Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

24 Temmuz '09

 
Kategori
Sosyoloji
 

Urfa'dan yükselen sesler

Urfa'dan yükselen sesler
 

GAP 1986 adlı belgesel çekim ekibi Keban Barajı önünde.


Her kişinin belli başlı kentleri vardır. Doğduğu yer olması yanında okuduğu, akrabalarının bulunduğu, anılarının yoğunlaştığı yerler olması bakımından da kentlerin her birimizde ayrı bir yeri vardır. Ne o kentleri ne orada tanışmış olduğumuz kişileri ne de bazı anılarımızı unuturuz.

Arkeolojik ve tarihi özelliklerinden başka URFA da benim için önemli özellikleri olan bir kent. Soyumun bir ucunun oralarda yaşamış olması yanında mesleğim açısından ve tanıdığım kişiler açısından da ilgi duyduğum; şivesini ve müziğini sevdiğim bir daüssıladır Urfa benim için.

Maraş
'ta doğdum, Osmaniye ile Düziçi 'nden sonra Maraş'ta okudum.
Maraş'ta geçen çocukluk ve gençlik yıllarımda öğrendim ki Faik Dayımız Halep'ten sonra Urfa'da görev yapmış. Onun oğlu ile kızları ise Gaziantep'te ve İstanbul'da yerleşmişler.

Faik Dayımızın oğlu Antepli Behçet Emmimiz'den sonra Maraş'ta ilk tanıdığım Urfalı lise öğrenciliği sırasında 1958'de Maraş'a sürgüne gönderilen Urfalı yazar ve düşünür Mehmet Akif İNAN (1940 - 2000) ile Maraşlılar ile akrabalık bağı bulunan Şair ve Eski Milletvekili Mehmet Atilla MARAŞ'tır.

Ankara'da Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde okurken kapı komşu olduğumuz Rahmetli Mehmet Akif İNAN'ın Ankara Tıp Fakültesi öğrencisi kardeşi Dr. Ahmet İNAN ile olan tanışıklığımız 1988'de Urfa Devlet Hastanesi'ndeki görüşmemiz ''kırk yıllık iki dost gibi'' bir muhabbet ile, çekim sorunlarımızın çözümü ile yeniden tazelenmişti.

İçinde akrabalarımızın bulunduğunu ancak giderek hiçbir bağımızın kalmadığını bildiğim Urfa'ya 1983 yılının Haziran başında gitmiş, ömürümün ilk ve son serabını Akçakale'ye doğru yolalırken görmüştüm. Urfa Ovası içinde gökyüzüne doğru yükselen beş altı hortumun arasında belli belirsiz ince ince gölcükler ile masmavi daha büyük göller uzanıyordu sağımızda.

Önce çekim ekibinden hiç birimiz anlamadık, bu maviliklerin ne olduğunu. Kameraman Ayhan ÖZVATAN da anlamamıştı. Kendimizi daha çok hortumların görkemine kaptırmıştık. DSİ Bölge Müdürlüğü'nce görevlendirilen sürücümüz bizim; hortumları uygun bir yerde çekelim konulu konuşmamızı dinlemiş olacak ki: - Onların arasındaki o küçük uzun göller de seraptır. Aldanmayın ha, demez mi!

O an anladık ne gibi bir durum içinde olduğumuzu! O şaşırmışlık içinde ben; demek ki kitaplarda yazmasa da burada küçük bir kaç göl varmış, yollu bir bilgiçlik taslamaktan da gerikalmamıştım. Yaratılmışlar arasında çok önemli bir yeri olan su bizi bırakmıyordu! Sıcaktan kavruluyor, yanıyor, terliyorduk. Arabadaki kovada bulunan buzlu su da iyice ılımıştı. Çağlar önce nice inançlar ve bilimler bakımında önemli atılımların yapıldığı; dünyanın ilk rasathanesinin bulunduğu Harran'a doğru gidiyorduk uçarcasına.

Gördüklerimiz karşısında sıcak da ter de bizi ırgalamıyordu. Evliya ÇELEBİ'nin günümüzden yaklaşık 360 yıl önce Ova'dan Harran'a doğru giderken değişik ağaçların gölgesinden, gökyüzünü gçremeden gitmiş olduğunu yazmış. Ne ki ÇELEBİ'nin de önemini bildiği Harran Atabekliği'nin yönetim merkezi; o gün bile çökmüş, kale ile çevresindeki evler çevredeki bazı göçebeler tarafından işgal edilmiştir.

Varlığı ile ünlenen medresesi, hanları, çarşıları bakımsızlıktan ve depremlerden dolayı yıkılmış; içinde Sabit Bin KURRA, İbni FADLAN, Ebu Musa Câbir Bin Hayyam (Harran Medresesi Rektörü), Abu Said GARDEZİ ile Bin Uzlug FARABİ gibi ünlü kişilerin dolaştığı medreseler ile nice vakıf eserleri de artık kullanılmaz bir durumdadır.

