Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

03 Ocak '08

     
    Kategori
    Dünya Şehirleri
     

    Ürdün' de peynir yok

    Ürdün' de peynir yok
     

    Petra Harabeleri - Hazine Binası


    Bulamadım. Tüm aramalarıma rağmen bulamadım peyniri... 

    Binlerce yıl, onlarca toplumlara barınak olan yaşam alanı artık yok gibi. Hz İbrahim Peygamberin çocukları terk ederken Mezopotamya’yı, bin yıllar sürecek kuraklığı biliyordu da, zulümden kaçayım, Mısırı terk edeyim diyen Musa ve kavimleri bunu nasıl bilemeden bu vaat edilen kutsal topraklara tekrar geri geldiler bilemedim. Ama her şeye rağmen, bir kaç günümüzü geçirdiğimiz Ürdün, içimizde dostane hisler ve güzel anılar bıraktı. 

    Ürdün’ü, Amman’ın bir aşağısı birde yukarısı var diye 2 ye bölersek, 2 günümüzü yukarıda, 2 günü de aşağıda geçirdik. 1.250 km yaptık bu güzergâhta. Ama Peynir bulamadık. Sebzede yoktu. Meyvede... 

    Biraz muz, biraz elma biraz portakal var olsa da, ülkeyi çevreleyen çöl ve kurak topraklar, yaşamı her an zorlaştırıyordu. Damla yöntemi ile sebze yetiştirmek, buralarda ki susuzluk sebebi ile olsa gerek diye düşünmeye başladık. 

    Nasıl olsa çöl kumu, renkleri bozacak diye hiç bir evin nerede ise hiç boyanmadığı ya da bir kaçının çöl sarısına boyandığı Amman’da, tek renkli yapı 1.Kral Hüseyin’in yaptırdığı cami. Tek bir geniş kubbeden oluşmuş, etrafı mavi mozaikler ile kaplanmış. Camiinin içinde ise, pekte özenilecek bir hal yok idi. 

    İstanbul yedi tepeye kurulmuş denir ya, Amman’da onlarca tepe üzerine geniş bir alana yayılmış bir şehir. Çok kalabalık gelmedi. Çok da karışık da değil idi. Sadece kurak bir alan üzerinde onlarca sert vadiler içine kurulmuş, yolların her an indiği ya da her an çıktığı bir şehir. Gece hayatı, erkeklere özel bir kaç gazino yanı sıra ailecek de gidilebilecek alışveriş mekânları yaratılmaya başlanmış. Antik Roma Şehri, Amman’ın merkezinde yerini almış ara sıra bizim gibi gelen ziyaretçilere göz kırpıyor. 

    Yeni restore edilmiş Amfi tiyatro ve odeon tepesinde çocuklar koşturuyor. Kara çarşaf yok gibi. Ama ortada pek kadın da var denemez. Var olanlar anneannem usulü başörtülü. Daha hâşâma, baş bağlama sitilleri pek gelişmemiş. Dünya İslami modasını izleyebilecek ekonomik düzenekleri pek yok gibi. Ayrıca 2. Kral Hüseyin de biraz köstek oluyor galiba İslami akımlara. Ne kadar olabilecek göreceğiz hep birlikte gelecek yıllarda. 

    Ortadoğu’nun İsviçre’si gibi geldi bana. Pek ete süte bulaşmadan, gelişmiş dünyanın büyük ağabeylerinin sözünü dinleyerek yaşamını sürdürmeye çalışıyor gibi. Amman-Aquabe arasında yapılan bazen 3 gidiş, 3 geliş olan parasız “Desert Highway” ülke insanının pek ilerisinde gibi. Sanki başka birileri istemiş hatta başka birileri yapmış, gelip giderken kolaylık olsun diye. Herhalde ödeme parasını da Ürdünlünün gelecek 100 yılını ipotek ederek yapmışlardır. Tam da bilemeyeceğim ama bilen var ise söylesin. 

