Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

20 Ağustos '08

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Ürdün gezi notları

Ürdün gezi notları
 

ÜRDÜN , PETRA'DA NABETİANLARIN TORUNU , ATALARININ MEZARINDA


03.06.2008 ( BEYRUT - ŞAM - AMMAN )

Sabah 06.30 ‘ da uyanıyorum , gece boyu gürültü ve sivrisineklerle geçen mücadelem uykusuz bıraktı beni. Odamın duvarlarının çepeçevre koyu renk lambri ile çevrili olması , sivrisineklerin , saldırıya geçip , saklanmaları için uygun zemin oluşturdu , onlar da alabildiğine kullandılar bunu. Akşamüzeri yıkayıp , otelin terasına astığım tişort ve gömleklerim kurumuş olmalı. Çantamı toparlayıp , on dakika yürüme mesafesindeki Charles Helou garajına geliyorum ve ilk otobüs için bilet alıp biniyorum.

Bir yandan Beyrut ‘u son kez seyrederken , diğer yandan muavinin verdiği Lübnan çıkış ve Suriye giriş formlarını doldurmaya çalışıyorum kargacık burgacık harflerle , hareket halindeki otobüsün içinde. Şutura’ya çıkana kadar , Lübnan dağlarını tırmanıp , Bekaa Vadisinin bağrından , sınır kasabası Masnaa’ya geliyoruz. Pasaport kontrolda yine benim pasaport sorun oluyor , merak ediyorum , bu kapıdan hiç yeşil pasaportla geçen olmadı mı acaba ? Görevli diplomatmısın diye soruyor , belki bu kez işim kısa sürer umudu ile “ evet “ diyorum. Ama yine uzuyor , miskin miskin pasaportun sayfalarına bakıyor , şöför telaşlı sık sık gelip gidiyor , neden sonra , o sesi , pasaportuma inen mühür sesini duyup rahatlıyorum. Şöför , koluma giriyor , otobüse doğru koşuyoruz. Hoppala ; otobüste kimseler yok , şöför çantalarımı veriyor elime , “ taksi “ diyor , “ ne taksisi yahu “ demeye kalmadan , yanıbaşımda , içinde otobüs yolcularından altı kişinin oturduğu hurdaya dönmüş bir Mersedes taksiyi görüyorum. Bir hikmeti olmalı diyerek , sırt çantamı , bagaja atıp , orta sıradaki koltuğa ilişiyorum. Şöför Dürzi olmalı , bizim Bektaşi dedeleri gibi , saç , sakal , bıyık karmakarışık. İki saat sonra Suriye sınırında , sorunsuz geçtiğim Suriye sınırından çıktıktan on dakika sonra da , Suomaria garajındayım. Ortalık adamakıllı ısınmış , akşamdan uykusuzluğun verdiği halsizlikten sırt çantam daha ağır gibi geliyor.

Otobüs bilet gişelerinin bulunduğu binaya ilerlerken , yanıma yaklaşan kılıksız biri “ taksi ile Amman “ diyor. Düşünüyorum , sınır geçişlerinde , pasaport yüzünden takılmaya devam edersem , bir seferinde , bir otobüs beni beklemeden çekip gidecek , peşinden , eşyalarımı arama derdine düşeceğim. Zira , otobüslerde benden başka yabancı bulunmuyor , Arap’ ların gümrük işlemleri de çabuk bitiyor. Taksi dolmuş şöförü , inad edip gitmezse , benim de çantalarımı arama gibi bir derdim olmaz. Söylediği abuk fiyatı , 500 SP ‘ de ısrar ederek indiriyorum , isteksizce kabul ediyor. Meğer otobüs durağında bekleyen üç kişi daha varmış. Dört kişi olunca , bir taksi çağırıyor , o da biniyor , arka koltuğa sıkışarak hareket ediyoruz. “ Amman ‘a kadar böylemi gideceğiz “ diye bağırıyorum. Adam pişkin , sırıtarak , “ başka taksi “ diyor , ileride bir köyün , boş sokaklarından birinde , boş bir arsada bekleyen yeni model bir Toyota otomobil’e biniyor ve saat 09.25 ‘de Ürdün’ e doğru yola çıkıyoruz . Önde oturan genç , makine mühendisi imiş , İngilizce bildiği için , merak ettiklerimi öğrenebileceğim. Arka koltukta , yanımda oturan iki Filistin’ li genç buzdolabı gibi. 10.45 ‘ de Suriye çıkış kapısına geliyoruz , giriş istikametinde , bir panoda “ Esad’ın ülkesine hoş geldiniz. “ yazıyor. Ortadoğu demokrasisi bu kadar oluyor anlaşılan. Gümrükte , bir adam sorgusuz sualsiz , arabanın kapısını açıp , Filistinlileri aşağı indiriyor , çantalarını alarak , başka bir taksiye biniyorlar. Adam , sivil polis olmalı , herhalde Filistinlileri derdest etti diye düşünerek , öndeki mühendise soruyorum , o da şaşkın , olanları anlamamış olmalı “ fantastik “ deyip duruyor. Bizim şöför , elinde bir takım formlar ve pasaportlarımızla koşturup duruyor. Suriye’de şu ana kadar gördüğüm en güzel ve düzenli bina , burada Dar’a sınır kapısındaki Duty Free Shop. Taksiden inen şöför ve mühendis ellerinde viski şişeleri ile dönüyorlar. Gümrük oldukça hareketli , otobüsle sınırı geçeceklerin eşyaları , yerlere serilmiş , gümrükçülerin kontrolunu bekliyor , bizdeki yandaki bankoya , çeyiz dizer gibi , çantalarımızı diziyoruz. Görevli memur , çantalara değil, ısrarla arabaya bakıyor , her yerini arıyor , eliyle kaportaya vurarak , içinde saklı bir şeyler tesbit etmeye çalışıyor aklı sıra . Sonunda Suriye’den çıkıyoruz. Ürdün’ün Ramhta sınır girişinde , pasaport kontrol bankosunda , hissettirmeden fotoğraflarımız alınıyor , sessiz , huzurlu bir ortamda , ciddi ama seri bir şekilde yürüyor işler. Ürdün vizesi için Ankara’ya gitmem gerektiğinden almamıştım , görevli sadece JD (*) aldıklarını söyleyince , yan taraftaki döviz bürosuna giderek , 50 $ bozdurup , 35 JD alıyorum. Ürdün Dinarı , dünyada , dolardan daha değerli ender para birimlerinden birisi. 10 JD karşılığında , iki dakikada pasaportuma vizeyi basıyorlar. Tüm hıza rağmen , bir saat sonra , saat 12 ‘de , Ürdün topraklarına giriyoruz. Bu arada şöförümüz de değişiyor , Amman’a 86 km. lik mesafeyi , yeni şöförle gideceğiz. Rahatlıyorum, diğeri , 150 km. süratle , zaman zaman yüreğimi ağzıma getiriyordu. Artık , daha temkinli ve huzurlu bir yolculuk yapıyoruz. 3-5 km. sonra , kenara çekerek duruyor , aşağı inerek bir gölgede ortalığı seyrediyorum , yarım saat sonra , Filistinlileri getiriyor diğer taksi , dayanamayıp , tekrar soruyorum , bizim araç Suriye plakalı olduğu için , Filistinliler başka bir araçla geçiş yapmak zorunda kalmışlar gibi , abuk bir cevap alıyorum. Saat 13.15 ‘ de Amman’ın Abdali garajının yanında duruyor taksi ve solo gezen birisi için , belki de ; en sıkıntılı anlar başlıyor yine. Sırtımdaki çantayı gören , en az on taksi şöförü sarıyor etrafımı. Saçları kıvırcık , jöleli olan kazanıyor ve Cliff otele götürmesini söylüyorum. Bir an önce , serin bir mekana kavuşma isteği , pazarlık yapmama bile engel oluyor , 3 JD fiyatı kabul ediyorum. Beni ısrarla Palace Otele götürüp , komisyon alma gayreti ile ikna edemeyince ; sıkışık trafik içerisinde , bir köşede indirip , güya karşıda Cliff Otel’i göstererek , parasını alıp , gidiyor. Namussuz , trafik sıkışıklığına girmemek için ; bir km. kadar erken indirmiş. Korkunç sıcak ve egzost gazları arasında , sorarak Cliff Oteli buluyor ve Ürdün’de ilk golü yemiş oluyorum. Bilinen backpacker tarzında bir otel , Japonlar ağırlıkta , 7 JD ( 10 $ ) ‘ e anlaşıp , odamın tavan aspiratörünü sonuna kadar açıyorum. Biraz dinlendikten sonra , hedefim ; Lonely Planet’ten seçtiğim Kudüs ( Jerusalem ) Restoran. Otelin bulunduğu Al Amir Muhammed caddesinin , otelin karşısına düşen Al Malik Al Hüseyin caddesindeki , Kudüs Restoran , Downtown denen bu bölgenin tam merkezinde , giriyorum , oturduğum masada , karşımdaki adam , kocaman bir tabak safranlı pilavın ortasına oturtulmuş , nar gibi kızarmış pilici , evirip çevirerek , didikleyip iştahla yiyor. Garsona aynısından sipariş veriyorum. Lezzetli ve doyurucu yemeğimi yedikten sonra 4.5 JD ödeyerek çıkıp , otelime geliyorum . Çantamdan çıkardığım çarşaf ve yastık kılıfımla yatağımı hazırlıyor ve uykusuzluk , sıcak ve yemeğin verdiği rehavetle uzanıyorum. 18.30’ a kadar uyumuşum. Kalkıyor , Amman keşfine başlıyorum. Amman , yaklaşık iki milyonluk nüfusu ile , İslami kesitlerin , Filistinli mültecilerin , tarihi dokuların yoğun olduğu , Cliff Otel’in de bulunduğu Downtown bölgesini de içeren Doğu Amman ile , kafeler , barlar , lüks otel ve binalar , çağdaş sanat galerilerinin bulunduğu Batı Amman ‘dan oluşuyor. Elbette , Amman’a , kafe ve barlara takılmak için gelmediğimden , Roma Tiyatrosu ve Odeon’un bulunduğu Haşemit meydan ve caddesini buluyorum. Ne var ki ; saat 16.00 ‘da kapanmışlar. 6000 kişilik ve 2. yy’a tarihlenen Roma tiyatrosu ile , 500 kişilik 100x50 m. ölçülerindeki Odeon’u demir parmaklıkların arasından seyredip , fotoğraflamakla yetiniyor , Amman üzerine karanlık çökerken , bir kilo muz alarak , odama çekiliyorum.

Bir günde , üç ülke sınırını aşmak , sıcak ve uykusuzluk yordu beni. Ürdün’e hazırlanmak için , yarın dinç olmalı , bunun için de , uyumalıyım.

04.06.2008 ( AMMAN - JERASH )

Bugün , Amman’ın 51 km. kuzeyindeki , antik Roma şehri Jerash ‘a gitmek istiyorum. Hz. İsa’nın , ilk davetlerini , ilk söylevlerini verdiği bölge olarak bilinen , Makedon İmparatoru Büyük İskender tarafından İ.Ö 332 yılında inşa edilmeye başlanılan , sonra pagan (*) Romalılar tarafından , tapınaklarla donatılan , Bizans hakimiyetini yaşadığı dönemlerde de , Hristiyan Katedrallerine , Emevi ‘ lerle tanışınca da , camilere çevrilen , çok görmüş , çok geçirmiş bir kent Jerash . 85 yıldır kazıların devam ettiği , ancak % 90 oranında ortaya çıkarılabilmiş ve İtalya’da Roma Şehrinden sonra , en iyi korunabilmeyi başarmış tek Roma İmparatorluğu yerleşimi burası.

Lonely Planet ‘e bir kez daha uyarak , Jerash minibüslerinin kalktığı yazılan Abdali garajına gitmek üzere , sıcağa yakalanmadan servis-taksi beklemeye başlıyor , bir yandan da Kral Hüseyin Caddesi boyunca yürüyorum. Araçların hepsi dolu geçiyor sonunda ümidi keserek , alt tarafı 1.5 km olan Abdali garajına yürüyerek gitmeye karar veriyorum. Neden sonra , bir dükkanın önünde sabah çayını içen birine , Abdali garajını soruyor ve “ sen Türkmüsün ? “ sorusu ile karşılaşıyorum. Bir yıl önce , Amman’ın kuzeyine giden araçların yeni otogardan kalkmaya başladığını söylüyor. Amman’ dan Petra ‘ ya otobüs bulamazsın , 20 JD ‘ye ben götürebilirim diyerek yarın için bağlantı yapmaya çalışan , çakal bir şöföre 2 JD vererek yeni otogara geliyorum.

