Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Nisan '09

 
Kategori
Felsefe
 

Ülke, devlet, iktidar ve erkek üzerine!

Ülke, devlet, iktidar ve erkek üzerine!
 

Fotoğraf: www.muratkeramettin.blogspot.com


“Bir kadını ve bir kenti tanımak!” başlıklı bloğuma gelen değerli yorumlar arasında “Erkeğin de eşleşebileceği bir obje var mı?”, “ Erkek ve (?)... eşleştirmesini de yazmayı düşünecek misiniz?” şeklindeki soru ve beklentiler beni doğal olarak bu konu üzerinde de düşünmeye sevketti. Bu soru, öneri ve beklentiler karşısında, iktidar, güç özlemleri ve yarı feodal tavırlar özelinde " Erkek ve Ülke" benzeşimi ya da " İktidar, Devlet ve Erkek" üçlemesi zihnimde güçlü çağrışım yaptı. Aslında daha önceleri " İçimizdeki Yarı Feodal Bey" (1) ve " Evli, İki Çocuk Babası, İngilizce Bilir (ÜMEVİÇBİB)" (2) başlıklı bloglarımda kuvvetli bir erkek öz eleştirisi de yaptığım için bu konuda biraz hazırlıklı da sayılırdım. Bu çağrışımlar zincirinin ardına takılıp küçük çaplı araştırma ve hazırlıklarımı da heybeme yükleyerek başladım tuşlara basmaya...

Bilindiği üzere ‘Devlet’, 'Ülke' adı verilen belirli bir toprak üzerinde yaşayan insan topluluklarının bir egemenlik anlayışı ve hukuku içinde, bir siyasi iktidar çatısı altında örgütlenmesidir. Bu tanımdaki ana unsurlardan insan unsuru; halk ya da millet unsuru olarak da adlandırılır. Bu unsur, belirli bir alanda birlikte yaşayan ve çeşitli benzer bağlarla ortak yaşama iradesi gösteren insan topluluğudur. Egemenlik unsuru; siyasal iktidar unsuru olarak da adlandırılır. Bu unsur, devletin esas kurucu unsuru olup belirli bir toprak parçası üzerinde yaşayan insan topluluğunun üstün bir irade çerçevesinde örgütlenmesi anlamına gelmektedir. Ülke unsuru ise, coğrafi anlamda bir bütünlük teşkil eden ve sınırları belirlenebilir bir kara parçasını ifade eder.

Benzeşim yelpazemde, egemenlik öznesi erkek olan devlet, en sıradan olanı için bile; eşi, ailesi, akraba, iş ve sosyal çevresinden oluşan insan unsurunu bünyesinde taşır. Kartviziti bayrağı, gür sesi de marşıdır. Fırsat buldukça, egemen olduğu ülkesinin alanını ( İşyeri, evi, derneği, kulübü, mahallesi vb.) - diğer erkekler aleyhine - genişletmek ister. Birlik ve bütünlüğünü de sürekli korumak ister. Bu uğurda gerekirse korku salar, her türlü mücadeleye, her an hazırdır.

"İktidar" kavramına gelince; bu kavram özü itibariyle gündelik hayatın hemen her alanında kendini gösteren; işyeri disiplininden, kadın erkek ilişkilerine, arkadaşlık ilişkilerinden, cinsel münasebetlere, aşka dair söylemlerden, siyasal yapı ve işleyişlere kadar her alanda görülen dinamik bir süreçtir. Genel hatlarıyla post-yapısalcı bir düşünce çizgisi izleyen Michel Foucault (1926-1984), aslında iktidarın tanımının nerdeyse imkânsız olduğunu savunurken bu olguyu adeta bir perdenin arkasına gizler. İktidar olgusu ona göre belirli bir nesnellikten uzak, ancak sonuç olarak etki eden bir kavramdır. O, insanın düşünce yapısının toplumdaki güç ilişkilerini yansıttığından ve kişiyi ötekileştirmenin korku üzerine kurulu bir süreç olduğundan söz eder. Foucault'a göre; insanlar doğuşta biribirinden farklı değildirler ama bu ötekileştirme süreci içinde gittikçe birbirlerinden farklılaşırlar (3). Burada temel olarak söz edilen korku olgusu, iktidar kavramının da ana dayanak noktasıdır. İktidar olgusu, ötekileştirme sürecinde genellikle şiddeti ve buna dayalı korkuyu kullanır. Öyleki bu durum ileride kendi varlığına da son verme tehlikesi taşıyor olsa bile... İktidar, kendisiyle aynı fikirde olanlar arasında bile sivrilmemiş, yani boyun eğmiş olanları seçer, onları sever.

