Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

03 Kasım '07

 
Kategori
Doğa Sporları
 

Uludağ'da Dağcılık Oyunları

Uludağ'da Dağcılık Oyunları
 

Sıcağın da etkisiyle kaliteli mavi poplin gömleğinin yaka düğmesini açan Amerikalı eğitmenimiz Franz, “çevresel birimlerin yazılım ve donanım üzerinde oluşturacağı stres”ten bahsederken asıl stres benim göğsümde oluşuyor, nefes almakta zorlanıyordum. Klimanın mekanik ve soğuk üfürmesi bir kaç gün önce üstünde olduğum Kuşaklı’nın ayazını taklit dahi edemiyordu. Karanlık odadaki projeksiyon makinasının loşluğunda boğulurken Maslow’un belki de yanıldığını düşündüm. Yaşlı bilgin yarım yüzyıl önce insanın önceliklerini belirlemek için oluşturduğu “İhtiyaçlar Piramidi”nde güvenlik ve barınmayı piramidinin temeline yerleştirirken, “kendini ifade etmeyi” piramitin en uzak yeri olan zirvesine koymuştu. Oysa Kuşaklı’nın o zorlu pasajında, ulaşmayı bir türlü başaramadığımız sırttan sadece bir kaç metre uzaklıkta, kayıp düşmemek için ayağımı donmuş kara saplamaya ve titreyen parmaklarımla kardaki çatlaklara tutunmaya çalışırken ayaklarımın altında meyillenen “ölüm kaydırağı” gibi yamaçta gerçek anlamda yaşamımı devam ettirememe riskiyle karşı karşıya idim. Bulunduğum yerde dursam donarak, hareket etmeye kalsam kayıp yuvarlanarak ölebilirdim. İşte bu şartlarda iken hissettiğim en güçlü duygu “yaşadığım” duygusu oldu. Göğüs kafesimi dolduran korkular sayesinde hızlı hızlı vuran kalbimin çırpınışlarıyla altımda uzanan ovanın üstünden uçabilir gibiydim. Korku ve soğuktan ellerim titrerken, aldığım nefesin soğuk ve taze tadını genzimde hissediyordum. Her vuruşunda parmaklarımın ucunu zonklatan kalbim, yaşama sevincini kutlayan bir Afrika davulu gibiydi. Oysa şu anda, “gerçek” dediğimiz hayatta, anlatılanları dinlemek yerine bu satırları yazdığım eğitim salonunda, aldığım soluk sıcak, yapışkan ve bayat. Bir astım nöbetindeymişçesine nefesim yetmiyor.

Haddime düşer mi bilmiyorum ama Maslow’un hatalı olduğu nokta işte burası; ruhum ve ruhum yüzünden bedenim bu güvenli, ideal sıcaklıktaki odada rahat bir koltukta azap çekerken, bir dağın yaşamımı önemsemeyen soğuk ve öldürücü yamaçlarında hayatın tadını alıyordum. Hoş, bunun böyle olacağını önceleri ben bile tahmin edememiştim. Maslow nereden etsin ki?

Sarven, Selçuk ve ben uzun yıllardır kampçılık ve yüksek dağ yürüyüşçülüğü yapan iddiasız bir ekibiz. “Dağcılık” yerine “yüksek dağ yürüyüşçülüğü” gibi sık rastlanmayan bir terim kullanmamın nedeni hiç bir zaman teknik malzeme kullanılan çıkışlar yapmamış olmamızdan kaynaklanıyor. Bugüne kadar 3932 metrelik Kaçkar Dağı zirvesinden, 3724 metrelik Aladağlar Emler zirvesine kadar bir çok yere çıkmış olmamıza karşın bu yaptıklarımız dağcılık, daha doğrusu “Alpinizm” kapsamında görülmez. Çünkü buralara ayaklarımızın üstünde yürüye yürüye (bazen de sürünerek veya kayalara yapışarak) çıkmışızdır. Ama bir etkinliğin gerçek dağcılık, yani Alpinist bir etkinlik olması için işin içinde teknik tırmanış olması gerekir. Bunun anlamı şudur; çıkarken en azından bir kar kazması, krampon, ip, vb kullanmanız gerekir. İşte Alpinizm ile yollarımız bugüne değin burada ayrıldı. Bu malzemeler dik ve yüksek yerlerde kullanılır. Ben ise dik ve yüksek yerlerden hiç hoşlanmam. Tabi bir dağcı adayı için de yüksekten korkmak aranan özelliklerden değildir.