Güneşin alnında bomboş bekleyen minibüse biniyor ve bir saate yakın bekliyorum , sekiz kişi binince şöför , hareket ediyor , şöföre 1 JD uzatıyorum . Ücretin 700 Fill olduğunu , binmeden sorup , öğrenmiştim. Şöför , üzerinde 10 rakamı olan üç adet madeni para veriyor , Fill ve JD ‘ yi biliyorum , ama anladığım kadarı ile bir para birimi daha var Ürdün ‘ de , nitekim , dün akşam , muz alırken de , adam bana aynı paralardan vermiş , ben de , yorgunluk ve uykusuzluktan kafa yormamıştım. Meğer Piestre denilen ve Ürdün Dinarının onda biri , fill’in de on katı olan madeni paralar varmış , 30 Piestre geri alınca anlıyorum.

Çok muntazam bir oto yoldan gidiyoruz , ağaçlandırma çabaları göze çarpıyor yol boyunca. Az sonra , Zarka nehrinin üzerinden geçiyoruz , bir Arap ülkesi için , yüksek standartlarda alt yapıyi izliyorum , açık camdan giran rüzgarla serinlemeye çalışırken. Bir saat sonra , uzaktan Hadrian kapısını görünce Jerash ‘a geldiğimi anlayarak iniyor ve bilet gişesine yürüyorum. Giriş ücreti 8 JD ( 11.5 $ ) , Ürdün’de müzelerin giriş ücreti hayli yüksek . Jerash antik kentinin , Hipodrom ve Hadrian Kapısı civarını ücretsiz gezmek mümkün , ama , Jerash cazibesi ile , muhakkak Güney kapısı önüne davet ediyor herkesi , bu noktadan öteye bilet ile geçiliyor , daha doğrusu , hayli geride kalmış olan gişeden alınmış bilet burada iptal ediliyor.

129 yılında Roma İmparatorlarından Hadrian’ın , bölgeyi ziyareti onuruna yapılmış olan kapının işçiliği göz kamaştırıyor. Anlaşılan , bakıma alınmış , ne yaptıysam , iskelelerden arınmış bir fotoğrafını çekemedim.

2005 yılından bu yana , çocukluğumuzda izlediğimiz Spartaküs , Ben-Hur filmlerinden hatırladığımız Roma savaş arabası yarışlarının yapıldığı Hipodromdayım. 15000 izleyicinin yarış heyecanı ile attığı naralar ve çığlıkları duyar gibi oluyorum. Sıcak hem güneşten , hem hipodromun zemininden vuruyor insana.

Güney kapısı , 15 yüzyıllık ömrünün ardından , yine de , ayakta ve çekici görüntüsü ile , uzun süre kendisini seyretme arzusu yaratmayı başarabiliyor. Hadrian Kapısından bir yıl sonra inşa edilmiş , Jerash kentini çevreleyen duvarlar arasından geçit veren dört kapıdan birisi. Güney Kapısının altından geçerek ilerleyince , Hipodromda ; savaş arabalarının yarış gösterilerinin yapıldığını duyuran afişlerle karşılaşıyor , tekerleklerine testereler monte edilmiş , ölüm arabaları arasındaki kanlı mücadeleleri hatırlıyorum yine.

Solda ; Zeus Tapınağının bulunduğu yer , kapalı bir müzeye dönüştürülmüş , bilinçli bir teşhir modeli ile , sütun başları , üzerlerindeki renkli desen ve boyaları ile antik duvar parçaları sergileniyor.

Jerash’ ın sessizlik ve bunaltıcı sıcağında , birden gayda ve trampet sesleri geliyor kulağıma , Güney tiyatroya yürüyor , serin tünellerinden geçerek , 5000 kişilik tribünlere tırmanıp , sahnenin önünde , geleneksel asker kıyafetleri ile , turist kafilesine gösteri yapan ve sonra da , önlerindeki bahşiş kutusunu gösteren Ürdünlüleri izliyorum. 1. y.y ‘da yapılmış Güney Tiyatronun , muhteşem akustiğinin neticesi olacak , gayrıciddi çalınan gayda sesleri bile , tribünlerin tepesinden , tüm Jerash’ın göründüğü mükemmel panoramaya , hoş bir fon müziği oluşturuyor.

Yaklaşık 2000 yıllık bir tiyatronun , böylesine canlı , bakımlı olması ; yapılan restorasyonların bilinçli olmasından kaynaklanmış olsa gerek . Dışarı çıktığımda fark ediyorum ki ; bir önceki mekanda , Zeus Tapınağının içerisinde fotoğraf çekerken , içerideki aydınlatma nedeni ile , değiştirdiğim kameramın beyaz ayarını , düzeltmeyi unutmuşum , dolayısı ile fotoğrafların tümünü yeniden çekmem gerekecek. Tekrar giriyorum Güney Tiyatroya , tekrar , tribün basamaklarını tırmanıyor , hiç de , fotoğraf için elverişli olmayan , ışık şartlarında yeniden kameramı çalıştırıyorum. Jerash’ın omurgasını teşkil eden geniş kolonlu cadde ( cardo maxımus ) , kuzeye doğru uzanıyor , 800 m. boyunca , yere diyagonal döşenmiş iri taşların arasında , bazı yerlerde toz , toprağın arasında , mozaikler çarpıyor gözüme. Güney Tiyatrodan inince , 90 m. uzunluk , 80 m. genişliğinde oval meydan ( forum ) başlıyor ve sık raslanan Korint başlıklı sütunlar yerine 56 adet İon başlıklı sütunlar tarafından çevreleniyor. Jerash’ın en can alıcı eserlerinin büyük kısmı , cardo maxımus caddesinin oval meydan ile kuzey kapısı arasında uzanıyor. Cardo Maxımus’un geniş döşeme taşları üzerinde yürürken ; iki bin yıl önce , bu caddede salınan , kur yapan dilberleri , şuh kahkahalarını , bunları elde etmek için , peşlerinde koşan erkekleri , asker ve din adamlarının imtiyazlı saltanatlarını düşünüyorum. Solda Güney sokağı da , sütunların eşliğinde devam ediyor ve yolun sağında Emevi evlerinin bulunduğu mahalleye getiriyor.

Emeviler , Roma sütunlarının sıralandığı cadde boyunca , onlara zarar vermeden , onların gölgesinde , kalın taş duvarlar arasında , bazıları kemerli , küçük odalı evler yapmışlar. Kolonların heybetleri yanında , fazla bir albenileri yok. Güney caddesi ayrımından , Cardo Maxımus üzerinde ilerlediğimde , sol tarafta heybetli kolon ve kirişleri ile Catedral çıkıyor karşıma. Pagan Romalılar’ın Dionyzos Tapınağı , Bizanz döneminde görkemli bir Hristiyan mabedi olmuş. Arkasında da , dört tane kilise harabesi var.

Aklıma , benim ülkemdeki Efes geliyor , bu arada kathedralden sonra , Artemis Tapınağının gösterişli girişi başlıyor.

Masmavi göğe uzanan Korint başlıklı sütunların üzerindeki çok zarif taş işleme desenler gerçekten büyülüyor beni. Efes Tapınağı gibi , Jerash’ taki Artemis Tapınağı da , şehri koruduğuna inanılan Artemis ‘ e adanmış. Dayanamayıp , tripodumu antik taşların üzerine kurup , birkaç kez de , kendi fotoğrafımı çekiyorum , burada yaşadığım harika anları tekrar hatırlayabilmek için. Isaiah kilisesi , Artemis tapınağının az kuzeyinde , 559 yıllarında , Bizanslılar tarafından inşa edilmiş , üzerinde hayli yıpranmış sütunlar ile zemin süsleyen , zamana direnmeyi başarmış mozaikler dikkat çekiyor.

Sırada , Kuzey tiyatrosu var. Jerash ‘ ta iki tiyatro bulunuşu , antik yerleşimin zenginlikleri hakkında bir ölçü olsa gerek , 165 yıllarına tarihlenen ve yetenekli eller ve kafalar ile restorasyon gördüğü anlaşılan Kuzey Tiyatrosunun , soba gibi ısınmış taş koltuklarında bir müddet oturarak , dönemi canlandırmaya çalışırken gözümde , üzerimde , alçaktan uçan bir helikopter , koparıveriyor beni düşlerimden.

Karşıdaki alanda Roma Hamamları var. Politikanın , devlet idaresinin şekillendiği yerler , giderek , dedikodu , komplo ve sefahat merkezi olunca , bir çok tarihçi için ; koca Roma İmparatorluğunun yıkım nedeni oluyor bu hamamlar.

Cardo Maxımus boyunca devam eden , bilhassa dört yol ağızlarında inşa edilen dört yüzlü çeşmeler ( tetrapylonlar ) görülmeye değer , sempatik yapıları ile dönem bereketini fısıldar gibi hala ayaktalar. Kubbeleri ve kemerleri ile bir hamam binası 160 yıllarından bugünlere kimbilir ne anılar aktarıyor. Cardo Maxımus’un son noktası Kuzey Kapısı önünde son buluyor , Kuzey Kapısı önünde çalışan iş makinesi , restorasyon üzerinde olduğunun işareti.

En son , önünde küçük bir havuz büyüklüğünde su çanağı bulunan Nymphaeum’u ( su anıtı ) seyrediyorum hayranlıkla.

161 yılında yapılan ve şehrin su merkezi görevini de üstlenen Nymphaeum’a verilen önem , cephedeki kolon ve kiriş işlemelerindeki ebad ve incelikle gösteriyor kendini.

Bugün Jerash ‘a gelmekle , ne kadar isabetli davrandığımı şimdi anlıyorum , burayı görmemek gerçekten bir kayıp olacakmış. Palmyra’ dan daha kapsamlı bir zaman tünelindeydim , sabahtan beri , şu anda saat 15.00.

Roma İmparatorluğunun beyaz cübbeli , şallı politikacıları , süslü , kırmızı eğerli ve rahvan yürüyen atların üzerinde , kırmızı giysileri ile lejyonerler , kısık gözleri ile ortalığı inceleyen din adamları , ama en acısı salınımlı yürüyüşleri ile Romalı dilberler kayboldular bir anda , başka boyuta , 40 C ‘ ın yarattığı sıcak , ter ve susuzluğun bitap düşürdüğü , cardo maksimus’un , güneşten yanan taşlarının üzerinde şaşkın buldum kendimi.

Sabah 8 JD vererek aldığım bilet ile Jerash içindeki küçük müzeyi de ziyaret etmek mümkün. Küçük bir tepe üzerindeki müzenin merdivenlerini , nerede ise , ayaklarımı sürüyerek tırmanıyor , ancak Jerash ‘ın güzelliğini tamamlayan bir şey göremiyorum. Evlerde kullanılan kandiller , takılar , daha eski dönemlere ait ilkel objeler var. İçeriyi serinleten tavan vantilatörlerinin altında biraz dinleniyor , cardo maksimus’un güney ucuna , Hadrian kapısının önüne geliyor ve Hadrian kapısını son kez fotoğrafladıktan sonra , sabah indiğim noktanın karşısında bekleyen minibüse binerek , bir saat sonra Amman’a , garaja geliyorum. Muhtemelen Petra’ya da , buradan gideceğim , ancak , hala buranın adını öğrenemedim. Köşedeki polis karakoluna gidiyorum , İstanbul’dan geldiğimi söyleyince , daha bir ilgileniyorlar , ancak , yardımları , Arapça konuşmalarını daha yüksek sesle yapmalarından öteye geçemiyor. Neyse , İngilizce bilen bir şöför buluyorlar , anladığım kadarı ile “Abdali Cedid “ yani yeni Abdali garajı imiş burası ve sadece Amman’ın kuzeyine giden araçlar kalkıyormuş buradan. Bir polis benimle gelerek , garajın diğer köşesinde bekleyen servis-taksi durağında bekleyen “ downtown “ dolmuşlarına bindirdi ve şöföre de , sıkı sıkı Cliff Hotel’de indir diye hatırlattı. 300 Fill vererek , akşam saatlerinin yoğun trafiği içinde geçen , beklemelerden sonra Kral Hüseyin Caddesinde inerek , Kudüs Restoran ‘a girerek , lezzetle yediğim tavuk ve pilav söyledim yine. Gezilerde en korktuğum şey ; yanlış bir şeyler yiyerek ishal olmak. Birkaç gün , hareket kabiliyetinden yoksun olmanın yanında , yarattığı halsizlik , hep korkutmuştur beni. Bu yüzden , güven vermeyen bir şeyler yemektense , bazen günlerce , birkaç bisküit ile geçiştirmeye razı olurum. 3.7 JD ödeyerek , hemen karşıdaki otelime geliyor , uzanıp , dinleniyorum.