Aslında iktidar olgusu her iki cinsiyetce de sevilen ve istenen bir güçtür. Yaşamını düşünceye adayan ve bu uğurda bir çok güçlüğe göğüs geren Baruch (Benedictuıs) de Spinoza (1623-1677), çoğu insanın sevgiyle bağlandığı üç temel olgu arasında varsıllık (zenginlik) ve tensel zevklerin yanında iktidarı da sayar (4). Aşkla bağlandığımız geçici olgulardaki devinimlerin bizleri derinden etkilediğini belirten Spinoza'ya göre , aralarında iktidarın da yer aldığı bu üç temel olgu "...mutlak ideale varmak için birer araç değil de, amaç olarak görüldükleri zaman kişiye -umulmadık ve büyük çapta- zarar verirler..."

Bize dönersek,

Bu bağlamda Enis Batur Cumhuriyet Kitap Eki'nde yayımlanan 'Yurttaş' başlıklı röportajında "...Devlet, millet, cemaat, aile derken tutucu bir çemberler dizisi içinde hapsoluyoruz. Herkes kendi dokunulmazlıklarını abartıyor..." diyor (5). İşte bu söz konusu 'çemberler dizisi'ne cinsiyetler üzerinden baktığımızda, bu kollektivist yapılarla özdeş erkek egemenliği daha büyük yarıçaplarla kendini gösteriyor.

Diğer yandan, hayat tarzlarımızdaki farklılıkları 41 İl, 328 İlçe, 1116 mahalle, köy olmak üzere toplam 6482 görüşme bazında inceleyen 'Biz Kimiz?' başlıklı (4-5 Nisan 2008 tarihli) KONDA'nın 'Türkiye Değerler Anketi'nde; bireysellik-kollektivistlik ekseninde Türk insanının gözünde en önemli değer ailesi olarak ortaya çıkmakta! 'Aile'yi ikinci sırada 'ülke', ardından 'kendisi' yani birey. Onu da sırasıyla 'komşu' ve 'hemşehrilik' izlemekte.

Buradan da anlıyoruz ki, çağdaş ve cinsiyet temelinde eşit bir bireyselliğin zayıflığına karşın, kollektivist kavramlar üzerinden, cinsiyet temelinde yükselen başka tür bir bireyselliğin, yani iktidarın dayanılmaz erkeği için ülkemizde uygun ve verimli bir zemini zaten mevcut!

Nelerle gurur duyarız, nelerle incinir gururumuz?

Doğduğumuzdan bu yana, yarı rastlantısal, yarı mücadeleli günler geçiren ruh iklimimizi, yani sevilip sayılmalarımızı, şefkatsiz kalmalarımızı ya da şehvetli başkaldırılarımızı acaba hangi tür ürpermeler tetikler?

Biz erkekler sünnet olur, askerlik yapar, iş yapar, aşka koyuluruz. Bu uğurda yener, yenilir, kaybeder ya da kazanırız. Harcarız da... Devlet gibi, ülke gibi...Hepimizin bazı kayıp ve başarısızlıklarımızın es geçildiği birer resmi tarihi de vardır!

Nasıl kadınlar, zerafet, gizem ve nezaket eksenindeki estetik çekicilikleri ile 'ülke'ler boyu gururla geziniyorlarsa, bizler de o kişisel resmi tarihlerimizle öyle geziniriz onların kent kıyılarında...Açar gösterir, yerli yersiz pasajlar okuruz oradan durmadan onlara. Bazen birbirimize de yaparız bunu rekabet hallerinde. Gerektiğinde de korkular salarız dört bir yana. Tuttuğumuz takım ve onun zaferleri, fethettiğimiz gönüller, arabamız, oldukça sığ siyasal analizlerimiz, uğradığımız haksızlıklar ve çuha üzerinde deste deste iskambil kağıtlarımız da sıkça düşer yere bu tarih albümümüzü açtığımızda...Tabii ki görülsünler diye!

