Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

19 Ekim '07

 
Kategori
Kent Yaşamı
 

Ulus 2000 yıl öncekini prestijini geri istiyor

Ulus 2000 yıl öncekini prestijini geri istiyor
 

Hepimizin kimliğini belirleyen bir özellik mutlaka vardır. Sadece bir tane ama belirleyici bir özellik. Kentler de insanlar gibidir. Onları da insanlar gibi tanımlamak mümkündür ve eğer tanımlayabiliyorsanız kenttir zaten.

Bu hafta bir televizyon programında uluslararası gezi yazarlarının yaptığı oylama ile belirlenen ilk 20 dünya kenti sıralaması vardı. İstanbul sonlarda bir yerdeydi sanırım. New York’un bile ikinci olduğu sıralamada Barcelona, Gaudi eserleriyle birinci sıraya kurulmayı başarmıştı. Bir yazar, “Barcelona Gaudi’nin kiliseleriyle, saraylarıyla sanki eriyecek gibi görünüyor” diyordu, “öylesine saf, şeffaf ve büyüleyici ki...”

Bu yazarları Ankara’ya getirsek başkentimizi nasıl tanımlarlar hiç düşündünüz mü? Son bir yıl içinde Eskişehir yolu civarına eğer yanlış saymadıysam beş tane alışveriş merkezi yapılmaya başlandı. Tüketim cenneti miyiz?

Kamu binaları devasa gövdeleriyle her yerde. Hükümet merkezi miyiz?

Metro, Ankaray, yeni ve akıllı siteler, binalar, sürekli genişletilen ve yeniden genişletilen yollar...Çok göç alan bir Anadolu kenti miyiz?

Taş görünümlü plastik kaleleri, henüz boyatmamış ağaçlarıyla parkları ve yapay şelaleleriyle arabesk bir kent mi Ankara?

Yoksa tarih kitaplarında okutulduğu gibi Atatürk’ün yoktan var ettiği tarihsiz, yoksul bir Anadolu kasabası mı?

Ankara nerelerden buraya gelmiş hiç merak ettiniz mi? Kafanızı kaldırıp, Kale’ye doğru baktınız mı hiç? Augustus tapınağını gördünüz mü, Roma Hamamı’nı?

Ankara, kurucusu ve kuruluş tarihi bilinmeyen bir kent. Belgelere dayalı ilk bilgiler Galatlar, dolayısıyla Roma tarihçilerinden elde edilmektedir. Galatların Güney Fransa’dan kalkıp Anadolu’nun ortasına gelip yerleşmesi ve Ankara’yı başkent seçmeleri yeterince ilginç.

MÖ 25 yılında Roma İmparatorluğu Galatya’yı Roma eyaleti ilan etti ve Ankara en parlak yüzyıllarını yaşamaya başladı. İmparator Augustus ve Roma adına bir tapınak yapılması kentin önemini daha da artırdı. Ankira Anadolu’nun en güzel şehri olmuştu: “Forum, tiyatrolar, sirkler, hamamlar, yollar, kaldırım taşları döşenmiş caddeler, saraylar ve güzel villalar...Her yerde heykeller vardı...” Bu dönemde kale vardır ancak şehir, kaleyle korunamayacak kadar büyümüştür.

MS 334’te başlayan Bizans döneminde Ankara bir kale-kent görünümündedir ve sürekli olarak kalesini güçlendirerek ayakta durmaya çalışmaktadır. Bizans döneminden bugünün Ankarasına ulaşan, bugünkü Kaleden başka vilayetin önündeki Jüstinyen sütunu adı verilen heykel kaidesi ile Adliye’nin eski binasının arkasındaki Klemens Kilisesi’dir.

11.yüzyılda Selçuklular, 12. yüzyılda da Haçlılar Ankarayı ele geçirdiler. 13-14.yüzyıllarda Moğol istilaları başlamış, kısa bir süre İlhanlıların egemenliği yaşanmıştır. Bu arada Ahi Evran’ın 13. yüzyıl ortalarında Kırşehir’de kurduğu Ahilik hızla yayılmaya başlamıştır. Temelde esnaf olan ve çırak-kalfa-usta hiyerarşisine göre örgütlenen ahilerin 1344-54 yılları arasında Ankara’yı yönettiği ve bunun bir şehir cumhuriyeti uygulamasının ilk örneği olduğu tartışmaları vardır.