Gün batımına yakın Jebel Qala ( Amman Kalesi ) ‘ne çıkmak istiyorum. Otelci , balkondan kaleye , evlerin arasından çıkan kestirme yolları gösterip , “ up , up “ diyor.Anlaşılan ; kısa ama dik yollardan tırmanacağım kaleye doğru. Dediği gibi , daracık sokaklardan , merdivenlerden tırmanmaya başlıyorum. Bir ara , dar bir sokağın başında , genç bir delikanlı beni görünce , beklemeye başlıyor. Yanına gelince selam veriyor ve kaleye giden kestirme yolu soruyorum. Birlikte yürümeye başlıyoruz , bir ara elimi tutmak istiyor , “ gerek yok , çıkarım “ diyorum , dikkatle bakınca “ gay “ olduğunu anlıyorum , az sonra da , abuk-sabuk tekliflerde bulunmaya başlıyor , bu arada önünden geçtiğimiz , izbe evlerin kapılarında gençler beliriyor. Bir belanın içine düşmemek için gence , sert bir şekilde sesleniyor ve benimle gelmemesini söyleyerek , yanımdan uzaklaştırıyorum. O , arkamdan “ no money “ diyerek seslenmeye devam ediyor.

Neyse , ben önümdeki yokuşları , merdivenleri nefes nefese tırmanarak , Herkül Tapınağından günümüze kalabilen beş sütunun önünde buluyorum kendimi.

Kestirme yollardan gelince , Milli Arkeoloji Müzesinin bilet gişesinin hayli uzakta kaldığını anladığım halde , şansımı denemek üzere müze kapısına yöneliyorum. Kapıda , kibar , güngörmüş bir adam bilet soruyor , durumu anlatıyorum , müzede bakım olduğunu , az sonra kapanacağını , bu süre içerisinde gezebileceğimi söyleyince , az sonra kendimi , Lut Gölü civarında bulunan yazılı tabletler , Ain Gazal civarından 8500 yıllık , dünyanın en eski heykelciklerinin , İ.Ö 4200 yıllarına tarihlenen renkli boyalı duvar resimlerinin bulunduğu salonda bulunuyorum. Bu müze Ürdün’ün en değerli müzesi imiş. Yarım saat sonra , görevlinin ikazı ile çıkıyorum , onlar da , kapıyı kapayıp gidiyorlar.

Kalenin yayıldığı alan oldukça geniş , uzunca bir süre dolaşmama rağmen ancak bitirebiliyorum. Emevi evleri, Bizans evleri , Emevi su depoları , kötü bir restorasyondan geçmiş olduğu , ilk bakışta anlaşılan Emevi Camii’ni ziyaret ediyorum.

Müslümanların , Hz. Ömer komutasında , Bizans ordularını Yermük meydan savaşında yenerek , bölgeye hakim olmaları , daha sonra , Afrika , Cebel-i Tarık Boğazından , İspanya’ya geçerek , Endülüs’te Emevi kültürünü geliştirip , yaymalarının başlangıcı bu coğrafyadır.

Jebel Amman tepesinde güneş batmak üzere , serinleten bir rüzgar esiyor , kalenin bulunduğu tepeden inerken , bu kez geldiğim, izbe yolları değil , caddeleri takip ederek Haşimi Meydanına iniyorum. Yine Kudüs Restorasyondayım , birkaç saat önce yediğim için , aç değilim , ama bir künefe ( 1 JD ) istiyor ve tezgahtarın , künefeyi raconuna göre hazırlayışını , kızdırdığı şerbeti üzerine döktükten sonra , servis etmesini izliyor , bu harika lezzetten sonra , odama çekiliyorum.

Yarın , Cliff Hotel’in organize ettiği , dört kişilik bir tura katılacağım , Madaba , Mount Nebo ve Ölüdeniz’i gezmek için.


05.06.2008 ( AMMAN - MADABA - MOUNT NEBO - ÖLÜ DENİZ )

Sabah 09.00 ‘ da buluşuyoruz resepsiyonda. Singapurlu ve Fransız delikanlı , bir Japon kız ve ben , yaşlı bir şöförün kullandığı otomobille , 60 km. hızla yola çıkıyoruz. Yanımda oturan Fransız , ülkesinin genetik değerlerin inkar etmeyerek , sabırsız , “ bu süratle yarın varırız “ diye söylenmeye başlıyor. Bir ara uzun boyu ile , oturduğu arka koltuktan uzanarak , kilometre saatin üzerine vurarak , “ hızlı git “ demeye başlıyor. Yaşlı şöför , “ yollarda kamera var , polis var “ diye sızlanıyor , yine de; 80 km. ye çıkarıyor hızını. Birkaç km. sonra , gerçekten polis çeviriyor , aşırı süratten. Adamcağız yalvar-yakar , polislere bizi şikayet ediyor , ben de , camdan uzanarak , suçlu olduğumuzu , sürati bizim istediğimizi söylüyor , neticede kurtarıyorum adamı ceza yemekten.

Madaba ; 5000 yıl öncesine tarihlenen ve antik “Krallar Yolu “ üzerinde bulunan , Amman’a 32 km. mesafede , Bizans mozaikleri ile ünlü Hristiyanların ilgi gösterdikleri bir kent. Şöför Madaba’ya girdikten sonra , Madaba Ziyaretçi Merkezi önünde park ediyor , bize de , “ gezin , ben burada bekliyorum “ işareti yapıyor , işin garibi “ one minute “ ‘dan başka İngilizce de bilmiyor. Ziyaretçi merkezinden , birer Madaba haritası alıyoruz ama, bu haritalarla Madaba’da gezeceğimiz yerleri bulmamız mümkün değil , haritada sokak isimleri yok. Önce , 2 JD ödeyerek yakındaki Arkeolojik parka giriyoruz.

Bizans konutlarında bulunan mozaikler, özellikle de ; Hippolytos Hall’deki , topless Afrodit ile Adonis’in bulunduğu zemin mozaiğini çok beğeniyorum. Kanatlı ve yaramaz Eros , yaramazlığının bedelini , kıçına , topless Afrodit tarafından yediği şaplakla ödüyor. Aldığımız kombine biletle , Madaba Müzesini ve Apostol Kilisesini de gezebileceğiz.

Arkeolojik Park’tan çıkınca , önce ben isyan ediyorum , bize ait araç beklerken , sıcaktan kavrulan Madaba sokaklarında neden müze, kilise arayalım diye. Şöföre çıkışıyorum , bizi neden gezdirmiyorsun diye , adam , pişkin , sonunda otel sahibine telefon açtırıyoruz , ondan olur alınca , otomobile biniyoruz. Hayret , gideceğimiz yerleri , şöför de bilmiyor. Önce , biz sorup öğreniyor , sonra harita üzerinde ona tarif ediyoruz.

Madaba Müzesi , küçük , iddiasız , yine de , bir oda içindeki Bizans mozaiği ile , İÖ 800-650 yıllarına tarihlenen büst , İ.Ö 1300-1000 yıllarına ait yemek pişirme ocağı ve İ.Ö 8. yy , aydınlatma amacı ile kullanılan , önünde iki insan figürü olan , kare şeklinde toprak kandili ilgi ile izliyorum. Bir de , müze girişindeki kulübede , arkadaşları ile kahkahalarla sohbet ederken , bizi görünce , komsomol üyesi edası ile , bir anda ciddileşerek , biletlerimizi mühürleyen kadını.

Apostol Kilisesindeki zemin mozaiklerini görmek istiyoruz , ama , üzerlerinde , öyle kalın bir toz tabakası var ki ; kapıda miskin , üzerine konan sinekleri kovalamakla meşgul , kırmızı kefiyeli görevlinin , hiçbir ikazına uğramadan , güzelim mozaiklerin yanına kadar , dikkatle gidiyor ve ancak fark edebiliyorum desen ve renklerini. Çıkarken , kırmızı kefiyesi ile poz vererek , o işe yarıyor hiç değilse !

Madaba’da en yoğun ilgi gören St. George Kilisesine yöneliyoruz bu kez. ( 1 JD ) 560 yılında , iki milyondan fazla mozaik parçası kullanılarak yapılmış ve İncil’de adı geçen 157 yerleşimi , nehirleri , dağları , denizleri ile Orta Doğu coğrafyasını gösteren bir zemin haritası var bu kilisenin içinde. 1864 yılında , mozaikler gün yüzüne

Moutn Nebo , Madaba’nın sadece 9 km. ilerisinde bir tepe. Özelliği ; Musa peygamberin , binlerce yıldır , Orta Doğu’yu kan gölüne çeviren , savaşlara , kıyımlara neden olan East Bank platosundaki toprakları , halkına “ vaad edilmiş topraklar “ ilan etmesi. Mısır’dan kavmi ile çıkıp , Kızıldeniz’in ortadan ayrılarak , geçit vermesi sonucu , Şeria nehri kıyılarındaki toprakları , işte bu tepeden , Nebi Dağından , ümmetine gösterip , hedeflemiş , sonra da , 120 yaşında burada can vermiş. O günden beri de , bu topraklar , tüm dünyaya yayılmış Yahudilerin , kuracakları devlet için hedef olmuş , bilinen yakın ve uzak geçmiş ile 1948’ de İsrail devletinin kurulmasına , Filistinlilerin topraklarının işgaline ve giderek , bir türlü çözüm bulunamayan uluslar arası soruna dönüştü.

Şeria nehri , Ürdün-İsrail arasında doğal sınır. İki ülke arasında , en popüler sınır geçişi , Şeria nehri üzerindeki , Kral Hüseyin yada Allenby köprüsü adıyla anılan noktadan yapılıyor. Ürdün , genellikle , İsrail ve Filistin konusunda , diğer Arap ülkelerinin aksine , daha sakin , akılcı diplomasi yürütmeyi tercih ediyor. Nitekim , bugün , İsrail’le ilişki içinde olan iki Arap ülkesinden biri Ürdün , diğeri de Mısır. Ben de ; sanırım , Ürdün gezimi tamamladıktan sonra , İsrail’e Ürdün’ün güneyindeki Akabe kenti yanındaki Wadi Arava ‘dan giriş yapacağım. Ancak ; Allenby sınır geçişinin tersine , Akabe – Eilat arasındaki Wadi Arava ( Araba ) sınır geçişinin , çok sakin olduğunu öğrenince , ürkmeye başladım. Zira , İsrail ‘in giriş noktalarında , insanları bunaltacak kadar , soru yağmuruna tuttuğunu , psikolojik baskı ile , geleneksel paranoyasını yansıttığını biliyorum.

Moount Nebo’da , seyir terasından , Ölüdeniz’e , Şeria Nehri’ne bakıyorum , binlerce yıldır , kan akıtılmasının bitmediği topraklara . Öyle sevimsiz , öyle itici geliyor ki ; bu topraklar. Şeria nehri , uzaklarda , koyu bir çizgi gibi uzanıyor , onun hemen ardında , Filistin dramının süregeldiği Jerico ( El- Halil ) kampı var.

Seyir terasının hemen arkasında , Musa’nın asasını yılana çevirmek sureti ile Firavun’a , mucizesini gösterdiği anı betimleyen , bir metal sütuna sarılmış yılan heykeli var. Bedevi çadırının serin gölgesinde , korumaya alınmış zemin mozaiğini seyrederken , bir yandan da ; dinlenip , kendime geliyorum. Yandaki , küçük müzede , civardaki Bizans kiliselerinden gelmiş mozaikler teşhir ediliyor. Mount Nebo ‘nun favori mekanlarından , Musa Kilisesi , 4. yy’da yapılmış ilk kez , şimdi 6. yy’da yapılan bina restorasyonda olduğu için , 27 m2 alan kaplayan , nadide mozaikleri görmek mümkün olmuyor . Papa Jean Paul ‘un burayı ziyareti ve barış dilekleri anısına , diktiği zeytin ağacı , insan boyu büyümüş , ama kutsal topraklarda barış , bir arpa boyu yol almadığı gibi , tüm dünya konjonktürünü bozabilecek gelişmelere gebe olma potansiyelini koruyor hala. Sıcaktan , her taraf kıpır kıpır titreşiyor. Biraz serinleme umudum ; Ölüdeniz’ ( Lut Gölü ) de. Litresinde 30 gr. tuz olan , salamura suyuna benzer bir su içinde , serinlemek nasıl olacak ise.