    Amman’dan 100 Km kadar yukarı çıkıp Jerash antik Roma kentine doğru yola çıktığımızda karşımıza bir Efes çıkabileceğini pek düşünmemiş idik. Burası şimdilik Ürdünlü için pek bir şey ifade etmiyordu. Ama gene de güzel bir kazı ve koruma yapılmış. Gezerken bir süre sonra bu antik kentinde Ürdün turizmine daha iyi hizmet vereceği günlerin çok uzak olmadığını düşünüyoruz. Muhteşem demesem de, güzel ve birçok yapısı ayakta kalmış bir Antik Kent. Görülmeye değecek bir yer. Ama benim çok çişim gelince, benden nasibini aldı mal esef. Gerçi kenara yaptım. İnsan olduğumu düşünerek ve bir WC bulamamanın ezikliği ile yaptım... 

    Tevrat’ı okurken içim cız etmiş idi. Musa ve halkının, onca yorucu ve yıldırıcı yıllar sonunda ulaşmaya çalıştıkları, “Vaat Edilen Kutsal Topraklara” ulaşacakken, Lut gölü kenarında ki bugünkü adı ile “Nebo Dağında” ölmesi ve bir de bunu Tanrının, Musa’yı cezalandırması sonucu olduğunu okuduğumda içim cız etmişti. Halkını bu kutsal topraklara getirmenin huzuru ile Lut gölü kenarından halkına seslenip, uzaklarda ki Kudüs’ü hedef göstermesi ve işte yaşayacağınız topraklar demesi ve ardında eklemesi. 

    Tanrıdan şüphe etmeyin. Onun varlığına duyacağız her bir şüphe, sizin ve sizin çocuklarınızı cezalandırılmasına yetecek kadar ağır bir günahtır...” 

    Kendisi 40 yıllık yolculuk esnasında 2 defa düştüğü bu aciz durum üzerine, Tanrı, Musa’yı görevini yerine getirmiş olmasının hazzı ile Nebo dağında Azrail ile buluşturmuş. Bugün onun adına bir kilisede bu yaşam ve hikâyeler gizliden anılsa da, gelenlerin kaçı bu hikâyeleri biliyor bilmiyorum. Ama bence Nebo dağındaki bu Sinagog, Musevi vatandaşları için en hüzünlü ve duygusal kutsal mekânlardan biri... 

    Kıvrıla kıvrıla dağdan aşağıya Lut gölünün yanına inerken, +100’lü metrelerden –100’lü metrelere geçişi yaşamak, insanlığın –400’de de yaşayabildiğini görmek, içimizde şaşkınlık ve çekingenliği birlikte yaşatıyordu. Amsterdam Havaalanın deniz seviyesinden bir kaç metre aşağıda olması bile bana korkunç gelmişti 

    Şimdi denizlerin 400 metre altındayız. İçimizi bir an korku sardı. Mısır’dan kaçan, Musa’yı izleyen Firavunun askerlerinin, Kızıl Denizde boğulmasını anımsadık. Hani birden uzaklardaki Kızıl Deniz tekrar coşacak ve bugüne kadar yaptığımız günahların acısını çıkarmak için üzerimize kapanacak gibi geldi. İçimiz ürperdi. Tanrının olduğu yerde korkunun olması, sevginin olduğu yerde kıskançlığın olması gibi geldi her birimize. 

    Lut gölü etrafında ki düzlüklerde yeşermiş bir kaç tarla, seralar ile çevrilmiş bir kaç bahçe sanki Ürdün’ün tek besin merkezine geldiğimizi hissettirdi bize. Gerçi yukarılarda, Jerash’dan daha ileride Suriye yakınlarında, İrbit çevresinde kutsal topraklar buralardan daha yeşil, ama gene de böyle hissettik işte... 

    İnsanın yüzerken batmadığı, Okyanustan 7 kat daha tuzlu Lut gölünden ağır ağır geçtik. Bir kaç yerde halk denize giriyor. Koca göbekli Ürdün erkeleri, eski Kumburgaz günlerini anımsattı bana. Sağa, sola çekmiş arabalarda ıslak şortlarını değiştiren, karnı acıkınca bir parça soğan biraz ekmek biraz da mangalda keçi eti ile açlığını bastıran onlarca erkek denize giriyordu. Kadınlar azdı. Ve sadece kocaları ve çocukları ile biraz daha özel alanlarda yemek yapıyorlardı. 