Kışın sona erdiği günlerde, Nisan ayının ilk haftasında yoğun ısrarımız sonucu manevi ağabeyim ve Türk dağcılık yazınının önde gelen isimlerinden Haldun (Aydıngün) biz acemileri “Kar-Buz” eğitimi yapmak üzere Bursa Uludağ’a götürmek üzere bir organizasyonu kabul etti. Bu eğitime kızı ve bizim genç arkadaşımız sevgili Bengi de gelecekti.

Aslını itiraf etmek gerekirse benim herhangi bir ısrarım yoktu. Gitmeye hiç mi hiç hevesli değildim, sadece arkadaşlarımı kırmamak için gidiyordum. Çünkü bu eğitim soğukta ve yüksek yerlerde yapılacaktı. Yüksekten başka, soğuğu da sevmediğimi eklemeliyim...

Sabahın beşinde başlanan bir yolculuktan sonra saat on sularında güneşli ve tişört giydiğimiz sıcak bir havada, ilk kez geldiğim Uludağ’a arabayla çıkmaya başladık. Açıkçası ilk başlarda bana Adapazarı – İzmit hattında uzanan Samanlı Dağları’ndan herhangi bir farkı varmış gibi gelmedi. Bu arada bir yandan bu sıcakta üşümeyeceğime sevinirken bir yandan da ödünç almış olduğum krampon ve kazmayı kullanamayacağımız için bir miktar üzülüyordum. Harika bir bahar güneşi altında yemyeşil ormanda ilerliyor, “Haldun, bizim kar-buz eğitimi, karpuz eğitimi oldu” gibi densiz esprilerle eğleniyorduk.

Sonradan yapıldığı için “İkinci Oteller Bölgesi” denildiğini isminden tahmin ettiğim ama hikayesini öğrenmek için en ufak bir çaba sarfetmediğim yerde arabadan indiğimizde; göz alabildiğine beyazlıklar içindeki Uludağ tepeleri karşımızda uzanıyor, donmuş kar yüzeyleri aynalar gibi güneşin altında yanıp sönüyordu. Büyük ve gösterişli dağ otelleri, etraftaki bir sürü garip paletli araçları, telesiyejleri ve zirveleriyle burası İskender’iyle meşhur Bursa’nın yanıbaşındaki has bir Batı Anadolu dağından çok, İsviçre’nin gösterişli Alplerine benziyordu. Uludağ ilgimi çekmeyi ve beni şaşırtmayı başarmıştı.

Derin karda yürümek için kullandığımız, karın ayakkabılarımızın üstünden içeri girip ayaklarımızı ıslatmasını engelleyen uzun tozluklarımızı taktık, sivri uçlu kramponlarımızı sağı solu delmesine engel olacak şekilde sarıp sarmaladık ve elimize buz kazmalarımızı alıp yola koyulduk. Hayatımda ilk kez aldığım buz kazmasını nasıl taşıyacağımı bilemediğimden baston gibi kullanmayı denediysem de olmadı. Baston olmak için kısaydı. Açıkçası bir işe yarayabilecek gibi de görünmüyordu. Ben de Şarlo gibi sallaya sallaya yürümeye koyuldum.

Güneş inanılmaz derecede parlaktı. Kara vurdukça daha da güçlü bir şekilde gözümüzü alıyordu. Neyse ki güneş gözlüklerimizi getirmiştik. Aksi takdirde bu bir gün içinde bile hafif bir kar körlüğü yaşayıp geceyi tatsız göz ağrıları ile geçirebilirdik. Neyse ki hava çok güneşli olduğundan rahatsız olup gözlüklerimizi taktık. Hava bulutlu olsa büyük ihtimalle takmaz ve bulutların içinden rahatlıkla geçen ultra viole ışınları ile yanan korneamızın acısını tadardık. Aynı, -henüz bilmesek de- bu gün içinde yanacak olan tenimizde tadacağımız gibi. Çünkü hava sıcak olmadığından dolayı güneş yağı sürmeyi akıl edememiş olan bizler, bu geziden geriye “geçmiş olsun tüp mü patladı” sorusuyla karşılaşacak derecedeki güneş yanıklarıyla dönecektik.