Çok garip , gezi arkadaşlarımdan Singapurlu ve Japon Miyuki Ortadoğu sorununa çok kayıtsızlar , uzak bir coğrafyada yaşadıkları için , Fransız emperyal gelenekleri ile , dünyada olan biteni izlemek adına yorum yapabiliyor , ama ; Filistin dramını düşünecek duyarlılıkta değil , barut fıçısını andıran bu coğrafyada yaşayan biri olarak ben , her türlü şöven ve dinsel gözlükle bakmak yerine , İsrail yayılmacılığını uzun vadeli bir bölge işgali , Filistin dramını da , tüm dünyanın kayıtsız kaldığı bir insanlık suçu olarak değerlendiriyorum , ama Arap’ların dağınık , tutarsız , hatta kayıtsız politikalarını da tiksinti ile izleyerek.

Bu düşünceler ile , deniz seviyesinden 400 m. aşağıda yer alan Lut Gölü’ne doğru kıvrılarak inen yollar boyunca , çorak , sevimsiz topraklardan , zaman zaman , güneşin alnına kurulmuş Bedevi çadırlarının yanından geçerek ilerliyoruz. 25 kmx 85 km. boyutlarındaki göl , kutsal kitaplarda anlatıldığına göre Lut kavmini sapık davranışlarından dolayı helak eden , Sodom ve Gomorra’da hala nedeni çözülememiş , Tanrıların Arabaları kitabının yazarı Erich Von Daniken’e göre , bir nükleer patlamanın yaşandığı bölgenin tam göbeğinde. Litresinde 30 gr. tuz olan , yani Akdeniz’in 10 katı tuzluluğa sahip olan Lut Gölü içinde hiçbir canlı yaşamamakta. Yine düşünmeden edemiyorum , bu topraklar için Tanrı tarafından kesilen ceza hala geçerliliğini koruyor olmalı.

İki ayrı kontrol noktasında , ciddi bir şekilde pasaportlarımız kontrol ediliyor , Ürdün güvenlik görevlileri , kafalarını , omuzlarına kadar , oturduğumuz aracın içine sokarak inceliyorlar bizi. Karşı sahiller İsrail toprakları , zaman içinde karşılıklı sızmalar oluyor belki de. Göl sahiline paralel asfalt boyunca ilerliyoruz. Mariot , Kempinski , Movenpick gibi uluslar arası otellerin yanı sıra , her taraf devasa otel inşaatları ile bir şantiye görünümünde. Zincirlikuyu’daki İETT garajı arazisine , burgulu gökdelen projesi ile gündeme gelen , Dubai Şeyhi’nin şirketi EMAAR da büyük turistik kompleksler inşa ediyor Ölüdeniz sahillerinde.

Şöför , Amman Beach isimli , lüks bir tesisin önünde duruyor. Plaj ve duştan yararlanmanın bedeli 10 JD. Diğer arkadaşlarım bu fiyatı yüksek buluyorlar , görevli fiyatı inmiyor , ben çoğunluğa uyma adına kayıtsız kalıyorum. Hele , Ürdünlüler’e 6 JD , yabancılara 10 JD olduğunu öğrenince , yan tarafta , biraz daha salaş olan Amman Tourist Beach ‘e giriyor ve 6 JD ödüyoruz her birimiz. Daha yerlerimize oturmadan , şemsiye ve koltuklar için de 250 Fill isteyen biri geliyor yanımıza. Ürdün’deki Ölüdeniz ile ülkemde Fethiye’deki Ölüdeniz’deki fiyat politikalarını birbirlerine benzetiyorum.

Ürkek adımlarla giriyorum Lut Gölü’ne . Biliyorum ki ; dalgaya düşer de , suya dalmaya kalkarsam , korkunç acılar içinde yanacak gözlerim ve cildim. Usulca bırakıyorum kendimi , sırtüstü suyun yüzeyine. Ellerim ensemde , hiç çaba harcamadan yüzüyorum , yoğun tuzun yarattığı kaldırma kuvveti ile.

Hatta , az sonra elime bir turistik döküman alarak , suyun içinde , rahatça okumaya başlıyorum , Japon Miyuki de şaşkınlıkla izleyip , fotoğraflıyor bu enteresan görüntüyü. Ölü Deniz’in suyunun ve kıyı çamurlarının şifalı olduğu bilinir , dünyanın dört bir yanında , özellikle İsrail tarafında üretilen sağlık ve güzellik ürünleri pazarlanır. Bir çamur çukuru görüyor ve tüm görünen vücudumu örtecek şekilde sürüyorum. Magnezyum , potasyum ve kükürt içerdiğinden , kan dolaşımı hızlandırıcı , toksin atıcı , dolayısı ile yenileyici etkisi var bu çamurun. Ürdün’de her turistik tesis veya bölgede , “ Dead Sea Beauty Products “ yazılarını görmek mümkün. Ama , tepemdeki çılgın güneş , koyu renkli çamuru anında kurutup , emdiği ısıyı vücuduma saplamaya başlıyor , canım acıyor kısacası. Sorun yaşamamak için , suya girerek , çamuru akıtıyor ve duş yapıyorum. Ona rağmen , tenimde yer yer kızarık bölgeler oluştu . Tüm sahiller tuz kalıpları , kristalleri ile dolu.

Saatler ilerledikçe , rüzgar kesiliyor , su üzerindeki kırışıklar kalmıyor , karşı İsrail sahillerinin aksi suya vuruyor. Bir ara , şemsiyelerin altında sohbet ederken , Fransız gencin , Türkiye’ye sataşması , AB üyeliğini imkansız görüp yakıştıramaması gibi analizlerini , atalarının , yakın tarihte Kuzey Afrika’daki soykırımlarını hatırlatarak köreltiyorum . Sarkozy’den fazla etkilenmiş olmalı .

Saat 16.30 ‘da Amman’ a doğru yola çıkıyoruz. Sıcak ve tuz perişan etti bugün , üstelik çantamdaki ekmek ve gravyer peynirinden başka bir şey de yiyemedim sıcaktan , iki litre de su içtim. Amman ‘da gün batımına doğru , hava serinlerken , yine Kudüs Restoran ‘a giderek mükellef bir ziyafet çekiyorum kendime.( 4.3 JD ).

Yanımda 700 SP kadar Suriye Parası kaldı , eğer İsrail ‘e gidersem , Suriye üzerinden dönemeyeceğimden , otelin yanındaki döviz bürosunda bunları bozdurup , JD almak istiyorum. Benim hesabıma göre 10 JD almam lazım , kurnaz 7 JD ‘den başlayarak , sonunda 10 JD veriyor.

Otelin arka sokaklarında dolaşıyorum , bir levha üzerinde “ Kabhartay Caddesi “ yazıyor , Kırım harbinden sonra Ürdün’e büyük ölçüde Çerkes göçü olduğunu , devlet hiyerarşisinde önemli yerlere geldiklerini , kral muhafız alayının Çerkes’lerden oluştuğunu okumuştum.

Otele dönüp , resepsiyona Petra arabalarının nereden kalkacağını soruyorum. Zira , rehber kitabıma , bu konuda güvenemiyorum artık. Wahadat Garajından kalkıyormuş , bugün birlikte gezdiğimiz Japon Miyuki ; yarın ben de Petra’ya gideceğim deyince , kadınların , müşkülpesentliğini , otel seçimindeki sinamekiliklerini bildiğimden , mesafeli duruyorum. Ama yarın Petra ( Wadi Musa ) yolları görünüyor bana.

Odamın bulunduğu daracık sokağın karşısındaki binanın terası içkili restoran. Akşam üzerleri , gürültülü bir kalabalıkla doluyor , ben de , onların içki alemlerini , tavırlarını seyrediyorum. Bir ara , tanıdık bir müzik geldi kulağıma ; Selahattin Pınar’ın “ Ada sahillerinde bekliyorum “ bestesi , Arapça sözlerle çalıyordu. Neşeli sohbetleri, çığlıkları dinlerken , yorgunluk teslim almış bedenimi , uyumuşum.

06.06.2008 ( AMMAN - PETRA “WADİ MUSA” )

Sabah 06.00 ‘da uyanıyorum , poşetlere bölüştürdüğüm eşyalarımı , gözden geçirerek , sırt çantama dolduruyorum. Günlük ihtiyaçlarım , kazak , su , bisküit gibi sıkıntılı anlarda kullanabileceğim eşyalarım , tripod ve pratik kullanım gereçlerim , gezi sürecince notlarımı yazdığım defterim , bol miktarda tükenmez kalem ( ki; şu ana kadar üç tane bitirdim. ) küçük sırt çantamda bulunur. Omuzuma astığım daha küçük bir çantada , rehber kitabım , gezi ile ilgili dökümanlar , küçük rulolar halinde tuvalet kağıtları , sıvı sabun , gezdiğim ülkenin parası gibi , yanımdan ayıramayacağım ihtiyaçlarım bulunur ve ellerimin her zaman serbest kalmasını sağlar. Bir de , çamaşırlarımın altındaki bel çantası vardır , gezi süresince harcayacağım dolar veya euro cinsinden tüm param , pasaport ve seyahat sigortamın fotokopileri ile sırt çantamın yedek anahtarları burada yer alır. Yaptığım gezilerde , karşılaştığım sorunların verdiği pratikle oluşturduğum bu düzen , gezimin sakin , paniklemeden geçirilmesini temin eder. Öyle günler olur ki ; değişik nedenlerle uzun süre bir şey yememişim , bu mutluluğu vardığım şehre bırakmışımdır. Ancak ; öyle sürprizler olur ki; yemek yemeden uyumak zorunda kalabilirim. İşte bu hallerde bile , bayatlamış da olsa , küçük sırt çantamda , açlığımı geçiştirecek bisküi bulunur. Bu nacizane bilgileri yazmamın nedeni , az gelişmiş bir ülkede girdiğiniz umumi tuvaletten çıktıktan sonra , ilk banyo yapacağınız mekana kadar , huzur ve keyifli yolculuk ve gezilere zemin hazırlamak içindir.

Neyse ; çantalarımı toparlayıp resepsiyona geldiğimde Miyuki ‘yi beni bekler buldum. Beni görünce , “ bir dakika “ diyerek , tuvalete koştu. Az sonra , aşağıda Al-Amir Mohammed Caddesinde , bizi Wahadat Otobüs Garajına götürecek taksi bekliyorduk. Bindiğimiz taksi şöförü taksimetreyi , biz istemeden açtı , yaklaşık 2.5 JD tutacağını biliyordum , 3 JD yazdı. Bugün Cuma , üstelik sabahın körü , Japonların , her gördüğüm ülkede , güne erken başlamayı sevdiklerini biliyorum , bir araya gelince de , karga kahvaltı yapmadan yollara düşmüş olduk böylece. Wahadat garajında değil otobüs , nerede ise insan bile yok. Oysa , Ürdün’deki Jetta otobüs işletmesinin Suriye , Lübnan ve Ürdün’ün pek çok yerine gittiğini okumuştum. Sorduğumuz herkes , garajın bir kenarında hazin hazin bekleyen , çökmüş bir minibüsü gösteriyor. Ben ise , üç saat yolculuk için , daha rahat bir otobüs yolculuğuna hazırlamıştım kendimi. Bir anda , garaj bitirimlerinin ilgi odağı oluyoruz , ben de bırakıyorum kendimi , neler olacak diye. Bir erketeci , kahve ikram etmek istiyor , baharatlı Arap kahvesini içerken , minibüsümüze beş-altı kişinin bindiğini görüyorum. Kahveyi içip , abuk-sabuk muhabbetlerden sonra , Miyuki ile minibüse biniyoruz. Şöför , kişi başı 5 JD istiyor , Miyuki elindeki notlardaki 2.8 JD fiyatı gösterince , adam utanıp , kızarıyor. Dünyanın halleri , insanların davranışları evrensel. En arka koltuklarda oturan 7-8 kişilik bir aile ile sohbete , daha doğrusu onlar tarafından beslenmeye başlıyoruz. Genç bir kadın iyi İngilizce biliyor , kendisine nazar boncuklu bir anahtarlık hediye ediyorum , kadın öylesine mutlu oluyor ki ; çantasından çıkardığı , üzerinde evinin anahtarlarının bulunduğu , Ürdün Havayolları “ Jordan Royal “ anahtarlığını veriyor , tüm karşı koymama rağmen.