    Bir düzlükte bizde durduk. Evden getirdiğimiz Dardanel ton konservelerini açıp, yol üzerindeki bir fırından aldığımız sıcacık lavaş gibi ince ekmekler ile mideye indirdik. Hava kararmaya başlamış, dolunay yavaş yavaş yerini almıştı. Sağımızda Lut gölü, solumuzda 400 metrelik yükseltiler ile sarp sıra dağlar... Belki fazlası bile vardı bu dağların. Bu gece -400’den +850’ye çıkacaktık. Yavaş yavaş da olsa, “Petra harabelerine” gidecektik. Güneşi, sarp geçitlerden geçmeden batırmayalım diye lokmaları hızlı hızlı boğazımıza dizerek yedik. 

    Sarp dağlara sarmaya başladığımızda, buralarda terör olmadığına seviniyor, Tunceli ve Batman vadilerine girememenin, Cizre’den ileriye, Cudi dağına tırmanamamanın acısını içimizde hissediyorduk. Bunlardan çok daha sarp ve güzel mekânların olduğunu ama bir türlü gidilemediğini düşünerek güneşi zirveye vardığımızda batırmaya başlamıştık. 

    Sürekli inen ve sürekli çıkan “King Highway’’ üzerinden gidiyor, biraz olsun sarp dağlardan uçurumların kenarından geçerken bu güzel yeryüzü şekillerini görmüş olmanın mutluluğunu yaşıyorduk. Yolda, her kavşaktan sonra yanlış sapmadığımızı teyit etmek için bir köylüye yolumuzu sora sora akşam 8 civarları Perta’ya girdik. Güzel bir otel seçmişiz. Türk hamamına girmesek de istenildiğinde girilebilecek kadar temiz, akşam yemekleri tabak tabak yenilebilecek kadar güzel ve lezzetli, gece mışıl mışıl uyunabilecek kadar rahat pufi yatakları olan 3 yıldızlı Amra oteli bize 2 gece ev sahipliği yapacak. 

    Sabah, bir gün öncenin verdiği yorgunluktan rahat yataklarda 9’da uyanabildik. Bizim ufaklık bile doğduğundan bu yana ilk defa 9’a kadar uyudu... Güzel bir kahvaltı sonunda bizim Kapadokya’daki gibi kaya evlerini, “Petra Harabelerini” gezmeye başladık. 

    Geniş bir yol ile başlayan yürüyüşümüz, uzunluğu 2 km’yi bulan genişliği ise yer yer 3–4 metreye kadar düşen bir yarık içinden devam etti. Bazen güneşi o kadar uzun süre görmüyorduk ki, yürürken terlediğimizi için çıkardığımız tüm polarları ve atkıları tekrar giyiyorduk. Her türlü korunmaya rağmen bazen kanalda esen sert rüzgâr iliklerimize kadar bizi donduruyordu. 

    Hazine binası kanalın sonunda öğle güneşi altında hafiften görülmeye başlandığında içimizdeki üşüme ürpertisi yerini heyecanın ürpertisine bırakıyordu. Birden karşımızda 20-30 mt yüksekliğinde devası bir kaya bina görünce dilimizi yutmadan yutkunduk. Hem heyecanımız, hem de üşümemiz artık geçmiş, yerini 5.000 yıl önce yapılmış devası kaya binalarına bakan şaşkın ördekler gibi aval aval bakınmasına bırakmıştı. Başka bir kanal ile çok geniş bir araziye açılan Petra harabeleri ve tapınakları kendine, yeni yüzyılda yeni 7 Dünya harikasından biri olma hakkını çoktan hak ettiğini gösteriyordu. 

    Geniş açıklık bitmişti. Petra Manastırı ise 850 basamak yukarıda, kıvrılarak bir uçurum kenarından geçerek gidiliyordu. Ben son 9 km’lik yolda ufaklığın bazen içinde uyuduğu, bazen tepindiği bebek arabasını, kâh taş, kâh kum üzerinden buraya kadar getirmenin (tabi ki ekibin diğer üyelerinin desteğini unutmadan) yorgunluğu ile aşağıda kalma kararı verdim. Ekibin diğer 2 üyesi yorgunluklarına yorgunluk katmak için Manastıra doğru tırmanmaya başladılar. Hem de 3 Ürdün dinarına, vadi başında yüzleri ve elleri sert rüzgârdan kararmış çocuklar ile bekleyen eşek üzerinde çıkmak yerine yürüyerek çıktılar. 

