Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

21 Ağustos '13

 
Kategori
Kitap
 

Uçurtma Avcısı romanı ve popülerizm

Uçurtma Avcısı romanı ve popülerizm
 

Popülerizm insanın gözünü boyayan ve zihnini uyuşturan bir şey. Popüler olana karşı eleştirel bir bakışla bakmak adeta ayıp... Popüler olanın çok iyi ve kaliteli olduğuna inançlar kesin… Adeta popüler olmak o alanda zirveye oturmak ve bir şeyleri aşmak olarak görülüyor. Bu sebeple popüler olana veya popüler yapılana neredeyse bir kutsiyet yükleniyor.

Peki, gerçekten böyle mi olmalı? Gerçekten popüler olan, o alandaki zirve midir? Ya da gerçekten popüler olan, iyi bir sanat eseri mi koymuştur ortaya? Gözlemlerim ve incelemelerim sonucunda bu sorulara olumlu cevap veremiyorum. Popüler olanların geçici olduğunu, popüler olunmadığını aksine popüler oldurulduğunu, popülerliğin altında hep siyasi ve ideolojik fikirlerin yattığını, popüler olan eserlerin zamanın yıpratıcı rüzgârlarında aşındığını gördüm. Tabi ki istisnalar var ama büyük çoğunluğu böyle. Ki zamanında popüler olanların kalıcılığına da yine zaman karar verir, onu popüler yapan kitleler değil.

Popülerizm miti kriterleri itibariyle, gerçek eserlerinden farklıdır. Çünkü popülerizmin içinde para mefhumu barınır. Asıl gizli gaye budur. Bu sebeple popüler olmak adına bir tüccar zihniyetiyle eserlerin bir bir ortaya döküldüğünü görürüz. Reklam ilizyonu ve propaganda davuluyla belirli çevrelerce, belirli amaçlara hizmet edeceğine inandıkları eserler, popüler kıyafetiyle meydanlarda gezdirilir. Popüler olana meyletme kıvamına getirilmiş kitleler ise, sorgulamadan, popüler olmasını yeterli görerek, aslında henüz popüler olmamış o eseri popüler hale getirirler.

Şöyle bir bakın, özellikle günümüz edebiyat dünyasına. Nerede birilerinin propaganda malzemesi olacak konuları ve söylemleri barındıran eserler varsa ödüllendirilmiş, popüler hale getirilmiştir. Yazarları övgülere boğulmuş, cepleri parayla doldurulmuştur. Böylece başka yazarlar da popüler olmaya teşvik edilmiştir. Kendi topraklarıyla çelişen, kendi hükümetlerine baş kaldıran, kendi tarihinin karanlık yönlerini teşhir eden yazarlar, özellikle kendi ülkesine muhalif olan gruplar veya ülkeler tarafından büyük yazar olarak adlandırılmıştır hep.

Düne kadar adını doğru düzgün duymadığınız bu insanlar bir anda dünyanın “en seçkin” dergilerinde röportaj verirler. Genellikle hep belirli bir zümrenin veya zihniyetin mensubu olan bu yazarlar, bu değirmene su taşımaktan memnun, popülerizmin getirdiği nimetleri sonun kadar kullanırlar.

İtirazları duyar gibiyim: Bir yazar kendi ülkesindeki, kendi hükümetindeki, kendi kültüründeki veya inanç sistemindeki, aksaklıkları, yanlışlıkları dile getirmemeli mi? Tabi ki getirmeli. Bu her aydının kişinin vazifesi ama bunu kendi inancına, kendi kültürüne, kendi hükümetine muhalif veya düşman zümrelere yaranır gibi yapmamalı. Kol kırılır yen içinde kalır misali, kendisi kusurları başkalarına teşhir ederek, kendisine bundan menfaat devşirmemeli. Eğer dert yanacaksa bile, bunu dert yandığı şeyleri yapmayan, dürüst ve samimi insanlara yapmalı.