Saat 08.00 oldu , hala minibüsün dolmasını bekliyoruz , derken Cliff Hotel’de kalan Hong-Kong’ lu kız da taksiden inerek yanımıza geliyor. Oysa , bugün Miyuki ile Jerash’a gitmek üzere plan yapıyorlardı. Daha dengeli , mütevazi Miyuki , sanki onu ekmek istedi , ama yine yakalandı gibi geldi bana.

İkramları hiç bitmiyor , yol boyunca hiç durmadan yiyip içiyorlar , bu arada bize de , meyve suyu , bisküi , kek veriyorlar. Sonunda , hareket ediyoruz. İnsanlar ne kadar farklı , dün Ölüdeniz yollarında beraber gezdiğim Fransız genç ne kadar ukala , sinir bozucu idi, abuk sabuk konuşmalarını , “ siz Fransızlar’ın , daha dün Cezayir’de doğradığı insanların kan kokusu ellerinizden çıkmadı “ diyerek susturmuştum . Singapurlu gencin annesi , Hindistan’ın en renkli bölgelerinden Kerala ‘dan imiş, olgun , tevazu dolu idi , Japon Miyuki de geleneksel uyum ve mütevazi tavırları ile dikkatimi çekmişti. Güneye inen üç otoyoldan biri olan “ desert highway “ üzerinde gidiyoruz. Elbette , otoyol tanımı , Batı standartlarının oldukça dışında , zaman zaman içinden geçtiğimiz küçük yerleşimler dışında , Qatranah’dan Maan’a uzanan çöl üzerinde ilerliyoruz iki saattir. Bu arada, şöförün değiştirdiği kaset kafa ütülemeye başladı , oysa , Feyrouz çalıyordu şimdiye kadar , keyifle kulak veriyordum ben de. Ürdün’lü aile , minibüsümüz desert highway’dan çıkıp , Petra’ya gitmek üzere , beşbin yıllık tarihi olan , Krallar yoluna girdikten sonra , Tafila’da iniyor , onlarca kez “ bye “ diyerek , vedalaşıyoruz. 57 km. sonra Petra’da olacağız. Bir müddet sonra , Miyuki , beni dürterek , geçtiğimiz bir noktayı gösteriyor. Bakıyorum, rehber kitabımdan seçtiğim , “ Musa Spring Hotel “ levhasını görüyor ve stop diyerek , aracı durduruyorum. Bizimle birlikte inen Hong-Kong’lu kızla beraber 200 m. kadar geri yürüyerek otel resepsiyonunun önüne geliyoruz. Ben , single bir odayı beğeniyor ve 7 JD ‘ ye anlaşıyorum , ancak , korktuğum başıma geliyor ve kızlar , iki yataklı bir oda için istenen 10 JD ‘ yi , 1 JD daha indirebilmek için , kıyasıya bir pazarlığa giriyorlar. Odama giriyorum , sonunda 10 JD ‘ yi kabul edip , karşımdaki odaya yerleşiyorlar. Ben ; “ bugün , serbestiz , yarın isterseniz beraber Petra’ya gideriz “ diyerek , odama çekiliyor , tişört ve pantolonlarımı yıkayıp asıyor , sonra da , miskinlik yapmak için , bir saat kadar uzanıyorum. Kaldığımız otel , Petra girişinden 5 km. uzakta , ancak , sessiz , şehrin dışında olduğu için , tercih etmiştim. Otel servisi her sabah saat 07.00 ‘de Petra’ya götürüp , akşam 06.00 ‘da alıyor. Bugün , Petra’ya girme niyetim yok. Saat 12.00 , yani yarım gün geçmiş , yarın sabah erken , fotoğraf içinde elverişli ışık şartlarının olduğu saatlerde girer , dolaşırım Petra’yı düşüncesindeyim. Otelden , 5 km. ilerideki Petra’ya yürüyüşe başlıyorum. Serin bir rüzgar yüzümü yalıyor , yokuş aşağı , keyifle , sağ taraftaki yerleşimleri izleyerek iniyorum. Bugün Cuma , camiden yayın yapan hopörler , Wadi Musa’yı çeviren tepelerde yankılanarak , hocanın , helak , felaket , müslümin kelimelerini her tarafa iletiyor. Şehir merkezine geliyorum , bütün dükkanlar kapalı , terkedilmiş bir kenti andıracak , teşhir amacı ile mağazaların önlerindeki istiflenmiş mallar olmasa. Sonunda , Petra Visitors Centre önündeyim. Duvarlarını , ölen Ürdün Kralı Hüseyin ile şimdi Kral olan oğlu Abdullah’ın büyük resimleri süslüyor. Otobüsler dolusu turist geliyor , çoğu yaşlı ve aşırı sıcak nedeni ile iki büklüm olmuşlar , etrafta dolaşan satıcılar , rehberler de bunları avlayabilmek için pusuya yatıyorlar.


Bir ağacın gölgesine sığınarak , Lonely Planet’ten Petra sayfasını ve haritasını açıyor , yarın dolaşacağım yerlerin üzerine isimlerini yazarak , şimdiden tanımaya çalışıyorum. Yarım saattir kalbimde bir çarpıntı hissediyorum , neden sonra aklıma geliyor , yaklaşık 40 C sıcaklıkta 5 km . yürüdüğüm , bazen artık orta yaş limitini geçtiğimi ve 55 yaşında olduğumu unutuyorum.

Artık , yarın için hazırlıklarımı tamamladım , şehir merkezi Wadi Musa’da biraz dolaşıp , gerekli ihtiyaçları almak üzere geri dönüyorum. Çantamdaki ağırlığın yaklaşık 1 kg ‘ı İstanbul’dan bu yana , 15 gündür taşıdığım konserveler , hem yükten kurtulmak , hem de İsrail sınır geçişinde , sorun yaratmamak için , bunları tüketmem lazım. Petra , sıcak mevsimin başlaması ile düşük sezona girmiş . Dükkanların çoğu hala kapalı . Bir fırından , bizim ramazan pidelerine benzeyen ekmeklerden , biraz meyve ve su alarak , inerken keyif aldığım , yolları şimdi tırmanarak çıkmaya başlıyorum.

Wadi Musa , Petra ile yaşıyor görüldüğü kadarı ile. Kentte , genel ulaşım aracı , minibüs , otobüs yok , market fiyatları bile Amman’dan çok farklı. Restoranların menülerine bakıyorum , vasat bir yemeğin maliyeti bile 25 $ ‘ ı rahatlıkla geçiyor. Petra giriş ücretleri de ; sanırım dünyada hatırı sayılır rakamlar. 1 günlük bilet 21 JD , 2 günlük 26 JD , 3 günlük 31 JD. Irak Savaşı sırasında , insafa gelen ücretler , zaman geçince , yine eski değerlerine dönmüş. Otel resepsiyonunda dolar bozdurarak 34.5 JD alıyorum. Petra’ da 1 $ = 0.67 JD. Gün batarken , kaldığım otele ismin veren , su kaynağının bulunduğu yeri soruyorum , meğer iki bina ileride imiş. Mermer bir yatak içerisinden , gürül gürül kaynayarak , Wadi Musa’ya inen yol boyunca , kanallar içerisinden akıyor. İsrail televizyon kanallarından birinde , 6 gün savaşlarında , cepheden kaçan Arap askerlerin dramı anlatılıyor. Akşam yemeğini yiyor , notlarımı yazıyor ve banyo yaparak , erkenden yatıyor , Petra yorgunluğuna hazırlıyorum kendimi.

07.06.2008 ( PETRA “ WADİ MUSA “ )

Pembe şehir de denilen Petra antik yerleşimi , demir oksit minerallerinin yoğunluğu nedeni ile , harika renkler içeren kayaların , nakış gibi işlenmesi ile ortaya çıkan tapınaklar , meskenler ve en çok da hazine binası ile ünlü. Sami ırkına mensup ve bugünkü Arapların ataları olarak bilinen Nabetian’ların , İ.Ö 600-700 yıllarında kurdukları bir şehir burası. Ticaret yolları üzerinde bulunmasının zenginliğini yaşayan Petra , giderek gerilemeye başlıyor , sonunda Roma İmparatorluğu topraklarına katılıyor.

Sabah 07.00 ‘de Petra önüne götürecek , otel servisini beklerken Miyuki ile karşılaşıyorum. Dün , yarım günde Petra’yı gezip , bitirmişler , ama , perişan olmuşlar. Bugün de Wadi Rum’a geçeceklermiş. Saat 07.15 ‘de oteldeki dört İngiliz’le birlikte Petra Visitors Centre önündeyim. Şimdiden , dört-beş tur otobüsü gelmiş bile. Rehberlerin her biri 40-50 bilet alıyor , gruplar için. 21 JD vererek , bir günlük bilet alıyorum. Sanırım , bir günde Petra’ yı gezebilirim. Amacım , yoğun kalabalık ve güneşin sert ışıkları ile karşılaşmadan , özellikle Hazine binasını fotoğraflayabilmek.

Giriş kapısından itibaren , uzun bir patika üzerinde yürümeye başlıyorum. Sağımda , Petra şehrini koruduğuna inanılan , küp şeklinde işlenmiş , devasa boyutlarda Djin Blokları var.

Bab as Siq ( siq kapısı ) ‘ na gelmeden , solda yine kumtaşı kayalara oyulmuş , Likya Kral mezarlarını andıran , Obelisk mezarlarının önünden geçerek , ileride , Petra’nın en ilginç yerlerinden 1.2 km. uzunluğunda siq denen , kanyona benzeyen geçit başlıyor , ama ; siq bir kanyon değil, tektonik çökme sonucu oluşmuş , 70 m. yüksekliği, yer yer 3-4 m. ‘ ye kadar daralan genişliği ile insanı farklı boyutlara taşıyan bir doğa harikası.

Aynı zamanda , şehri düşmanlardan koruyan doğal bir barikat , dar giriş ve çıkışlara konan taş kapılar , fiili saldırılardan koruyormuş antik Petra kentini. Siq içerisinde , hayran , etrafı seyrederken , sona erip , Petra’nın göz bebeği Hazine binası önünde buluyorum kendimi. Hazine binası , bir kısım tarihçiye göre , Mısır Firavunlarının hazinelerinin saklandığı yer , bir kısmına göre ise , bir soylunun mezarı. Ama , sabah saatlerinde üzerine düşen sert gölgeler nedeni ile istediğim fotoğrafları çekemeyeceğimi anlayınca , bir de akşam üzeri dönüşte denemeye karar veriyorum.

Fasadlar sokağına doğru ilerliyor, sırası ile Sabiros Alexandros , Tomb 67 , Tomb 70 ve Tomb Unayshu ‘un kayalara oyulmuş , harika yapılarını izleyip , fotoğraflayarak , yolun solunda 7000 kişilik , tamamı kumtaşı kayaların oyulması ile inşa edilmiş amfi-tiyatronun önüne geliyorum. Oturma yerleri , hala sapasağlam duruyor, sanırım , içeri giriş yasak olduğu için, insani zararlardan korunabilmiş. Ayrı boyutlarda dolaşırcasına duygular içerisinde , bu kez fasadlar sokağının sağında yer alan Palace Tomb , altında uzanan kemerleri ile Urn Tapınağı , Silk Tapınağı çok ince , güzel , okşayıcı darbeleri ile ilgi çekiyorlar.