Birinci Murat zamanında Ankara Osmanlı İmparatorluğu topraklarına katılır. 16.yüzyılda kale içinde ve dışında 81 mahalle olduğu bilinmektedir. Bu mahallelerden 69’u müslüman, 3’ü hırıstiyan, biri yahudi, sekizi ise müslüman ve hıristiyanların karışık olarak oturdukları mahallelerdir. 17.yüzyıl başında ise nüfus 23-25 bin civarındadır. Bu yüzyılda da Celalilerin saldırılarına maruz kalır Ankara. Yine kalesine surlar ve kapılar ekleyerek kendisini korumaya çalışır.

Ankara o zamanlarda bir dokumacı kentidir. Ankara keçisinin tiftiğinden yapılan iplik ve dokumanın dünyada bir benzeri yoktur ve Evliya Çelebi’nin deyimiyle “süt gibi beyaz, ipek gibi yumuşak, ipekten ala, elmastan parlak” bu iplikten dokunan sof ve şallar dünyanın her yerine ihraç edilirdi. 16.yüzyılda Ankara ve çevresinde 1000 dokuma tezgahı varken 19.yüzyıla doğru bu sayı giderek azalmış ve Ankara giderek sadece iplik ihracatçısı bir kent durumuna düşmüştür. Çünkü batıda sanayi gelişmeye başlamış ve ankara el tezgahları ile sanayi üretimiyle başedememiştir.

Ankara her zaman kozmopolit bir yapıya sahip olmuştur. 19.yüzyılın ilk yarısında özellikle Ermeniler Ankara’da önceleri İngiliz firmalarının aracılık görevini yapmaktayken sonra kendi kolonilerini oluşturarak bir ticaret burjuvazisi oluşturmuşlardır. O dönemde kale çift surla çevrilidir, Hisarönü de denilen bu alanda çoğunluğunu Ermenilerin oluşturduğu 4-5 bin kişiden fazla nüfusun yaşadığı anlatılmaktadır. Bu dönemde Ankara çok kültürlü kent niteliği ile canlı bir ticaret merkezi görünümündedir. Ticaret genelde gayrımüslimlerin elindedir. Kale bölgesinde faaliyet gösteren yaklaşık 20 han vardır. Bu canlılık 1917 yangınına kadar sürmüştür.

19.yüzılın ortalarından itibaren ticaret yollarının okyanuslara kayması, batıda sanayinin gelişmesi, Ankara keçisinin Güney Afrika ve Amerika’da yetiştirilmeye başlanması ile birlikte Ankara gerilemeye başlar. 1882 yılında yapılan demiryolu kente biraz canlılık getirir ama yetmez.

1917'de yaşanan yangın Türklerle azınlıkların oturdukları kentin en zengin konut alanını ve iş bölgesini tümüyle yok etmiştir.Hisrönü, Çıkrıkçılar yokuşu, saraçlar çarşısı, Bedesten ve Atpazarı’na kadar uzanan korkunç bir yangındı bu.Yangın konusunda çok parlak betimlemeler yazmış olan Refik Halit Karay yangını şöyle anlatıyordu:

“Eşya nakline darlıktan dolayı imkan yoktu. İnsanların güç geçtiği sokaklar, mesela bir piyano veya kanepe ile tıkanıveriyordu. Yangından kaçırılan yüz kadar piyanonun sıra sıra dizildiğini gördüm, üstlerine seçme, pahalı halılar serilmişti. Birden kocaman yanık bir kütük geldi, aralarına düştü, söndürmeye çalışacak adam yoktu. O kütük bir kundak gibi çeyrek saate kalmadı piyanoları tutuşturdu. Ankaranın en kibar mahalleleri, en büyük çarşısı, serveti, refahı çoktan kül kesmişti.”

17.yüzyılda 23-25 bin olan Ankara’nın nüfusu 1919 yılında 18-20 bin kadardır. 13 Ekim 1923 de Ankara başkent ilan edilir. Ekonomisi çökmüş, yangınlardan ve bakımsızlıktan yıpranmış, harap görünümlü bir kent niteliğindedir.