Bu hastalık genellikle İslam coğrafyalarında yetişen yazarlarda görülüyor. Aslında genel olarak ezilen toplumlarda olan bir durum… Ama ben İslam coğrafyalarındaki aydınları ele alacağım. Uzun bir süredir, yani Batı toplumu zenginleşip, teknikleştiği için Doğu toplumlarına “üstün” olmaya başladığı dönemlerden bu yana, doğulu yazarların bir kısmı Batı karşısında bir eziklik duyar. Kendisini aşağı görür ve Batı’ya yaranmak gibi bir misyon edinir. Bunun içinde Batı’nın huyuna ve hoşuna gidecek eylemlerde bulunmaya adar kendini. Böylece Batı tarafından kabul göreceğini umar. Batılı bir aydın gibi görünmeye ve düşünmeye gayret eder. Bu durum ise kendi toplumuyla çelişkiler doğurur. Bu sebeple halkından uzaklaşır ve yalnızlaşır. Bu dışlanmışlık ve yalnızlık onu Batı’nın kucağına daha da iter. Buna rağmen, yani bir batılı gibi yaşaması ve düşünmesine rağmen Batı’ya da bir türlü kendini tam olarak kabul ettiremez. Batı nazlı bir âşık gibi ha bire onu iter ve yanına sokulmasına izin vermez. Çünkü taklit bir batılı hiçbir zaman gerçek bir batılı değildir. O halde doğulu aydın ona bilmediğini, onun istediği bir biçimde vererek onun daha çok ilgisini çekmeye çalışır.

Batılı İslam’a karşıysa, o kat be kat karşı olur. Batı’ya kendi ülkesinin en mahremlerini teşhir ederek, onun nefretine gerekçeler bulmaya çalışır. Batı, Doğu kültürüne karşıysa, o bu karşıtlığı körükleyecek olayları ve hikâyeleri sunar. Batı siyasi gerekçelerle Doğu’daki hükümetlere karşıysa, o hükümetleri şeytanlaştırmak için didinir durur. Fakat bilmez ki, dinine söven Müslüman bile değildir. Yani şeytanlaştırdığı kendisi, karşısındaki ise şeytandır.

Bu söylediklerim kiminize abartı gelebilir. Fakat gerçeği her zaman bir balyoz gibi görmüşümdür. En şiddetli haliyle, bir anda indirildiğinde insanın başına, ancak o zaman onu fark edebilir. Çünkü insan derisi gerçeğe karşı oldukça kalın ve serttir.

Beni bunlara düşünmeye iten, şu son yıllarda epey popüler olmuş “Uçurtma Avcısı” romanı… Geçenlerde “birilerinin tavsiyesi” ile elime geçti. Fakat kitabı bitiremeden bir kenara attım. Tamamen yaşanmış bir öyküyse, her gerçekten roman olmaz. Yok, bir kısmı kurguysa, bu daha da vahim... Romanın yazarı Afganistanlı bir ABD göçmeni, roman Afganistan’daki iki küçük çocuğun dostluğunu anlatıyor. Fakat Afganistan toplumunu sözde yüceltirken, aşağılayarak… Bu toplumu, bağnaz bir kültürü olan, ırkçı bir yapıya sahip, çocuk yaşta bile tecavüzcü, sapık ve eşcinsel ilişkiye meyilli, içten içe inançsız, İslam’ın bağdaşlaştırdığı bir toplum olarak ele alıyor. Sonrasında Rusya’nın Afganistan’ı işgaliyle çocuklardan biri Afganistan’da kalıyor, diğeri ise ABD’ye gidiyor. Tabi bu arada neredeyse yazar için karşı konulmaz bir ABD övgüsü başlıyor. ABD’yi özgürlükler ülkesi, demokrasiler ülkesi, bürokrasiler ülkesi, cömertlikler ülkesi (çünkü ABD’ye giden gencin ağzından konuşan yazar, burada kendisine bir eş, bir iş, bir ev, bir de araba ediniyor) olarak tanımlıyor. Şaşırmayın, aynı ABD’yi… Evet, şu bizim hiç öyle tanımadığımız ABD… Bir süre sonra Afganistan’daki Rus güçleri Taliban tarafından ülke topraklarından kovuluyor. Halk bu kurtuluşa doğru düzgün sevinemeden, Taliban’ın diktatörlüğü ve zorbalığı başlıyor. Fakat işin ilginç yanı, yazar Taliban’ı kötülediği kadar Rusya’yı kötülemiyor, hakaret etmiyor. Adeta sanki Rusya yapması gerekeni yapmış, devlet olarak işgal hakkını kullanmış gibi... Hatta sarhoş bir Rus’un tecavüz girişimini bile erdemli bir Rus subay engelliyor. Yani artı eksiyi götürüyor.