Patika yol sola ilerlerken , ben doğru devam etmeyi tercih ediyorum , sağda , karşıma çıkan , kayalardan oyulmuş merdivenlerin davetine uyarak başlıyorum tırmanmaya , ama bir türlü bitmiyor merdivenler. Haritaya göre Jebel Al Khubtha yani Kutba Dağına çıkıyorum . Çok ileride hayal meyal , bir kız görüyorum merdivenleri tırmanan , anlaşılan Petra’yı kasıp kavuran bunca ziyaretçi arasında ikimizden başka kimsenin gözü kesmemiş , ya da patikayı izledikleri için , burayı atlamışlar. Merdivenlerin bu kadar çok olabileceğini tahmin etmediğim için , saymayı düşünmemiştim , ama , inerken mutlaka saymayı deneyeceğim. Tüm Petra , panoramik olarak görünüyor buradan. Kızcağız , beni görünce , ürkekliğini atıyor üzerinden , selamlaşarak , bir birimizin fotoğrafını çekiyor ve titreyen bacak kaslarımın verdiği rahatsızlıkla , merdivenleri inmeye başlıyorum.

Tam 527 tane merdiven sayıyorum , kanter içinde kalarak , bacaklarımın titremesi pek boşuna değilmiş. Lonely Planet ‘ in detaylı haritasını izleyerek , patika üzerinden ilerlemeye devam ediyorum. Sağda Nympheum var , daha doğrusu harita böyle diyor ama , Nympheum ‘ a yaraşan bir güzellik yerine , harab olmuş taş blokların önünde , siyah elbiselerinin içinde kıyasıya kavga eden iki Bedevi kadını görebiliyorum , bir şeyi paylaşamıyorlar sanırım. Nympheum’un hemen önünde , bir levha , yanındaki ağacın 450 yaşında olduğunu söylüyor. Kolonlu caddede , Apamea ve Jerash ‘daki Cardo Maxımuslar geliyor aklıma , ancak , burada sütunlar yorgun , dökük , ama , yere diyagonal döşenmiş taşlar , binlerce yıl , nelere tanık olduklarını soranları cevaplamak için sabırsızlar gibi geliyor bana.

Great Temple ( Büyük Tapınak ) önündeyim şimdi. Yakın tarihte , Batı fonlarınca , restorasyon görmüş , ancak , ya yarım kalmış , ya başarılı bir restorasyon olmamış. Derbeder hali , devrilerek , iskambil kağıdı gibi yan yana dizilmiş kolon taşları , ayağa kalkabilmesi için , daha çok çaba gerektiğini anlatıyor. Tapınağın tam karşısındaki sırtta , doğanın yıpratıcı etkilerine karşı beyaz güneşliklerle korumaya alınmış , büyük bir alan var. Burası , yerdeki mozaikleri ile ünlü Petra Church veya Bizans Kilisesi diye adlandırılan yer. Patikayı aşarak , sıcaktan kavrulan Petra’ya inad , beyaz güneşlik altındaki serin ortamda , mozaikleri fotoğraflıyor , çantamdaki pratik sandviçlerimden atıştırıyorum.

Bizans Kilisesinin yanında , dört mavi granit kolonlarının ayakta kalabildiği , 6. yy ‘da bir din adamına ait olduğu sanılan bir mekan kalıntısı var. Sırt üzerinde ilerleyerek , Winged Lions Temple önüne geliyorum , fakat , bırakın kanatlısını , aslan heykelini görmek bile mümkün değil , yıkılmış taş bloklar arasında , terden kızaran gözlerim , beyhude arıyor aslanları.

Kolonlu yoldan devam ederek , sapasağlam bir tak’ı andıran Anıtsal Kapı ( Temenos Kapısı ) ‘dan geçerek , Kapıdağ Yarımadasındaki Rahibeler Manastırını hatırlatan Bizans Kasrına geliyorum. Yüksek , heybetli bir binadan geri kalanlar içinde , beni en çok etkileyen , ön cephede yaşamayı başarmış , kilit taşlı kemer oluyor.

Eşek sayısının artmasından , Petra’nın diğer favorisi Manastır ( Al Deir ) yoluna yakın olduğumu hissediyorum. Hayli tepede olduğunu okuduğum Manastıra zorlanmadan gitmek isteyenler , kendilerini bekleyen eşek veya katırlar için 20 € ödeyerek , dilleri bir karış dışarıdaki hemcinslerine hava atabiliyorlar.

Ancak ; önce , sağdaki Nabetian Müzesine girmek istiyorum.Petra bileti ile ücretsiz gezmek mümkün. Nabetian , Roma ve Bizans dönemlerine ait büyük , küçük pek çok kullanım eşyasının ve heykelin sergilendiği müzede , hiçbir emniyet tedbirinin alınmamış olması dikkatimi çekiyor.

Müze çıkışında , Manastırdan inenlerin yüz ifadelerini inceliyorum. Zor bir işi başarmış olmanın gururu ile birlikte yorgunluktan perişan olmanın izlerini de taşıyorlar. Rüzgarın giremediği koyaklar fırın gibi yakıyor insan tenini. Manastır’a uzanan kaya patikaya vuruyorum , ancak , daha yeni kaptırmışken kendimi , solda Lion Tomb ( Aslan Mezarı ) ’ nı gösteren işareti görüyor ve dalıyorum. Kayaların üzerinden atlayıp , tırmanarak önüne geliyor ve karşısındaki kaya kütlesinin gölgesinde fotoğraf çekiyorum.

Manastırın nefes kesen patikalarına tırmanmaya devam ediyorum , 527 merdiven basamağı saydığım Jebel Al Khubtha , Manastırın bulunduğu yüksekliğe oranlanırsa , iki katlı bina gibi kalacak anlaşılan. Üstelik , burada merdiven saymak ve aklımda tutabilmek için ne yeterli sabrım olacak , ne de gücüm kalacak anlaşılan. Zaman zaman , yanımda hızla geçen katırlara çarpmamak , az da olsa nefeslenmek için kenara çekilip dinleniyorum. Her şey gibi bu yolun da sonu geliyor , yaklaşık 45 dakika süren tırmanış sonunda Manastır binasının bulunduğu meydanın önünde bulurken kendimi , buraya gelen herkesin yaptığı gibi , derin bir ohh çekiyorum. Sabah , ilk gördüğüm Hazine binasının fasadına benzer olsa da ; tepedeki kaya-toplar ile detaylar ve sütunlar farklılıklar gösteriyor. Dünya turistik literatüründe en çok yer alan fotoğraflardan birinin önündeyim , buralara gelebilmiş olduğum için , şükran duygularım yoğunlaşıyor. Işık da müsait fotoğraf için , Hazine binasının üzerine düşen gölge lekeleri çok kötü idi sabahleyin , bakalım dönüşte ne ile karşılaşacağım.

Her zamanki sıkıntıyı çekiyorum ; kime Manastırın önünde bir fotoğrafımı çekmesi için , kameramı uzattı isem , hiçbir özen ve kadrajlama zahmetine girmeden bastılar deklanşöre. Oysa , aynı ricalar bana yapıldığında , belki de ; karşımdakini bıktıracak kadar , yeterli koşulları sağlamaya çalışırım.

İniş tabii ki ; daha kolay oluyor , çıkışta , kalbimi avuçlarımda hissettiren 800 merdiven , sadece kaslarda hafif titreşimlere neden oluyor ki ; Manastır ( Al Deir ) ‘ı görmek için ödenmesi az bir bedel bence.

Bu kez sağdaki Al Habis Müzesine giriyorum , burası da , ücretsiz. Süs eşyaları , kandiller ve takıların yanında en çok müzenin doğal duvarlarındaki , demir oksit ve silikatların yarattığı harika renk ve desenleri seyrediyorum. Görevli de , şaşkın bakıyor bana , seyredilecek bunca şey varken , duvarda ne buluyor diye düşünerek.

Müzenin bulunduğu tepenin sağında , Crusader Fort ( Haçlı Kalesi ) levhası , beni o tarafa çekiyor. Yine , dik ve yorucu merdivenlerin önünde buluyorum kendimi , çaresiz tırmanacağım diyor ve saldırıyorum kayalardan oyulmuş doğal basamaklara. Al Habis dağının zirvesindeyim , esen rüzgar ve panorama terimi ve yorgunluğumu sıyırıp alıyor üzerimden.

Güzelim rüzgarı Al Habis Dağının tepesinde , bırakarak iniyorum . İleride , arazinin ortasında tek bir sütun görüyor , yanına gidiyorum. Petra ‘nın bu bölgesinde kimseler yok , gerçi ilerleyen saat ve sıcaklık , Hazine , Manastır ve Fasatlar Sokağı ile yetinmek isteyenler için olumsuzluk yaratıyor olmalı buralarda da , pek kimseler gözükmüyor , uzaktan da olsa. Sütunun yanındaki levhada Firavun Kolonu yazıyor. İleride hayal meyal görünen , kaya- anıt’lar çağırıyor. Yorulmama rağmen , davetlerine uyuyorum. Wadi Fasara ‘nın başlangıç noktalarında olmalıyım. Arazi tatlı eğimlerle yükseliyor , suyum azaldığı için endişeliyim. Solda , önümde 40-50 kadar koyun ve keçinin otladığı Renaissance Mezarı , 2. yy’da Nabetian’lar tarafından yapılmış. Az ileride , gerçekten , demir oksit- silikat-kumtaşı’nın yarattığı doğal güzelliklerle , kolon ve kirişlerle Renkli Mezar , hemen karşısında alın frizlerinde kısmen harap olsa da; hala seçilebilen üç savaşçı figüründen adını alan Asker Mezarı ( Soldier Tomb ) , yine Nabetian dönemine 1. yy ‘ ın 2. yarısına tarihleniyor.

Şişemdeki son damlayı da içiyor ve Wadi Fasara’nın iyice dikleşen patikalarına saldırıyorum. High Place ‘in dik merdivenlerini biraz çıkınca , küçük meydanda , kayalara oyulmuş devasa bir aslan heykeli ile karşı karşıya geliyorum. Lion Fountain ( Aslan Çeşmesi ) burası da.

Nefes alışlarım normal ritmine kavuşunca , tırmanmaya devam ediyorum. Sabah 07.30 ‘de girdiğim Petra ‘da ; nerede durmaksızın yürüyor , tırmanıyorum , şu an saat 16.00 . Susuz kalmak ürkütüyor beni , Yukarıda ; High Places denen bölge , ne kadar uzakta , hiçbir işaret yok.

Hiç istemediğim halde dönüşe geçiyorum. Dönüşte uğramak üzere yanından geçtiğim Garden Tomb önündeyim şimdi. İki sütunlu mezarın önünde bir de havuz var. Sütunların arkasında hakim olan serinliğe bırakıyorum kendimi , nereden çıktı ise , iki kedi beliriyor yanımda. Böylesine , ıssız yerlerde , pek insan görmediklerinden olsa gerek gittikçe sokuluyorlar bana. Bir müddet oyalanıp , Wadi Fasara boyunca , geldiğim patikaları geri dönüyor , ileride , kestirmeden Fasatlar Caddesine giden patikanın üzerinde , siyah güneşliği ile umud vadeden restorana giriyor ve susuzluktan çatlamak üzere olan dudaklarımı suya kavuşturuyorum. Normal fiyatının dört misli pahalı olan ( 2 JD) şişe suyu , zemzem suyu gibi geliyor bana. Epey oturup dinleniyorum , bu arada ayaklarımın perişan durumunu inceliyorum. Siz siz olun ; kumlu veya tozlu yollarda yürüyüş yapacağınız zaman , sakın sandalet giymeyin. Sandalet kayışları ile deri arasına , ter nedeni ile yapışan kum veya toz taneleri , yürüdükçe , deriyi zımpara gibi törpüleyerek tahriş ediyor. İki ayağım bu yüzden perişan , derileri soyulmuş , kanıyorlar. Yarın , mutlaka ayakkabı giyerek dinlendirmem gerekecek.