1925'te çıkarılan 583 sayılı yasa ile eski kente dokunulmaması ve yeni bir kent kurulması kararı alınır. Sıhhiye’de kamulaştırmalar başlar. Jansen planı uygulamaya konur. Ancak Ankara, başkent oluşu ile birlikte çok hızlı bir nüfus artışına maruz kalmıştır. 1927-50 tarihlari arasında nüfus artış oranı İstanbul’da yüzde 42, İzmir’de yüzde 48 iken Ankara’da yüzde 286 düzeyinde yaşanmıştır. Jansen planına göre nüfus 1978 de 300 bin olacakken bu nüfusa 1950lerde ulaşılmıştır. Konut talebi artmış, planda yer alan bahçeli evler düzeni yerini apartmanlara bırakmış, elçilikler, iş merkezleri Ulus’tan Kızılay’a taşınmış ve Ulus’un prestiji azalmaya ve Kale ve çevresinin kullanıcıları farklılaşmaya başlamıştır.

Kale bu sistem içerisinde yeni kurulan kentin arkasında bir fon olmaktan öteye gidememiştir. Ancak 1980’li yılların sonlarında Kale ve çevresine doğru tekrar yeni bir ilgi başlamıştır. Yarışmalar açılmış, kale ve çevresinin düzenlenmesi için projeler yapılmaya başlanıştır. Ancak hala uygulamaya geçmiş herhangi bir proje bulunmamaktadır.

Yine bu yıllarda kale içinde eski Ankara evlerinden yapılan lokatalar hayatımıza girmeye başlamıştır. 1986 yılında açılan Zenger’i kale içinde pek çok lokanta izlemiştir. Çengelhan’ın Rahmi Koç müzesi haline getirilmesi, Çukurhan’ın restorasyonu konusunda küçük te olsa adımlar atılıyor olması kale adına sevindirici gelişmeler olarak değerlendirilebilir.

Bu yıl içinde ağırlıklı olarak Ulus esnafından oluşan bir grup birleşerek Ankara kalesi Derneğini kurdular ve ilk etkinlik olarak, daha önceden Pirinç Han esnafının yaptığı şenlikleri, Kale şenlikleri olarak gerçekleştirdiler.

Kale’de hala bir Yahudi mahallesi var, 1917 yangınında yarısı yanan. Nam-ı diğer İstiklal mahallesi. Bir sinagog, kiliseler, Ahi Elvan ve Ahi Şerafettin camii var.

Çengelhan, Sulu han , Pirinçhan var.. 19.yüzyılda sof, şal, buğday ticareti yapan Türk, Ermeni, Yahudi, İngiliz, Fransız tüccarların kaldığı hanlarda şimdi antika, gromofon, el sanatları, cam, porselen, takı ticareti yapılıyor. Pirinçhan’da 40 küçük dükkanda, her zaman oturup muhabbet edebileceğiniz bir kısmı atadan, bir kısmı sonradan olma 40 esnaf var.

Yaşayan, yaşamını orada sürdüren insanlar var. Onların bizden, bizim onlardan öğreneceğimiz çok şey var. Birileri sürekli fotoğraflarını çekiyor. Gülüyorlar. Hele çocuklar. “Bizi de çek abla....” diye gezinip duruyorlar peşinizde. Hiç bıkmamışlar.

Eski ahilerin torunları, elbette bozulmadan onlar da nasiplerini almışlar, bakır dövüyorlar Can sokakta, Salman sokak’ta.

Ama bizim unuttuğumuz pek çok şeyi yaşatıyorlar. El öpmeyi, siftah atmayı, onlarca kişi sokakta birlikta yapılan iftarları, iftarlarda aç ve yoksulları doyurmayı. Arada ağız dolusu küfür etmeyi de biliyorlar elbette, olsun, Ankara bu, tarihimiz orada, biz aslında oradayız, oraya aitiz.

Ankara, Kale, sahibini bekliyor. Ulus, ikibin yıl önceki prestijini geri istiyor.

 
Toplam blog
: 13
: 1247
Kayıt tarihi
: 04.10.07
 
 

Neredeyse 50 yaşıma kadar şehrin hep "yukarısında" yaşadım. Alışveriş merkezleri, kafeler, "şık" mek..