Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

06 Kasım '11

 
Kategori
Siyaset
 

Uğur Dündar'ın Sözcü gazetesine verdiği röportajı nasıl okumalıyız?

Uğur Dündar'ın Sözcü gazetesine verdiği röportajı nasıl okumalıyız?
 

Resim Vatan gazetesinden alınmıştır


Davaların uzaması, uzun tutukluluk süreleriyle tutukluluğun cezaya dönüşmesi, seçilmiş milletvekillerinin tahliye edilmemeleri gibi nedenlerle Ergenekon davalarını Ceza Usulü yönünden eleştirebiliriz.

Faili meçhul cinayetlerin devlet eliyle yapıldığı, müdahalelerle hükümetlerin belirlendiği, askerlerin sivil siyasetin başında Demokles'in Kılıcı gibi sallandığı 1990'lı yıllarda sanki Türkiye'de ileri demokrasi varmış gibi, birileri Ergenekon süreciyle Türkiye'nin "Sivil Dikta"ya ya da "Otoriter Demokrasi"ye doğru gittiğini iddia etseler de ve bu konuda yaygara koparsalar da, Ergenekon davalarının esas olarak Türkiye'de bir milat, bir kırılma noktası olduğu yadsınamaz bir gerçektir.

Ergenekon davaları sadece demokrasinin önünü açmakla kalmayıp, geçmiş dönemdeki maskeleri de bir bir düşürmektedir.  Meğer Türkiye'de ne kadar da çok "maske" kullanılmış. En çok da "demokrasi", "özgürlük", "tarafsızlık" maskeleri tüketilmiş. Türk siyasetinde ve Türk medyasında aslında bir "maskeli balo" sergileniyormuş da bizlerin haberi bile olmuyormuş!

Bütün siyaset hayatını "demokrasi mücadelesi" olarak takdim eden, "Konuşan Türkiye"yi savunan Demirel'in cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturmasıyla bir anda değişmesine ve artık "Susan Türkiye"yi savunmasına bir anlam verememiştik. Ergenekon sürecinde Ak Parti'ye açılmış olan kapatma davasının karar arifesinde yapmış olduğu bir açıklamayla gerçek yüzünü gördük.  "Menderes" mağduriyeti edebiyatıyla ve onun "mirasçılığıyla" kolayca ve yıllarca başbakanlık koltuğuna oturmuş olan Demirel bakın şimdi ne diyordu: "1960'da Anayasa Mahkemesi olsaydı darbe olmazdı!"

Yani darbe haklıydı!.. Yani Menderes asılmayı hak etmişti!.. Yani Anayasa Mahkemesi Ak Parti'yi kapatmalıdır!..

CHP, Ecevit'in 5. ölüm yıl dönümü törenine Ecevit'i anlatmak üzere Demirel'i davet etti. 1970'li yıllarda Ecevit'le Demirel arasında yaşanan kişisel koltuk savaşları yüzünden Türkiye'nin uçuruma yuvarlanmış olduğunu hatırlayacak olursak, bu davet ve davete icabet hem CHP  hem de Demirel için "samimiyetsizliğin" tesçilidir.

Türk medyasında da durum pek farklı değildi. Demokrasi ve özgürlük savaşçısı gibi kendilerini gösterip, sağdan soldan bütün halkın takdirini kazanarak "zirve"ye çıkmış olanların da maskeleri bir bir düşüyor...

Ergenekon ve onun türevi davalar maskeleri çıkarmaya mecbur ediyor insanları. Onların bu davalara saldırmaları da bu yüzden olsa gerek. 

Maskeler gerçek tarafın saklanması için kullanılıyordu. Çünkü halkı kandırmak için tarafsız olduğunu göstermek gerekiyordu. Aksi halde güvenini kaybederdin ve biterdin. Yani gazetecilikte tarafsızlık imajı hayati önemdeydi...

Tarafsızlık derken tabii ki kişisel olarak gazetecinin de kendine ait bir dünya görüşü olacaktır, bundan doğal bir şey düşünülemez. Onlar da bir insan, robot değiller ki!

Ama nasıl ki sporun içinden gelen hakemlerin gönüllerinde tuttukları bir takım olması çok olağanken konuşmalarında her takıma eşit mesafede durmaları ve maç yönetirken de gönüllerindeki takım aleyhine de bir an bile düşünmeden düdük çalmaları gerekiyorsa ve bu şekilde tarafsızlık onlardan bekleniyorsa, gazeteciler de aynı şekildedirler.

Tarasızlık maskesiyle tarafsız gibi gözüküp yıllarca zirvede yer tutup, maskelerin düşmesiyle "tepetaklak" olanlara şahit oluyoruz son günlerde. 

Tarafsızlık rolünü en iyi şekilde oynayanların en tepede olduklarını, en tepeden düşüşün de daha dramatik olduğunu görüyoruz.

Aslında 12 Eylül referandumuna kadar hâlâ bir ümit vardı. Bu referandumda "hayır" çıksaydı eğer Ergenekon davaları "akamete" uğramış olacaktı ve eski düzen daha da bilenmiş bir şekilde varlığını sürdürecekti. Ama onlar adına ne yazık ki referandumdan "evet" çıktı.

