gelip, bagaj sınırlarını aştıkları ortaya çıkınca da, bavulun içinden birşeyleri çıkartıp, elde taşımaya heveslenir ve böylelikle sıradakilerin ömürlerinden çalarlar.

Biniş kartımı aldıktan sonra, yanımda beni uğurlayan da yoksa, oyalanmadan pasaport kontrolünden geçerim. Gümrüksüz alışveriş mağazalarının bol renkli, bol ışıklı, binlerce astım gücünde parfüm kokan dünyası beni pek çekmez. Bu mağazalardan alışverişim sınırlıdır. Özellikle sipariş edilen birşey yoksa, doğrudan kapıya giderim. Onun haricinde Türkiye’ye girişlerde hep rakı alırım. Eskiden aldığıma değiyordu gerçi, şimdi Almanya’daki gibi kişi başı bir şişeyle sınırladılar. Litrelik veya 70’lik fark etmiyor. Bir şişe. Öte yandan 5 şişe parfüm alabiliyorsunuz. Millet artık balığı parfümle yiyor herhalde.

Uçağa bineceğim kapıya geldiğimde, ya gazete-dergi okurum, ya da müzik dinlerim. Zira havaalanlarının bitmez tükenmez anonsları arasında kitap okumak mümkün değildir. “Bilmem nere uçuşu yolcularından Sayın Çemişgezek, lütfen acilen şu şu numaralı kapıya gidiniz. Bu sizin için yapılan son çağrıdır.” İki dakika sonra; “...Sayın Çemişgezek, kapıya gidiniz...” Hani son çağrıydı Pinokyo? Bir dakika sonra telaşlı bir erkek sesi; “Sayın Çemişgezek...” Adam akıllı, biliyor son çağrı falan olmadığını, ya kafede oturuyor, ya da tuvalette. Biz kafalarımızın ütülendiğiyle kalıyoruz yalnızca.

Bazen de önünde uzun süre oturup beklediğiniz kapının, artık sizin uçağınızın kapısı olmadığını öğrenirsiniz bu anonslardan. “Şu şu sefer sayılı uçağın kapı numarası değişmiştir...” Haydaa, bir telâş kalkar, yeni kapıya doğru koşmaya başlar, bir yandan da bildiğiniz bütün küfürleri ard arda sıralarsınız.

Eğer rötar yoksa, planlanan uçuş saatine doğru, o zamana kadar sakin sakin oturan yolcular şöyle bir dalgalanır. Hele bir de diplomatik torbaların ve tekerlekli iskemleyle getirilen hastaların uçağa alındığı görülmüşse, dalgalanma yoğunlaşarak kaynaşmaya dönüşür. Kapıdaki görevlilere “Haydi artık” baskısıdır bu. Yolcular, korku filmlerinde kurbanlarının üzerine yürüyen zombiler gibi, görevlilerin etrafında oluşturdukları çemberi yavaş yavaş daraltırlar. Zavallı görevlilerin, korku içinde beklenen anonsu yapmaktan başka çareleri kalmamıştır; “Sa... sayın yolcularımız... uç...ağa teşrifiniz rica olun...” İlk 10-15 yolcu, anonsun sonunu bile duymazlar. Onlar çoktan uçağa geçmişlerdir. Herkesin yerinin belli olması ve ayakta yolcu taşımanın günümüz havacılık kurallarına göre mümkün olmaması onları ilgilendirmez. Onlar uçağa ilk binen olmanın hazzıyla tir tir titremektedirler. Belki de bu yüzden, ellerindeki biniş kartlarında yazılı olan koltuk numaralarını doğru göremeyip, başkalarının yerine oturanlar ve birkaç dakika sonra bir uçak dolusu insana “sandalye kapmaca” oynatacak olanlar da bu muzaffer yolculardır.

Kavgacı bir insan değilimdir ama yerime oturanın gözünün yaşına bakmam, kaldırana kadar da başından ayrılmam. Ha, bir karışıklık olmuş ve bana insan gibi yerimi değiştirip değiştirmeyeceğim sorulmuşsa, o zaman durum değişir. Ne demişler; tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır.

Hayatımın hiçbir döneminde uçakla yolculuğu öyle süper, düper, harikaötesi bir olay olarak görmedim. Ve fakat son zamanlarda uçaklarda yaşadığım dangalaklıklar yüzünden, iyice sıtkım sıyrıldı. Yer kapmaca ve ortalık karıştırmaca buzdağının görünen kısmı çünkü. Asıl mesele herkese bir parça olduğu söylenen el bagajları ile ilgili herhangi bir standardın olmaması. Millet bildiğimiz bavul büyüklüğünde el bagajları, gümrüksüz alışveriş torbaları, içine rahatlıkla çocuk sığacak büyüklükte kadın çantaları, dizüstü bilgisayarlarla uçağa binip, yukarıdaki dolaplarda yer kalmayınca da hosteslere çemkiriyor. Birader, bire kadar da mı sayamıyorsun? Yuh!