Çok keyifli bir havada, ışıklar içinde yola koyulduk. Otellerden uzaklaşıp zirvelere yöneldiğimizde aramızdaki düzlüğün ortasında tek başına bir çam ağacı, hiçliğin ortasında dikilerek pusula ibremiz oldu. Rotamız kendiliğinden ona yöneldi. Ağacın orada olması yeterince garip değilmiş gibi, uzun bir yürüyüş sonrasında yanına vardığımızda, bu soğuk havada istisnasız hepimizin ağacın gölgesine girmesi de ayrı bir gariplikti. Zihinlerimiz herhalde bu güneşli beyaz boşluğu ancak bir çöle yakıştırmış olmalı ki, görünürdeki tek ağacın gölgesine sığınmaya bu kadar hevesli olmuştuk.

Yaklaşık yarım saatlik bir yürüyüşten sonra nihayet Kuşaklı’nın yamaçlarına varıp “Kar-Buz” eğitimimize başladık. Eğitimin ilk kısmı buz kazması kullanımından oluşuyordu. Buz kazması ortalama 60-90 cm uzunluğunda hafif malzemeden yapılmış ama güçlü bir –adı üstünde- “kazma”. Kazmanın kafa kısmında; bir tarafta sivri ve testere dişli delici uç, diğer tarafında ise kısa ve kesici “kaşık” denilen yayvan uç bulunuyor. “Kaşık” daha çok bozuk buz yüzeyini temizlemek veya basamak oymak için kullanılırken, sivri uç saplamak ve tutunmak için kullanılıyor. Bir de kazmanın en altında sapın dibinde yer alan bir sivri uç var ki, bu da kazmayı gerektiğinde istasyon kurmak (üstüne ip bağlamak) için kara saplamaya yarıyor.

Kazmanın temel kullanım amacı hayatta kalmak. Bu alet karlı/donmuş ve eğimli bir yüzeyde ilerlerken kaydığınız takdirde sizin freniniz ve tek güvenceniz. Eğimli yamaçlarda, biraz da ayazla donmuş bir kar yüzeyindeyseniz, kaydığınız takdirde yapmanız gereken şey kazmanızı sapından ve kafa kısmından iki elinizle kavradıktan ve vücut ağırlığınızı üstüne gelecek şekilde verdikten sonra sivri ucu kara sapladıktan sonra bu pozisyonunuzu koruyarak sürüklenmenizin durmasını ummak oluyor.

Bu “kayma” olayı hakkındaki ilk fikrimi bir mola sırasında edindim; çok da eğimli olmayan bir yerde su içerken elimdeki küçük pet şişemi yanlışlıkla yere düşürdüm. Ufaklık sanki bunu bekliyormuşçasına başaşağı olimpiyat kızağı gibi kaymaya başladı. Uzun uzun, hiç durmadan, bazen yavaşlayıp bazen hızlanarak o kadar çok kaydı, kaydı ve kaydı ki, artık görünmez olup da muhtemelen hala kaymaya devam ederken, bileğime sıkıca bağlı olmasına karşın artık kazmamı daha bir sıkı tutuyordum.

Temel bilgilerden sonra sıra uygulamaya geldi. Kendimizi meyilli kar yamaçlarına bırakıp kayarken kazmamızı kullanarak durmaya çalıştık. Ancak hava yeterince soğuk olmadığı için kar yumuşamıştı ve eğim de fazla olmadığından, halimiz daha çok kıyıya çıkmış fok balıklarına benziyordu. Bunun üstüne biz de kendimizi yamaç aşağı yuvarlamaya ve bu sırada kendimizi durdurmaya başladık. Bu daha verimliydi. Üstelik gerçekten böyle bir durumda tek sorunun kaymak değil, baş dönmesi de olacağını farketmiştik. Oldukça eğlendik. Tabi Selçuk için “yuvarlanmak” ve “kazma tutmak” sözcüklerinin aynı cümlede kullanılması halinde “yaralanma”nın da fazla uzakta kalamayacağını tahmin etmeliydik. Ekibin en gözü karası doğal olarak ilk kanı akıtan olmuştu. Neyse ki ciddi bir şey olmadı.

Yeteri kadar yuvarlanıp, bu işi öğrendiğimize kanaat getirdikten sonra Haldun, bu sefer de kramponlarımızı giymemizi istedi. Krampon dediğimiz resmen ayakkabının altına takılan çelik pençeler. Quentin Tarantino’nun nasıl olup da hala bir filminde bunlarla dövüş koregrafisi yapmamış, şaşırmamak mümkün değil. Bunları ayağınıza taktıktan sonra nereye bastığınıza pür dikkat kesilmek gerek. Örneğin çadır bütünlüğüne özen gösteren bir kişiyseniz, ayağınızda krampon varken ucu havalanmasın diye çadırınıza basmıyorsunuz.