12 Eylül referandumundan sonra 20 Eylül 2010 günü "Evetle bürokratik vesayetin medya ayağı da çökmeli: 3. sayfalar 1. sayfaları yalanlayamamalı!" başlıklı bir yazı yazmıştım. Gecikmeli de olsa bu tasfiyenin yapılmakta olduğunu görüyorum.

Son örnek Uğur Dündar'dır... 24 Ekim 2011 tarihli "Uğur Dündar'ın dünü, bugünü" başlıklı yazımda Uğur Dündar'la ilgili hayal kırıklıklarımı açıklamıştım.

Uğur Dündar'ın Sözcü gazetesi yazarı Hande Zeyrek'e verdiği röportajdan, yeni düzende Uğur Dündar'a yer olmadığı hususu Aydın Doğan tarafından kibarca kendisine söylenmiş olduğu anlaşılmaktadır.

Bu röportajda kendisine yöneltilen "Ferit Şahenk, size katılmanız yönünde bir öneride bulundu mu? " sorusuna ise Uğur Dündar bakın nasıl cevap vermektedir:

"NTV ekranında Can Dündar yok, Ruşen Çakır yok, Banu Güven yok, Çiğdem Anad yok. Hatta Mehmet Barlas ve Emre Kongar'ın tartışma kültürü açısından bir ekol yaratan programları bile yok. Bunların olmadığı bir ekranın patronu Uğur Dündar ve Yılmaz Özdil'i istemez."

Bu sözleri ile Uğur Dündar, benim yukarıda bahsettiğim kendisiyle ilgili yazımdaki eleştirilerimi doğrulamakta ve adeta Star Haber'de tarafsız olmadığını itiraf etmektedir.

Gerçekten de Türkiye'nin ilk haber TV'si olarak yayın hayatına başladığı ilk günden beri izlemekte olduğum NTV'nin, geçtiğimiz yılki yayın döneminde, tam da Uğur Dündar'ın bahsettiği Can Dündar, Ruşen Çakır, Banu Güven, Çiğdem Anad gibi gazetecilerin açıkça politize olmuş programları sebebiyle objektiflikten ve tarafsızlıktan uzaklaşmasını  hayretle ve şaşkınlıkla izlemiştim.

Uğur Dündar'ın NTV'nin bu taraflı yayın politikasını onayladığı, bundan vazgeçilmesini ise eleştirdiği anlaşılmaktadır!

Özellikle de Ruşen Çakır'ın Ergenekon davalarıyla ilgili her soruşturmada, daha gözaltına alınır alınmaz, "Yazı İşleri" programını gözaltına alınan kişi ya da kişilerle ilgili özel yayına çevirmesi ve Hanefi Avcı'dan başlayarak, Soner Yalçın, Nedim Şener ve Ahmet  Şık için olayı dramatize etmesi, soruşturmayı kuşkulu hale getirmesi ve sonunda her birisi için "Kendisini tanırım, kefilim" demesi, evrensel habercilik ilkeleri açısından izah edilir gibi değildi.

Can Dündar'ın ise 01 Kasım 2011 günlü yazısının başlığı "Otoriter demokrasiye doğru" idi...

Sanki Türkiye'de bugüne kadar demokrasi varmış gibi bundan sonra otoriter demokrasiye gidiyormuşuz!

İlahi Can Dündar, fazla geriye gitmeye gerek yok, daha 4 sene önce bu ülkede meşru iktidara karşı e-muhtıra çekilmedi mi?

Uğur Dündar'ın kibarca kovulmasıyla ilgili sorulan bir soruya ise Can Dündar, "Bir gün sıra hepimize gelecek" diye cevap vermiş!

Bu yazımın ana temasını doğrulayan bir cevap... Can Dündar bütün gazetecileri kastetmiş olamayacağına göre demek ki;

12 Eylül referandumunun tasfiyesi devam ediyor...

Bürokratik vesayetin medya ayağı da çöküyor...

Uğur Dündar'ın Sözcü gazetesine yaptığı açıklamaları da bu gerçeklerin itirafı olarak anlamamız gerekiyor.

Uğur Dündar'ın röportaj için Sözcü'yü tercih etmesi de ilginç...

Kendi deyimiyle "işsiz" kalır kalmaz ilk iş teklifini de yine Sözcü'den Emin Çölaşan yapmıştı!

Uğur Dündar'ı eskiden halkın sözcüsü olarak bilirdik, geç de olsa yanıldığımızı anladık...

Bundan böyle "Sözcü'nün sözcüsü" olacak gibi.

Türkiye gazeteciliğinden belli bir kesim gazeteciliğine...

 
Toplam blog
: 337
: 4184
Kayıt tarihi
: 03.08.07
 
 

Hukukçuyum... Hukukun üstünlüğünün ve hukukçunun saygınlığının ülkemde gelişmesini ve kalıcı olma..