    Ben aşağıda biri 12 aylık diğeri 5 yaşında, bir diğeri 9-10 yaşlarında 3 çocuğuna, bakmak için bir kaç parça yöresel taş, çöl lalesi, deve kemiğinden yapılmış incik boncuk, nereyi kazsan herkesin bulacağını düşündüğüm eski parları satarak yaşamını geçirmeye çalışan bir anne ile geçirdim. Ve belki de Ürdün’de çerçeve içinde bana sunulan tüm anların dışında en yerel ve gerçek yaşam ile geçirdiğim bu 1 saat, Ürdün’den içimde dostane bir sıcaklık ile ayrılmama neden oldu. 

    Bizim ufaklığın o ana kadar uyuyor olması, 1 yaşındaki yürümeye yeni başlamış, çıplak ayaklı ve tek kazaklı, kirli suratlı ama gözlerinin içi gülen çocuk için çok değişikti. Bizim ufaklık ise altında bir külotlu çorap üzerine bir eşofman, sırtında bir boğazlı, bir bisiklet yaka 2 kazak, üzerinde bir mont, başında bir şapka ve boynunda bir atkı ile uyurken tabi ki çıplak ayaklı Ürdünlü ufaklık bizimkine uzaylı gibi bakıyor olmasına şaşırmamam gerekiyordu. Ürdünlü çocuk, bizimkinin orasını, burasını çekiştirerek onu uyandırmaya çalışırken de kıkır kıkır gülüyordu. Hiç karışmadım hiç birine... Ara sıra annesi yapma gibi bir şeyler dese de, benim gülmeme ve onları izlememi ve kendi ufaklığının, bizim ufaklık ile iletişim kurmasını sonun da o da kabul etti. 

    3-5 dakika sonrası 5 yaşlarındaki abisi de işe karıştı. Abisinin hedefi biraz daha büyüktü. Bebek arabasının lastikleri ve alt kısımda bulunan pırıl pırıl yağmurluk ile arabanın önüne bağlı olarak sarkan ufacık bir oyuncak bebeğe gözü takılmış, tüm bütün bunların ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Sanki Peru’da Nasca yerleşimindeki uzaylıların yaptığı iddia edilen yer şekillerine bakan yerli halk gibi bu ufaklıkta bizim bebek arabasına öyle bakıyor ve uzay aracına yanaşmaya çalışan UFO görmüş insanlar gibi 2 adım yanaşıyor sonra bir adım geri kaçıyordu. 

    Böyle böyle, bebek arabası, bazen 1 yaşındaki ufaklık, bazen 5 yaşındaki abisi tarafından ite kaka sallandığından bizim ufaklık uyandı. Cin gibi gözlerini açtığında hiç de uzaylılar gibi “Hey dünyalı biz dostuz” filan demeden aniden dikilip 2 çocuğu görür görmez kıkırdayarak arabadan inmek ve kendine uzanan iki eli tutmak istedi. Ama kıyafeti buna izin vermiyordu. Anladığını zannetmiyorum ama ben çok güldüm bu 2 farklı duruma. Robot gibi giyinmiş bizim ufaklığı, çıplak ayaklı Ürdünlü çocuğun yanına arabadan indirerek koyduğumda, Ürdünlü bebek biraz korkmaya başladı. 

    Neyse ki birbirlerine çabuk alıştılar. Çöl kumu üzerinde abisinin getirdiği çöl taşları ile bir şeyler yapmaya, yerdeki çakılları hep birlikte itelemeye başladığında hepsinin çocuk olduğunu görmek güzel bir duygu idi. Yanımda bulunan bir bisküvi açarak hep birlikte yedik. Bunu gören büyük abla, tezgâhtan aldığı deve kemiğinden yapılmış bir kolyeyi bizim ufaklığa hediye etti. Bende onlara arabada asılı duran bebeği verdim. Hep birlikte bir kaç dakikada daha oynadılar. Anneleri de ara sıra sümüklerini yiyen ufaklıklarına bir şeyler söyleyerek 1 saati tamamladık. 

    Kolyeyi para ile almak istediğimden birazda ihtiyaçları olduğunu düşündüğümden, birde bugünün onlarda da bir anısı olmasını arzu ettiğimden para vermek istedim. Almak istemediler önce ama sonra aldılar, ihtiyaçları olduğu gerçeğini unutmadan. 