Ekonomi sınıfında koltuk aralıkları zaten daraldıkça daralmışken, bazıları da yerine oturur oturmaz koltuğunu “garç” diye arkaya yatırır. Hemşehrim, daha kalkmadık bile, bak tependeki ekranda güvenlik videosunu gösteriyorlar. Neymiş, kemerler bağlı, koltuklar dik, tepsiler kapalı. Sen bütün uçak kazalarının 10 bin metreden yere çakılma şeklinde gerçekleştiğini sanabilirsin, ama kalkışta bir sorun olsa, o kucağıma yatırdığın koltukla beraber yutarım seni. Neyse hostes geldi. İllâ herkese tek tek söyleyecekler. “Bölük dur, Kandıralı sen de dur.”

Uçaklarda cep telefonlarının kullanımı ile ilgili olarak sanırım herkesin anlatacak en az bir hikâyesi vardır. Ben hikâyelerimi yanyana dizsem boynuma gerdanlık olurlar artık. Bunların büyük kısmını Tel Aviv’e taşındıktan sonra yaşadığımı belirtmek istiyorum. Telefonlarına bu kadar “ölümüne” bağlı bir biz Türkler varız zannediyordum, yanılmışım. Uçak körükten ayrılıp, kalkış için piste doğru ilerlerken telefonla konuşan insanlar gördüm ben. Hostesler atlayıp, kapattırmasa umurunda bile değildi adamın. İnişte, tekerlekler yere değer değmez, dingdongdong bütün telefonlar açılıyor ve haliyle ilk mesajlar düşmeye başlıyor. Geçenlerde yine Tel Aviv uçağında daha da beter birşey yaşadım. Tam iniş için alçalmaya başlamışız, uçak piste indi inecek, arkamdaki sıradan bir telefona mesaj geldiğini duydum. O telefon bütün uçuş süresince açık mıydı, yoksa bu dangalak insan “Geldik” diye düşünüp o arada mı açtı bilmiyorum. Bazen hislerimi anlatmak için kelimeler hakikaten kifayetsiz kalıyor.

Sorun, cep telefonlarının gerçekten uçuş aletlerini etkileyip etkilememesi değil. Sorun uçak içinde cep telefonu kullanmanın “YASAK” olması.

Son zamanlarda bindiğim bütün uçaklarda buna benzer bir yığın başıbozukluk yaşanıyor. İnişten sonra, pistten park yerine kadar gidilen yol üzerinde, kemerleri çözmeyi falan bırakın, millet çoktan ayaklanmış oluyor. Hatta bir seferinde bir noktada durduk, herkes yukarıdaki dolaplara saldırdı, halbuki daha park yerine ulaşmamıştık. Uçak tekrar hareket edince insanlar oraya buraya savruldu. O çantalardan birinin oturanlardan birinin kafasına düşmesini ve kavga çıkmasını çok isterdim, olmadı. İşin kötü tarafı, “bir tehlike anında canımızı kurtaracak olan” hostesler de işi boşlamış gibi görünüyorlar. Bir-iki kez hariç, bütün bu olan bitene herhangi bir müdahalede bulunduklarını görmedim. İniş sırasında bir kadın yolcunun hâlâ tuvalette oturduğunu farkeden iki hostes, önce tuvaletin kapısını vurup, içeriye seslendiler. Kadın içeriden ses verdi, ne dediğini duyamadım ama hasta falan değildi sanırım. Kısa bir süre sonra hosteslerden biri kapıyı yumruklayıp, tekrar seslendi. Kapı yine açılmadı. Çaresiz, iniş için yerlerine oturup kemerlerini bağlarlarken, birinin diğerine “Açayım mı kapıyı?” diye sormasını ve yüzündeki o şaşkın ifadeyi hiç unutmayacağım. Açmadılar o kapıyı. Kadın tuvalette indi.

Sadede gelirsek;

Sevmiyorum artık uçmayı,
Daracık bir mekânda
Seçmediğim insanlarla dirsek dirseğe oturmayı,
Tatsız, tuzsuz yemeklerden kopardığım lokmaları
Şişmiş dilimle mideme yuvarlamayı,
Hedefe ulaşamadan
İçimden yükselen
Bağırsak gazlarımla karşılaşacaklarını bilerek.

On bin metre yükseklikte,
Ne dediklerini anlamadan,
Pilotlarla hosteslerin ses tonlarından,
Sadece iyiliğimi istediklerini düşünmeyi,
Sevmiyorum.

Ey yolcu,
Hiç düşündün mü?
Neden uçakta servis arabasındaki şişelerin şıngırtısını duyduğun an,
Önündeki yolcunun koltuğu kucağına yatırdığı andır?
İşte bu yüzden otomobil, gemi, tren, kraldır.

 
Toplam blog
: 81
: 1521
Kayıt tarihi
: 04.07.06
 
 

Kişinin kendini anlatması zor. Her şeyden birazım, her şeyim yarım.   ..