Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

05 Ocak '08

 
Kategori
Bilim
 

Üniversite ve özgürlük mü? Hadi canım sen de!...

Üniversite ve özgürlük mü? Hadi canım sen de!...
 

Sokağa çıkıp ortalama vatandaşa “özgürlüğü en çok hangi kurumla yan yana getirebiliyorsunuz?” sorusunu yöneltsek acaba kaçından “üniversite” cevabı alabiliriz. Ben denedim tam ondört kişiye sordum, inanmayacaksınız belki bunların içinde “ordu” cevabı bile çıktı ama üniversite ı-ıh.

Peki neden? Halbuki üniversite özgür düşüncenin kanat çırptığı mekanlar değil midir?

Ona da mı ı-ıh…

Bir dostum Türk üniversitesini tanımlarken “tam bir kölelik düzeni” tespitini yapmıştı. Bu iddialı tespite katılmayacak “ideal” Üniversite hocaları aramızda çokçadır ve ihtimal onlar tarafından tekfir edilecek bir tanımlamadır “kölelik düzeni”. Ki bu “tekfir” üslubu Türk Üniversitesi denen “şey”in merkezindedir. Aydınlanma hastalığıdır, kökeni aforoz müessesesine kadar dayanır…

Çok sevdiğim ve Türkiye’nin de iyi tanıdığı bir bilim adamı akademik hayatta “demokrasi” olmaz demişti. Haklıydı da. Hoca-talebe ilişkisinin olduğu bir yerde anladığımız manada “demokrasi”nin olması mümkün değil ve normal de değil. Ama takdir edilmelidir ki, akademik bir ortamda hoşgörü, müsamaha ve tefekkür gibi önemli hasletlerin olmaması da normal değildir. Ve bu önemli bir sorundur.

Bir ülkede okuryazar sınıfından askere, fırındaki işçiden üniversite hocasına kadar herkes “n’olacak bu YÖK?” diye soruyorsa ortada ciddi “toplumsal” bir sorun vardır. Ve sorunun öznesi bu sorunun merkezidir.

Eğer bugün Ortaçağ’ın “Studium Generale”sini veya üçyüz yıl öncenin Dar-ul Fûnun’unu özleyen bir topluma sahipsek, sorunun muhatabı elini başının arasına alıp “tefekkür” etmelidir. Bence mesele öncelikle “tefekkür” meseledir, “amel” bu tefekkürün sonucu olmalıdır.

Belki de problem tarih boyunca “amel”i “tefekkür”ün üzerine koyuşumuzdan kaynaklanmaktadır. Asker – Millet’in ilmi askeri bir ameliye zannetmesini de bunun yanına koyabiliriz. Öyle ki bu memleketin “asker” gibi akademisyenleri kışlalarda eğitime tabi tutulup, sipariş anayasalar hazırlamışlardı.

Üniversite her şeyden önce bir “ilim” merkezidir, politik veya “bürokratik” bir merkez değil. İlim ise “özgür” düşünce ile hayat bulur. Tabii ki bu özgürlüğün ilmi standardı olacaktır. Türk Üniversitesi’ndeki bu ilmi kifayetsizliğin sebebi, sıradan vatandaşın bile tespit edebildiği özgürlük “kıtlığı” ve kendini “bürokrat” sanan öğretim üyelerinden mütevellittir desek abartmış mı oluruz?

Üniversitenin muzdarip olduğu “özgürlük kıtlığı”nı tespit etmek için geniş çaplı araştırmaya gerek yok. Geçtiğimiz yirmi yıldaki uygulamalara, yasaklara, üniversitelerden atılan öğretim üyelerine, her fırsatta “ordu göreve” pankartlarını sırtlayan “idarecilere”, akademik ilerlemelerdeki “keyfiliğe”, öğretim elemanının özlük haklarındaki “kırılgan” yapıya, üst/ast ilişkilerindeki “askeri” nizama, kurum içi entrikalara göz atmak yeterli.

Bürokrat öğretim üyeleri ise Üniversitenin kendilerine tahsis ettiği odalarında, yine üniversitenin “tahsis” ettiği asistanların ortasına kurularak emekliliğini beklemektedirler.

Bu yapıda ilim yapmaya uğraşan ilim adamı ise, bir taraftan bilim yapmaya çalışırken diğer taraftan hakkındaki “ihbar”, şikayet ve “şüphe”lerle mücadele etmek zorundadır…

Türk üniversitesi bugün “ikbal” endişesini, ilim derdinin önüne koymuş durumda. İlmin temeli olan “şüphe”, kendisiyle aynı “kalıba” girmeyen meslektaşa yöneltilmiş oka dönüşmüştür.

Türkiye’nin son yirmi yıldır “şüpheli” akademisyenler cenneti haline gelmesi dikkatimizi bir daha çekmelidir diye düşünüyorum. İlmi “asistanlara”, akademik ilerlemeyi yabancı dile ve politik ilişkiye havale eden bilim adamlarının olduğu bir yapıda “şüphe” doğal olarak her şeyin temeli; bilim dışında.

Türkiye’de akademisyenlik tamamen bir “kadro” harekatına dönüşmüş bir durumda. Buradaki “Kadro harekatı” ilim adamının lisans üstü eğitime adım atmasıyla başlar, Profesör oluncaya kadar devam eder. Ve bu süreç tamamiyle bir “şahsiyet” imtihanıdır.

İlim her şeyden evvel “şahsiyet”li insanların yapabildiği şeydir. “Kadro” uğruna şahsiyeti yok edilen ilim adamlarının hakim olduğu bir yapının “hastalıklı” olmaması anormal olurdu.

Bütün “akademik” ilerlemelerde tam bir “şüpheli” edası ile incelemeye tabi tutulan bilim adamlarından ilim beklemek biraz fazla “iyimser” bir tutum olur. Her akademik paye öncesi, “sınava” tabi tutulacağınız “jüri” üyelerinin sizin hakkınızdaki “bireysel” endişelerini “pozitif”e çevirebilenler için problem yok. Aksi takdirde, akademisyen hakkında yazılan “ihbar” mektupları, aile durumları ve güçlü “istihbarat” ilmin bu en yüksek payelerini alıp/almama da belirleyici olmaktadır. Mevcut YÖK Başkanı’nın 12 yıl neden Profesör olamadığını kendisine bir sorunuz. Cevap bellidir; mektuplar, ihbarlar, kanaatler ve konjonktür. Bilim? O işin ayrıntısı.

Bu sistemde hiç sağlam elma yok mu diyenlere, hem de pek çok cevabını gönül rahatlığı içinde verebiliriz. Burada bahsettiğimiz sistemin kendisidir. İdari yönetimdeki keyfilik; suistimale ve kayırmaya müsait sakat yapıdır.

Bu yapının “sakatlığı”na en büyük delil, sağcısı ve solcusuyla herkesin şikayetçi olduğu belki de “tek” müessese olması değil midir?

Bence Türk Üniversitesi’nin en büyük sorunu şahsiyet sorunudur. Eğer birileri bu “sistem”den memnun değilse; kralın ve kölenin değiştiği bir sistem yerine bilimin tek geçerli kriter olduğu bir sistem kurmalılar. Buna, ilim adamının “şahsiyetini” iade ederek başlanmalıdır. Şüphesiz şahsiyet, bilimin de yaşamın da merkezidir.

 
Toplam blog
: 31
: 1153
Kayıt tarihi
: 06.07.06
 
 

Memleketi ve kendini ilgilendirenler üzerine yazmayı "tutku" edinmiş bir fen bilimci, konuşmaya v..