Kramponlarımızla artık gerçekten dik diyebileceğimiz Kuşaklı’ya adını veren sırta tırmanmaya başladık. Artık düz olarak ayakta durduğumuz halde kar yüzeyini rahatlıkla tutabileceğimiz bir diklikteki kar duvarına çıkmaktaydık. Normalde kayalıkta olsa kendimi çok kötü hissedeceğim ve korkudan zorlukla adım atacağım bir ortamda, karın vermiş olduğu bir güvenle kendi ölçülerime göre oldukça rahat hareket ediyordum. Sanırım bunun en temel nedeni düşecek olduğum takdirde nispeten yumuşak bir zemine düşecek olmam ve düşme sırasında dahi kendimi kurtarabilme şansım olduğunu hissetmem idi. Kayalıklarda bir düşmede tamamen etkisiz eleman iken burada bir umut vardı.

Bu şekilde zirveye uzanan sırta doğru ilerleyip oldukça yükseldik. Artık kalbimin pompaladığı her avuç kanda adrenalin de vücuduma yayılıyordu. Buna bulduğum çare benim için devrimsel oldu; kendimi güvene aldığım bir anda tek kulağıma telefonumun radyosuna taktım. Az sonra Uludağ’ın ikibin küsür metresinde neredeyse burnuma değecek bir kar duvarına kulağımdaki NTV caz saatini dinleyerek ve hiç olmadığım kadar sakin bir şekilde tırmanıyordum. Bir yandan zenci müzisyenin parmakları piyanonun tuşları üstünde ilerlerken, diğer yandan ben de sağ ayağımı sapladığım yerden çıkartıp, düz kar yüzeyde kendime yeni bir basamak açmak üzere biraz ileriye güçlü güçlü vuruyordum. Sağ ayağımı sapladıktan sonra, sağ elimle kara saplamış olduğum kazmayı çıkartıyor, diğer elimle iki hamle öncesinde açılmış olan şu anda boşta duran kazma deliğine iki parmağımı sokarak denge sağlayabilecek kadar tutuyor, sonra sağ elimdeki kazmayı yeni yerine saplıyordum. Sonra da sol ayak, sağ ayağın az önce boşalttığı yere geliyordu. Bu arada trombonun sesi duyuluyordu.

Tüm bunları yaparken altımızda en az 200 metrelik dik bir kaydırak uzanıyordu ve ne yazık ki sonu kayalık ile bitiyordu. Bu kaydırakta üstünde durduğum şey sadece kar idi. Ayağımı karın içine saplıyor, karın üstünde duruyor, kara tırmanıyordum. Çizgi filmlerdeki gibi üstünde durduğum blok kopup düşecek olursa ezik bir sonum olacağı şüphesizdi.

Müziğin sağladığı “rahatlık” hissini biraz açmak gerekli; bulunduğum noktada benim için rahat olmak; kara saplayabileceğimi bir adımı daha atabilmek demekti. Yoksa altımda uzanan beyaz boşluk yüzünden damarlarımda dolaşan adrenalini ve bu yakıtla delice çarpan kalbimi hissedebiliyordum. Normalde kalbimiz sürekli çarpar, ancak bunu hissetmeyiz, ama işte o anda, tam o noktada, ayakkabılarımın burnu kar duvarının içine gömülü ve topuklarım boşlukta dururken, bunu çok net hissediyordum. Ancak bir yandan da rahatlatan o müzik vardı. Böyle bir müziği dinlediğiniz sırada başınıza tatsız bir şey gelemez. Hani filmlerde müzikten, az sonra ne olacağını anlarsınız ya; bu müzik varken kötü bir şey olamazdı. Bu güvenli ortamlarda dinlenecek bir müzikti ve o yüzden de kendimi güvende hissediyordum. Yaşamak, hayatta olmak ve dünyanın tadını çıkarabilmek güzel bir şeydi.

Biz oradayken hava bozdu. Çıkamadık ve döndük. Ama kendimi kendime biraz daha yakınlaşmış bularak döndüm.

7 Nisan 2007

Bursa, Uludağ - Kuşaklı Tepe

 
Toplam blog
: 4
: 6259
Kayıt tarihi
: 23.02.07
 
 

20 Kasım 1973 Locarno (İsviçre) doğumluyum. Kabataş Erkek Lisesi ve Marmara Üniversitesi İktisadi İd..