İş Taliban’a gelinde yazar coşuyor. İslam’ı Taliban’ın silahı gibi göstererek, adeta Taliban’a bunu yaptıranın İslam olduğunu ima ediyor. Özellikle stadyumdaki “recm” olayı tam batılılara göre… İşte barbar Doğu… Ayrıca neredeyse eşcinsel olmayan bir din görevlisinin bile kalmadığı Vatikan’a bile dil uzatmayan batılılara, Taliban’ı sübyancı ve çocuk tecavüzcüsü olarak göstererek Batı’ya yaranmaya çalışıyor. Adeta kendince diyor ki, “ABD’den Allah razı olsun, iyi ki Afganistan’a çıkarma yapmış. Yoksa ortalık sapıklarla dolacaktı.” Böylece ABD halkının, hükümetlerinin neden Afganistan’a saldırdığı konusundaki şüphelerini de bir nebze gidererek, ABD hükümetine selam çakıyor. İşte bu noktadan sonra film koptu ben de, bu propaganda kitabına daha fazla dayanamayıp öfkeyle kapattım.

Ben de biliyorum, Taliban’ın dini kullanıp bundan çıkar devşirerek, insanlara zulmettiğini… Her zalim diktatör veya hükümet gibi bir dayanak noktasıyla insanları katlettiğini… Fakat bunu bir Batı propagandasının malzemesi olarak insanlara teşhir etmek, hem de senin ülken o hale gelsin diye çırpınan ve düşman olan bir ülkeye karşı bunu yapmak kalleşliktir, hainliktir. Kendi ülken için canını ver ama bunu edebinle yap. Yani sabrederek, teşhir etmeyerek, yaranmaya çalışmayarak. Anlatacaksan, kendi ülkende bunu kendi insanlarına anlat. ABD’nin duymak istediklerini söyleyip, ona propagandalarında malzeme sunmak… Bu mu yazarlık, bu sanat eseri ortaya koymak…

İnsan evinde ne yaşarsa yaşasın bunu evinin içinde halleder, dışarıya duyurmamaya çalışır. Bizim kültürümüz böyle söyler, inancımızda. Yıllarca Batı ve ABD propagandalarıyla büyüdük. Filmleriyle, ürünleriyle, eserleriyle, teknolojileriyle kısaca her şeyleriyle kendi eksikliklerini, yanlışlıklarını gidermeye adadılar kendilerini ve kollarına yen yaptılar bunları. Bizim içimizde çıkan mutantlar da en küçük eksikliği veya kusuru bile dosta düşmana duyurarak, bundan nam ve ün elde etmeye çalıştılar. Şükür ki tarih bir elek gibi altınları yüzeyde bırakacak şekilde bu menfaat düşkünlerini eleyip yok ediyor. Vesselam…

 
Toplam blog
: 50
: 445
Kayıt tarihi
: 19.05.12
 
 

1983 yılında doğdum. Hayatın yoğunluğundan fırsat buldukça yazarak rahatlamaya çalışıyorum. Yazma..