Aslında,

Modernleşen dünyada cinsiyetlerin fonksiyonel farklılıkları dışında, kadın ve erkek arasında hiç de sanıldığı kadar önemli ve büyük farklılıklar bulunmamaktadır. Bu durum günümüzde hem bilimsel verilerle hem de her iki cinsiyetin toplumsal yaşamda üstlendikleri ve başarıyla sürdüregeldikleri rollerle kanıtlanmış durumdadır. Fakat yeryüzünün hemen her köşesinde erkek egemen anlayış halen hüküm sürmektedir. Kadının güçlü olması (Ya da öyle görünmesi) çoğu erkek için rahatsız edici bir durum olarak algılanmaktadır. Onlar hep lider konumda olmak, (En azından öyle görünmek) istemektedirler. İşte hem kurduğum benzeşimlerin hem de yaşamdaki birçok yanılgının ve -zaman zaman da- dramın kaynağı işte bu duygudur.

Ama ülkemizde de çağdaş, eşitlikçi ve bu düşünce durumunu aşmış pek çok erkek bulunmaktadır. Özellikle ve muhtemelen de üç büyük kentimizin merkezlerinde, kıyılarımızdaki kent ve yerleşim yerlerimizde ve Trakya'mızda... Bu yapının oluşmasında, büyük aydınlanmacı önder Mustafa Kemal'in açtığı ışıklı yolun payı da hiç kuşkusuzki büyüktür (6)

Son söz yerine,

Tüm bu değinmelerimize karşın hayat hücrelerimizin duvarlarını ören gerçekler nelerdir ve nerelerdedir? Bu duvarlar ne şiddette su sızdırmaktadır? Bizlerdeki bu sızıntının karşı cinsteki tahribatı nedir? Zaman zaman gördüğümüz kan sızıntıları yoksa sürekli midir? Her iki tür sızıntı da nerelere kadar akar ve nasıl durdurulur?

Bu soruların yanıtları hem çok boyutlu ve hem de ayrı ayrı bir çok yazının konusunu oluşturacak derinliktedir.

Sizce de öyle değil mi?

İ.Ersin KABOĞLU,
11 Nisan 2009, Ankara


Kaynakça ve Blognotlar:

(1) http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=92294

(2) http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=106335

(3) " Cinselliğin Tarihi " (Histoire de la sexualité) adlı eserinden. Bu eserin ilk cildi 1976’da yayınlanmıştır. Yazar çalışmasını tam bitirememiş olsa da, ikinci ve üçüncü ciltler ölümünden hemen sonra (1984) basılmıştır. Michel Foucault tüm çalışmalarını modernitenin bireyler üstündeki etkisi ve getirdiği yeni güç ilişkileri üstüne kurmuştur.

(4) B. de Spinoza, René Descartes ve Gottfried Leibniz ile birlikte 17. yüzyıl felsefesinin en önde gelen rasyonalistlerinden biri olarak kabul edilmektedir. En büyük eseri Ethica isimli kitap olup burada atıf yaptığım düşüncesi " Kavrayış Gücünün Gelişimi" adlı eserinde yer almaktadır.

(5) 20. Nisan. 2008. http://www.haber10.com/haber/119789/

(6) İtalyan sanatçı Pippa Bacca'nın tecavüz edilerek öldürülmesine karşı ortaya çıkan tepkilerin ardından kendi tavrını ortaya koymak isteyen bazı anarşist/anti-otoriter erkeklerin çağrısıyla, 19 Nisan 2008 Cumartesi akşamı Taksim'de yapılan bir yürüyüşle başlatılan 'BİZ ERKEK DEĞİLİZ !' inisiyatifi bu bağlamda özgün, ilginç ve gelecek adına umut verici bir gelişme olarak dikkat çekmektedir. Bu hareket, toplumda hakim olan erkeklik biçimlerine, cinsiyetçiliğe, dayatılmış cins kimliklerine ve homofobiye karşı olan anti-otoriter bir erkek inisiyatifidir.

http://www.bizerkekdegilizinsiyatifi.blogspot.com/

 
Toplam blog
: 366
: 2333
Kayıt tarihi
: 05.10.07
 
 

Samsun/Ladik doğumluyum. Çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım babamın görevi gereği ülkemizin Orta ..