Fasatlar Sokağından , Hazine’ye doğru yürüyor , bir yandan da , iyi fotoğraf alıp alamayacağımı düşünürken ; yanıbaşımda bir sesle irkiliyorum. “ hepimiz çok yorulduk “ diyor İngilizce . Yorgunluktan çok , susuzluğun mahvettiğini söylüyorum . Nerelisin , kimsin sohbetleri ile Hazine önüne geliyoruz. Homojen olarak tamamı gölgede , sabaha göre çok daha iyi görüntü alabileceğim. Kameramı çıkarırken , kadın gülüyor , “ sabahleyin de fark ettim , çok fotoğraf çekiyorsun “ diyor. Oysa ben izlendiğimi hiç düşünmemiş , fark etmemiştim ! Lilly ismindeki kadın , Yugoslav asıllı Türk aileden geldiğini , halen Amerika’da Finans Mühendisliği yaptığını söylüyor. İki haftadır kızı ile Ürdün’ü geziyorlarmış , sonra Türkiye ‘ye geçeceklermiş . Yarın Wadi Rum ‘ a geçeceklermiş , ben de düşünüyorum , belki yarın görüşürüz diyerek Petra kapısının önünde ayrılıyoruz . Wadi Musa merkezinden , öteberi aldıktan sonra , Wadi Rum ‘a giden araçları , garajı arıyorum. Garajda kimseler yok.” Otelden rezervasyon yaptır diyorlar. “ Otelime doğru yürümeye başlıyorum. Sanırım 15 km.den fazla yürüyüş yaptım gün boyunca. Resepsiyona , yarın sabah Wadi Rum için yer ayırtmasını söylüyorum. Yorgunluktan , hemen uyuyabilirim , banyodan sonra , belki de ; ilk defa notlarımı yazmadan , hava kararmadan kendimi yatağa atıyorum.

Saat 23.00 sularında , kapı çarpmaları , bağırışmalar ile uyanıyorum. Kapıyı açtığımda , akşamüzeri otel önünde gördüğüm , İngiltere kökenli , Afrika’dan gelen , safari kamyonlarının gezginleri olduğunu sandığım , çılgın grupla karşılaşıyorum. Koridorlarda diş fırçalayan , birbirini kovalayan , hatta balon şişiren gençlere dik dik bakıyorum , belki , insafa gelir susarlar diye . Oysa , gezgin olmak , komple bir tavır ve ruh halidir ve ilk ilkelerinden biri , kimseyi , hiçbir şekilde rahatsız etmemektir diye bilirim ben. Bir saat kadar sonra , herhalde , uykuları geliyor , benim uykumu kaçırdıktan sonra ki ; koridorlarda şamatalar kesiliyor, otel tanıdığım eski sessizliğine dönüyor.


08.06.2008 ( PETRA “WADİ MUSA” - WADİ RUM )

Saat 05.00 ‘ de uyanıyorum , 06.10 ‘da Wadi Rum ‘ a gidecek minibüs hotelin önüne geliyor , biniyorum. Şöför , rezerve yaptıranların otelleri önünde dolaşıp duruyor , dün Petra gezisinin yorgunluğundan olacak , kimseler kalkamamış henüz , neden sonra , ellerinde bavullarla bir aile ve dün tanıştığım Lilly , kızı ile yarı uykulu , darmadağın bir halde , atıyorlar kendilerini minibüse.

Wadi Musa gerilerde kalıyor , Petra ‘nın uluslar arası şöhreti , Wadi Musa esnafını hayli şımartmış , gereğinden fazla para kazanmanın verdiği hazımsızlığı ve tavırları her köşede izlemek mümkün. Petra sağımızdaki pembe tepelerin ardında gizlenirken , ben , o dönemlerin saltanat , sefalet ve savaşlarını düşünürken , şöför , karşıdaki Jebel Harun dağını gösteriyor bana seslenerek , arkamdaki yolcuların nerede ise tümü ; yarım kalan sabah uykularına devam ediyorlar yeniden. 5000 yıllık geçmişi olan Krallar Yolu’nu işaretliyor levha , muntazam asfalt üzerinde kayıp giderken. Tepelerde Bedevi çadırları , etraflarında otlamaya yayılmış hayvanlar , çadırların önündeki dört çeker kamyonetler çarpıyor gözüme.

Az sonra , bir genç geliyor yanıma , Wadi Rum ‘da , bugün 6 saat çölde safari , bu gece konaklama ve akşam yemeği , yarın kahvaltı içeren bir program içn 35 JD fiyat veriyor. Lilly ‘e soruyorum , “ ben akşam otelde aynı fiyattan rezervasyon yaptırdım. “ deyince , kabul ediyorum , 35 JD karşılığı , 51 $ ile , Wadi Rum minibüs ücreti olan 5 JD ‘ yi veriyorum.

Wadi Rum , Wadi Musa’dan 52 km. uzakta yol boyunca gerçek çöl manzaraları izleyerek , 1.5 saatlik yolculuktan sonra , Akabe kavşağından Wadi Rum ‘a saparak , kent , daha doğrusu köy merkezine geliyoruz. İngilizlerin , Osmanlı İmparatorluğunun tekerine çomak sokmak için , Arapları ayaklandırma politikalarının mimarı T.E. Lawrence ‘in harman dövdüğü yerler buralar. Koruma alanı ilan edildiği için , uluslar arası otel zincirlerinin bile henüz bu kararı delemediği , tamamen bakir yerler henüz. Yolların sağı , solu , turistleri bekleyen dört çeker araçlar ve develerle dolu. 08.30 ‘ da köyün içinde , bir evin önünde iniyoruz. Bedevi Meditasyon Kampı yazılı bir tek katlı binanın bahçesine giriyoruz. Zidan isimli Bedevi , geniş bir çardağın altına alıyor bizi. Piknik tüpü üzerinde demlediği şekerli çayı içerken , sohbete başlıyoruz. Çayı demleyen , beyaz entarili , kırmızı kefiyeli Bedevi , gideceğimiz kampta ve off-road gezide , rehberimiz olacak , ama dilsiz olduğunu anlıyoruz. Dilsiz bir rehberle nasıl anlaşacağız bakalım.

Lilly ve kızı , Hollandalı genç bir çocuk , Avustralya’lı Loraine ve kocasından oluşan altı kişilik grubumuz , uzunca sohbetler ( ki bu sohbetlerde , beni en çok acıtan ; Zidan ‘ın gerekli afyonu Türkiye pazarlarından bulduklarını söylemesi oldu ) sonrası , rehberimiz , kapıda bekleyen kamyonetin kasasındaki sıraları işaret ederek , yerleşmemizden sonra , Wadi Rum macerasına başlıyoruz. Kum tepeleri , pembe renkli kayalar arasında , kızgın güneşin altında ; Lawrence’in çeşmesi , Khazali Kanyonu , Anfashieh ‘ deki duvar resimleri , Lawrence ‘in evi , Burdah kaya köprüsü ‘ nü , değişik atmosfer içinde bulunmanın verdiği heyecan ile geziyoruz.

Öğle yemek molası için ; yüksek bir kaya kütlesinin gölgesine sığınıyoruz. Herkes , çantasındaki yiyecekleri çıkarıyor , Wadi Musa’dan aldığım , katmere benzeyen ekmek ile eritme peynirlerim ve rehberin demlediği çay sonrası yediğim muzlarla rehavet basıyor , çölün ıssızlığında , gezi arkadaşlarımın yaptığı gibib, pembe kumların üzerine serilip , bir süre kestiriyorum. Lilly ile Loraine ‘nin bitmeyecek sandığım sohbetleri , Amerika’nın Ortadoğu politikalarına gelince , ben de katılıyorum , dilimin döndüğünce , Kürt problemini , bildiğim ve inandığım çizgiler çerçevesinde anlatıyorum.

Safarimiz , saat 17.00 ‘ ye kadar sürüyor. Çölün ortasında , hiçbir yerleşim olmayan , mutfak çadırı , yatakhane ve yemek yenen çadırlardan ve WC kulübesinden oluşmuş kampın önünde iniyoruz. Siyah Bedevi çadırının karanlığına alışınca , yataklardaki pisliği gören herkes şok oluyor. Kirden , siyah muşambaya dönmüş yataklarda , yastık ve çarşaf yok. Samsonite valizlerle gezen Avustralya’lı ailenin şaşkın bakışları arasında , sırt çantamdan çıkardığım çarşafı yatağın üzerine seriyor , kazağımı da ezerek yastık haline getirip , yastık kılıfımın içine sokuyorum , Loraine “ bravo “ diyerek , Türk yaratıcılığını kabullenmek zorunda kalıyor.

Az sonra , kampın yanındaki tepeden , giderek yumuşayan ışıkların altında çölü seyrediyoruz. Aklım , Osmanlı İmparatorluğu’nun çaresiz yıllarına , Arap ayaklanmalarını , insanlık tarihi boyunca süregelen kanlı trajedyaları düşünüyorum.

Kampta elektrik yok , GSM şebekesi yok , bunlar güzel şeyler , ancak , tuvalette rezervuarlar çalışmıyor , bir de yatağımın üzerine , bütün kovmalarıma rağmen , bir kedi gelip uzanıyor.

Akşam yemeğinde mansaf var. Bizim kuyu kebabı. Toprağın içine açılan küçük bir kuyunun dibinde yakılan ateş kor hale gelince ; içine , et , tavuk , patates , sebze dolu , dairesel raflardan oluşmuş bir ızgara sarkıtılıp , üzeri , bir kapakla kapatılıyor. Yemek salonu çadırındaki yer masasında , önümdeki mansafı tadarken , tahminlerimin üzerinde lezzetli olduğunu fark ettim. Özellikle , sebze yemeğini özlemiş olmalıyım ki ; bir tabak daha aldım.

Yemekten sonra , çölün , kamptan uzak bir köşesinde , kumlara uzandım. Simyacı’yı , basit ama her şeyi içeren felsefesini düşündüm. Mutluluk bu olmalı dedim , hiçbir şeyin , hiçbir kimsenin olmadığı bir çöl akşamı , ömrümde unutamayacağım anlar yaşattı bana. Çölün de su gibi , her şeyi arındırdığı doğru olmalı.

Kampta hareketlilik başladı anlaşılan , konuşmalar uzandığım köşeye kadar geliyor. Kalkıyor , yanlarına gidiyorum , her kes yatağını dışarı çıkarmış , yıldızların altında yatacaklar. Bu güzel fikri , gece hava soğuduğunda , pis yorganı üzerime çekme zorunda kalacağım için uygulamayıp , çadırın içinde yalnız yatmayı tercih ediyorum. Çöl soğuğu başlamış olmalı , az sonra Lorraine de çadıra girerek yanımdaki yatağa uzanıyor.

Sabah nasıl olacak derken , dalmışım derin uykuya . Cep telefonumun sesi ile uyandım , zifiri karanlıkta , panik içinde , el yordamı ile çantamın içindeki telefonu aramaya başladım , diğerlerini uyandırmamak için. Oysa , Zidan da , buralarda , GSM şebekesinin çalışmadığını söylediğinden , telefonu kapatmamıştım bile. Küçük el fenerimi , yaptığım yastığın altına koymuştum Allahtan , yine de ; sırt çantamın içine koyduğum küçük çantamın üzerindeki telefonumu bulup , susturana kadar , kan ter içinde kaldım. Kim mi aramıştı ? İnsan hayatına saygı duymayan , her an , burnunu sokan , reklam mesajlarından biri idi , Türkcell çok konuş , çok kazan gibi bir şeylerle uzanıyordu bana Ürdün’ün ücra Wadi Rum çöllerinde.


09.06.2008 ( WADİ RUM - AKABE )

Uyumuşum yine. Sabah 05.00 ‘de uyandım. Grup toparlanmaya başladı. Kahvaltıya çağrılana kadar , tırmandığım tepede güneşin doğuşunu bekledim. Bir Bedevi çadırı için , çok lezzetli sayılabilecek kahvaltı sonrası , rehberimizin ( dilsiz olduğu için , adını öğrenemedik ) çöl üzerinde slalomlar yaparak kullandığı dört çeker kamyonetten düşmemeye çalışarak , 20 km. lik yolu 15 dakikada alarak , Zidan’ın evine geldik. Grup , dün fazla çanta ve eşyalarını burada bırakmıştı. Az sonra Akabe’ye gidecek minibüs Zidan’ın evine geldi ve altı kişilik grubumuzun tümü , Akabe’ye doğru saat 07.00 ‘ de yola çıktık.

Dün gece yaşadığım anları düşünerek , Wadi Rum’u terk ettim , bir saat sonra Akabe garajında indik. Kısa ama seviyeli beraberlikler yaşadığım grupla , öpüşerek vedalaştım , onlar birkaç gün Akabe’de kaldıktan sonra , ülkelerine , ben de , Akabe’nin burnunun dibindeki İsrail kasabası Eilat ‘ın Wadi Arawa sınır kapısından İsrail’e geçeceğim.

Rehber kitabımdan seçtiğim Al Naher al- Khaled Hotel’i haritadan takip ederek , buldum , 200 m. ilerideki otelin klimalı serinliğine sığındım. 10 JD ‘ye aldığım , iki yataklı odamın , bir yatağına çantamı , Wadi Rum ‘un kumlarını boşaltarak , her tarafıma giren kumlardan , eşyalarımı arındırdıktan sonra , banyoya girdim.