Ova'ya hakim geniş bir tepede bulunan HARRAN'a bizim vardığımızda ise durum daha da içler acısı bir görünüşte idi. Akçakale'ye doğru olan bölümde içinde ailelerin oturduğu 40-45 kadar sivri kubbeli; ikisi ya da üçü birbirine bağlı olan evler vardı. Tek tük cılız dut ağacından başka ağacın olmadığı, hanların hamamların, kale duvarlarının çökmüş olduğu, bir iki medrese ve camii kubbesinin ayakta olduğu, dünyanın ilk rasathane kulesinin döküle döküle aşınarak iyice kısalmış olduğu, özellikle eski yapı taşlarının talan edildiği, zaman zaman ''defineciler tarafından kazılar yapıldığı'' hanların ve medreselerin kalıntılarının bulunduğu alanlarda büyük ve küçükbaş hayvanlar geziniyordu.

Bir gün sonra DSİ Bölge Müdürü İsfendiyar TUNCER (Elazığ 1926 - Ankara 1986) ile çok değerli çalışma arkadaşlarını Urfa'da tanımış Atatürk Barajı'nın yapım çalışmalarını çekmek için Bozova'yı geçerek o günler suyu iyice azalmış olan Fırat'a ulaşmıştık. Yemyeşil ipince bir ırmak vardı bulunduğumuz tepenin altından akıp giden dağların arasında. Öğrenciliğimden beri adını duyduğum, bziden doğarak Basra Körfezi'ne ulaşmakta olan Fırat (Furat) şimdi nerdeyse ayaklarımızın ucunda akıyordu.

TRT'nin siyah beyaz döneminden sonra ilk olarak 16 mm.renkli film ile çekiliyordu
Fırat. SAMSAT'tan bize doğru bazı yerlerde gölleniyor, genişliyordu Fırat. Baraj yapımı için sol aşağıda bir köprü yapılmış. Karşı kıyıda köprünün bize göre sağında gerekli malzemelerin ve iş makinalarının bulundurulduğu depolar vardı. Köprüden sonra yatağı genişliyor, uzaktaki dar boğazı daha da genişlemiş olarak aşıp gidiyordu denize doğru.

Sağda ileride bir yerlerde bir kaç iş makinasının görüldüğü, bir kaç işçinin çevresinde koşuşturduğu bir tunel çalışması yapılıyordu: Bu tünel bitirildiği zaman yatağı değiştirilecek olan Fırat dizginlenebilecek, eski yatağının üstünde de kurulması tasarlanan barajın gövdesi yapılabilecekmiş. Bulunduğumuz tepeden uzaklarda Fırat'ın da artık görülmez olduğu bir tepenin çevresinde Samsat İlçesi belli belirsiz seçiliyor.

Bugün Atatürk Barajı olarak bildiğimiz bugün Türkiye'nin ve Avrupa'nın en büyük barajı 1970'lerde Karababa Barajı olarak adlandırılmış. Çünkü yaklaşık 2100 yıl önce kurulmuş olan Kommagene Devleti (İ.Ö. 69 - İ. S. 72)' nin kışlık başkenti SAMOSOTA ( Sümercesi SEMİATA.. Şimdi baraj gölü altında kalmış olan Samsat)' da yaşayan Kara Baba adlı ermiş ölmeden önce bir gece düşünde, karşımızda bulunan en yüksek tepelerden birinde büyük bir ışık görür. ''Gelecekte bir gün bu tepeden bir nur doğacak, öldüğümde beni o yüksekteki tepeye gömeceksiniz'', diye vasiyette bulunur. O gün bugündür Adıyaman yönünde birbirine yakın iki tepeye de Kara Baba'ya saygıdan dolayı Büyük Karababa Tepesi ve Küçük Karababa Tepesi deniyor.

Güney Doğu Anadolu Projesi (GAP)
kapsamında düşünülen bazı önemli yatırımlar çerçevesinde Fırat üzerinde Keban Barajı'ndan sonra Karakaya Barajı ile Karababa Barajı 'nın yapımlarına hız verilir. Seçilmiş olduğu yer bakımından Fırat üzerindeki en büyük baraj olarak tasarlanan Karababa Barajı adı bir süre sonra Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusuna izafeten Atatürk Barajı olarak değiştirilmiş.

URFA'DAN YÜKSELEN S E S L E R 01 / 03
Açıklama: Üç bölüm olarak tasarlamış olduğum bu yazı dizisinde; Urfa'da tanışmış olduğum kişiler ile bazı açıklamalarım ve yorumlarım yanında Harran Üniv. Öğretim Üyesi Dr. Kemal KAPAKLI ile Urfalı Gazeteci Ahmet C. REHAVİ'nin yöreye ilişkin değerlendirmelerine yer verilecektir.
 
Toplam blog
: 570
: 1034
Kayıt tarihi
: 14.09.08
 
 

1974'te H.Ü. Sosyoloji ve İdare Bölümü'nü yüksek lisans tezi ile bitirdim. 1976 yılında yapımcı y..