    Ayrılırken birbirlerine ne söylediler bilmiyorum ama konuşmayı bilmeseler de 2 bebek bir birine “avu, agu, cavu” gibi bir sürü şey mırıldandılar. Akıllılarda kalacağını zannetmiyorum bu yaşadıkları 1 saatin ama içlerin de, ruhlarının bir köşesinde bir his olarak kayda girdiğinden adım gibi eminim. Belki bir gün, mutlu bir şekilde tekrar açığa çıkar bu içlerinde ki bu his. Belki de hiç çıkmaz. Bilemem... 

    Geri dönüş sonucunda, kan ter içinde otele geldiğimizde tek isteğimiz vardı. Sıcak bir banyo ve iyi bir yemekti. Ama biz fazlasını bulduk. 2 bardak güzel bira tüm yorgunluklarımızı unutturdu bize. Hem de Ürdün’de... 

    Son gün. Yol daha da heyecanlanacak ve daha da uzun olacak. Bugün 500 Km yapacağız. Hem Wadi Ram çölünde gezineceğiz hem de Aqubah’da bir akşam yemeği var planda. Bu neden ile Petra’dan erkenden ayrıldık. Yine hem ine hem çıka vadileri aşarak Amman-Aqubah arasındaki meşhur Desert Highway’e bağlandık. İleride uzanan uçsuz bucaksız çöl bizleri bekliyordu. Wadi Ram sapağından saparken benzinimizin bitiyor olması adrenalinimizi biraz daha yükseltti. 

    30 Km yol sonunda Wadi Ram çölünün başına ve kara yolunu da sonuna geldik. 15-20 evden oluşmuş köy de tek geçim kaynağı, bizim gibi gelen turistleri çölde 2-3 saatlik turlar ile gezdirmek. İster 4x4 Jeep, ister 2x2 develer olsun her türlü macera arayanlara bir hizmet var burada. Bizde de Jeep var ama o çöle girecek g..t olmadığı için 60 $ bayılıp kendimize neşeli bir rehber ve süper eski bir Toyota 4x4 kiraladık. Gezi sonunda kendi jeepimizi kullanmadığımıza o kadar çok sevindim ki anlatmam gerçekten zor. Rehbere verdiğimizi parayı da gönülden helal ettim. 

    Hani derler ya “Şansız Bedeviyi çölde kutup ayısı düzer.” diye. İşte vallahi doğru olabilir bu. Bir girdin mi neresi güney, neresi kuzey, neresi doğu, neresi batı anlayabilene aşk olsun. Güney diye Kuzeye yönlenip bir kutup ayısı ile karşılaşmamak elde değil gerçekten. Neyse ki şansız Bedevi değilmişiz de kurtulduk. 

    Güzel ve heyecanlı 2 saatlik çöl turundan sonra popolarımız ağıra ağıra, köyde içinde, ayakta, arabanın ön kaputu üzerinde, açtığımız konservelerimiz ile karnımızı doyurduk. Biraz dinlenip ver elini Aquabah... 

    Dalma tutkunlarına Mısırdan sonra başka bir alternatif Kızıl Deniz şehri. Bize çok gelir dalmak deyip, Kızıl Deniz sahilinde güzel bir tur attıktan sonra kendimizi bir balık lokantasına atıp kırmızı (Mercan gibi) Kızıl Deniz balıkları ile midemizi doldurduk. Tabi ki önceden içtiğimiz süper zengin ve lezzetli balık çorbasını anlatmasam herhalde iyi olur... 

    Karnımız tok, sırtımız pek olmanın mutluluğu ile varlığımıza ve bize sunulan bu güzellikleri yaşamamıza neden olan her türlü olguya teşekkür ederek, gelecek şansların hem bizim, hem de tüm dostlarımızın olmasını dileyerek, 330 Km’lik Aqubah-Amman yolculuğumuza başladık. 

    3, 5 saat süren ve bazen 6 şeritli olan Desert Highway’de rahat bir yolculuk yaparak Amman Queen Alia Havaalanına geldiğimizde yaşadığımız mutluluklar içimizde sıcak bir Ürdün hissi bırakmış idi. 

    Bir sonrakine bir başka yolda olmak dileği ile bindik İstanbul uçağına... 

    Aralık 2007 

     
    Kayıt tarihi
    : 02.01.08
     
     

    ..