Saat 12.00 , Akabe sokaklarındayım. Korkunç bir rutubet ve sıcak var. Saunada imiş gibi hissediyorum kendimi. Üstelik de tam öğle güneşi altında Akabe. Şehrin alışveriş merkezlerinin bittiği bölgede , sahildeki salaş plaj ve çay bahçeleri tüm sahili kapatmış. Kuzeye doğru yürüyorum , bu kesimde de sahili görmek mümkün değil , zira Mövenpick , İntercontinantal gib oteller , çin Seddi gibi duvarlarla , sahille , halkın arasına girmişler. Niyetim , haritada gösterilen plajlara gitmek. Yol , bir anda şantiye duvarlarının önünde bitiyor. Suudi Öger grubunun , çok büyük bir turistik kompleksinin inşaatı nedeni ile , güzergahı değiştirip , yolu arkaya vermişler. Geri dönüp , güneye yürüyorum bu kez. Akabe körfezinden sanki buhar püskürüyor şehir merkezine.

Eski Akabe şehrinin bulunduğu Ayla Ören Yeri , Kral Hüseyin Caddesi üzerinde , ancak , Ayla dönemine ait birkaç kırık sütun ve temelden başka bir şey görmek mümkün değil.

Akabe , Ürdün’ün tek sahil kenti olduğu için , geniş liman tesisleri ve serbest bölge bulunuyor burada. İsrail’ in Kızıldeniz’deki tek yerleşimi olan Eilat ile arasında 4 km. var. Mısır ‘ın Taba kentine 16 km , Suudi Arabistan sınırına 18 km mesafede , bir kavşak noktası görevi üstleniyor. 40 km. ‘ lik bir ala içerisinde , dört ülkeye geçilebilmesi , Akabe’nin ticaret hayatını çok geliştirmiş. Her yer , mağaza dolu , her türlü ev ve giyim eşyası mağazaları , kentin büyük kısmını kaplamış.

Akabe kalesinin önündeyim , Haçlılar tarafından yapılan ilk kale , diğerlerinin kaderini paylaşarak , Memluk , Osmanlı ordularına hizmet etmiş , 1. dünya savaşında İngiliz donanmasının açtığı ateşlerle büyük yaralar almış , sıkılıyor , ıskalıyor , girmiyor , büyük bir ağacın gölgesinde ne yapacağımı düşünüyorum.

Az sonra yanımda bir taksi duruyor. Haritadan gördüğüm Amman Beach’e kaça gidersin diyorum , “ no problem , no money “ diye cevap veriyor , ben de , sonunda büyük problem olabilir diyerek , 2 JD fiyat alarak , biniyorum. Güneye doğru yaklaşık 10 km. gidiyoruz. Bu kadar uzak olmamalı , 2 JD ‘ye bu yolu nasıl gideceksin diyene kadar , taksimetre 15 JD yazmış bile. Amman Beach ‘ e gitmekten vazgeçip , önünden geçtiğimiz dalış klüplerinden birinin otoparkında iniyor ve paşa paşa 15 JD ödüyorum. Sea Star Diving isimli , önünde plajı , havuzu ve kafesi olan tesise giriyorum. , Kafe çardaklarının altında , miskin oturan iki gence ; bir maske ile şnorkel kiralamak istediğimi söylüyorum , 5 JD ödeyerek , Kızıldeniz sahilinde , bir şemsiyenin gölgesine yayılıyorum. Tam karşımda İsrail- Mısır sınırı , İsrail’in büyük otellerinin bittiği nokta olsa gerek. Yıllar önce , Kızıldeniz sahillerini , Mısır’ın Hurghada kentinde görmüştüm.

Az sonra , Kızıldeniz ‘in insanı büyüleyen su altı dünyasını izliyorum. Anemon balıkları , yine anemonlar arasında tedirgin yemleniyor , şaşılası renklerde balık kolonileri , pırıl pırıl suda parlıyorlar.Ben , üzerimdeki mayonun haricinde , her şeyimi, şemsiyenin altında bıraktığım için , tedirginim , 3-4 dakikalık fasılalarla gözüm, şemsiyenin altına kayıyor. Sahil boyu dolaşanlardan biri , şeytana uyar da ; kişisel eşyalarımı merak ederse , sanırım, üzerimdeki mayo ile dolaşmam gerekecek , onu ararken.

Kızıldeniz su altı zenginliğini , rüzgar altında harelenen , mavinin tonlarını seyre doyamıyorum. Saat 16.00 , şnorkel ve maskeyi teslim ettiğim genç , saat 17.00 ‘de , Alkazar Hotel ile Sea Star Diving arasında servis yapan otobüsün kalkacağını söylüyor. Gölgede oyalanarak , Kızıldeniz’i , İsrail ve Afrika kıyılarını seyrediyorum , derke , otobüs geliyor , 2 JD alıp , kocaman bir makbuz veriyor şöför. 20 gündür , Ortadoğu sıcakları ile iç içeyim , ama bugün , Akabe’de sıcakta gerçekten bunaldım , ne yapıp , edip , yarın İsrail’e geçmeliyim.

Otele gelerek , tava vantilatörünü , sonuna kadar açıp, akşam serinliğine kadar oyalanıyorum.

Umudla çıktığım sokaklara , akşam üzeri , yoğun bir pus çökmüş , sıcak daha da ağırlaşmış , sanki hamamdayım. Gündüz ; sakin sokaklar , mağazalar ve özellikle deniz kenarı insan kaynıyor. Sahilde yüzenlerin üzerine , açıkta demirlemiş gemilerin , ışıkları vuruyor.

Hava kararıyor , denizden hala , yüzenlerin keyifli çığlıkları geliyor. Anladığım kadarı ile İsrail ‘de Eilat ‘ta kalmaktan da vazgeçeceğim. Zira , dört kilometre ileride , bu hava değişecek değil , doğrudan Kudüs’e geçmek en doğrusu.

İsrail’in , her noktada , arama yapmak için , eşyaları X ışınlarına soktuklarını okumuştum , şimdiye kadar çektiğim fotoğraflar , X ışınlarından geçerken zarar görebilir düşüncesi ile , tümünü , DVD ‘ ye kaydettiriyorum. Bir büfede oturarak , shwarma yiyor ve Wadi Rum ‘da bölünen uykumu telafi etmek için , otele gelerek 09.30 ‘ da yatıyorum.


10.06.2008 ( AKABE - EİLAT - KUDÜS )


Sıcak buharlar içerisinde uyuyormuşçasına , buhranla geçen bir gecenin ardından 06.00 ‘ da uyanıyorum. Çantalarımı toplarken , gergin olduğumu hissediyorum. Zira ; İsrail girişinde , beni epey sıkıştıracaklarını biliyorum. Buzdolabına koyduğum iki muzla , kahvaltı yapıp , resepsiyona iniyorum. Dün, gün boyu , bankonun arkasında gördüğüm suratsız adamın yerine , güleryüzlü , konuşkan , başka biri var şimdi. 10 JD borcumu öderken , aklıma geliyor , Ürdün’ün çıkış harcı aldığı. Cebimde 11 JD kalmış , adama soruyorum, çıkış harcının 6 JD kadar olduğunu söylüyor. “ Bana , 5 JD ‘ye İsrail sınırına götürecek bir taksi bul. Başka param da kalmadı “ diyorum. Garsona bir kahve yapması için sesleniyor , “ kahveni içene kadar , taksi gelir “ diyor , gerçekten de 10 dakika sonra taksi geliyor.

Wadi Arawa , sınır kapısına doğru yola çıkıyoruz. Ürdün kontrol noktasında ; görevli , pasaportuma bakıyor , bütün çantalarımı boşalttırıp , didik didik arıyor , kendi kendime “ karga kahvaltısını yapmadan , sınır kapılarına gelirsen olacağı bu , görevliler canı sıkıldığı için , oyalanmak üzere didik didik arayacaklar elbette “ diye söyleniyorum. Saat 07.30. Sınır kapısının iki tarafında da , kimseler yok. Çıkış harcını ödemek için girdiğim ofiste , Türk olduğumu öğrenen sempatik genç ; “ nereden dönüş yapacaksın ? “ diye soruyor. Derdimi anlamış olmalı.Zira , pasaportunda İsrail damgası olanı , Suriye ve Lübnan topraklarına sokmuyor , öyle olunca da ; Ürdün yada İsrail’den uçakla dönmek gerekiyor. “ Suriye’den dönmek istiyorum. “ deyince , kalkıyor , pasaport kontrola geliyor benimle ve arkadaşına “ pasaporta çıkış damgası vurma “ , diyerek , bir kartın arkasına çıkış harcını yapıştırıyor. Aslında , ben de görevlilerden bunu isteyecektim. İsabet oluyor. Doldurduğum , çıkış kartına mührü vurup , uzatıyor , teşekkür ediyorum.

Ürdün sınırından yürüyerek İsrail sınır kapısına geliyorum. Arada 200m. var yok. Eli silahlı kadın İsrail askeri , beni görünce yanıma geliyor , pasaportumu inceleyip , ilerideki X – ray odasına gönderiyor. İki kadın asker daha geliyor yanıma . Çantalar sağ salim geçiyor. Oysa , sabahleyin , konserve kutusu açmakta kullandığım bıçağı , bilhassa , küçük sırt çantamın içine koymuş , istemezlerse atarım diye düşünmüştüm. Ekranda görülmemesi mümkün değil , çok sıkıştırmayacaklarının bir işareti olarak algılıyorum bunu.

Buradan , pasaport kontrol bankosuna geliyorum. Çantalarımı , gölgedeki bankların üzerine bıraktım. Ortada , askerlerden başka kimse yok. Her asker , ayrı ayrı yanıma gelerek , çantaları soruyor. Bu da , İsrail’ in yaşadığı bomba paranoyasından olsa gerek diyorum kendi kendime. Bir kadın polis ile kadın asker , bir anda çapraz sorguya alıyorlar beni. İsrail’e nede gitmek istiyorum ? Otel rezervasyonum var mı ? İsrail’de beni karşılayacak rehber veya arkadaşım var mı ? Filistin topraklarına girmeyi düşünüyormusun ? İsrail’de nerelere gideceksin ? şeklindeki soruları , durup durup soruyor ve özellikle sert ve tehditkar ifade takınıyorlar. Eski pasaportumu çıkarıp uzatıyorum , emekli olduğumu , daha önce 20 ülkeyi gezdiğimi , gezmekten öte bir amacım olmadığını , Lonely Planet’ten yararlandığım için , rehber ve otel rezervasyonuna gerek duymadığımı söylüyorum.

Askerle , polis aralarında uzun süren bir değerlendirme yapıyorlar , tam umudu kesmek üzere iken , doldurduğum immigration kartına vurulan mühür sesini duyuyorum, kadın asker gülerek okey diyor.Teşekkürediyor , çantalarımı yüklenip , İsrail’e ayak basıyorum. Son olarak , pasaport ve kartımı kontrol eden şişma kadın askere , “ Eilat ‘ a otobüs varmı diye soruyorum “ , yokmuş , taksi ile gitmem gerektiğin , 30 Nis civarında tutacağını söylüyor. Tekrar , içeri girip , döviz bozdurmak istediğimi söylüyorum pasaportuma el koyarak , gönderiyor içeri. 30 $ bozdurup , 86 Nis alıyor ve döndüğümde , bekleyen taksiye bineren taksimetre açtırıyorum. Eilat garajı önünde duruyor taksi , 19 Nis yazıyor taksimetre , şöför tuşlara basınca , 34 Nis ‘e çıkıyor , nedenini soruyorum , vergileri ekledim diyor şöför, günahı boynuna.

Eilat otobüs garajında saat 10.00 ‘da Kudüs’e hareket edecek otobüsü beklerken, ortalığı inceliyor , İsrail hakkında ip uçları yakalamaya çalışıyorum.


Kaldığım oteller;


Cliff Hotel Al Amir Mohammad st. Amman 10 $

Musa Spring Hotel Petra 7 JD

Al –Naher Al- Khaled Hotel Akabe 10JD

 
Toplam blog
: 80
: 6572
Kayıt tarihi
: 04.03.07
 
 

Hayatın anlamı; anlamlı yaşamaktır. ..