Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

01 Eylül '17

 
Kategori
Anılar
 

Urfa'ya yolculuk

Urfa'ya yolculuk
 

Babamın samimi bir arkadaşı vardır. Adı, Bahattin... Babam vesilesiyle benim de arkadaşımdır Bahattin amca. Bahattin amcamın kızının düğünü vardı, geçtiğimiz bu hafta. Düğünün ilk kısmı Ilgın'da, ikinci kısmı Urfa'daydı. Düğünden birkaç gün önce babama 'Bahattin amca'yı neden yalnız bırakıyoruz, biz de Urfa'ya gidelim, ona eşlik edelim, çok sevinir' dedim. 'Doğru valla, neden olmasın' dedi babam. Düğünün ilk kısmını yaptık Ilgın'da. Babam Bahattin amcama 'Mustafa'da gelmek istiyor Urfa'ya' dedi. 'Tabii gelsin, minibüs tutuyorum yer var' dedi. 'Yok yok amca, gelirsek arabamızla geliriz' dedim. Gülüştük geçti gitti. Geleceğimizi kesin ve ciddi olarak söylemedik tabii ki.

Bahattin amcagil Urfa'daki düğünden bir gün önce Urfa'ya gitmişler, gece damda yatmışlar. Düğünün olduğu günün sabahında da biz çıktık yola. Konya merkezde yaşayan amcam uğradık, kendi arabamızı bahçelerine koyup, amcamın arabasıyla çıktık yola. Babam, ben ve kuzen...

Konya merkezden Karapınar'a, oradan Ereğli'ye... Dümdüz yol... Sıkıcı mı sıkıcı... Çıldırtırcasına bir düzlük... Karapınar'daki Meke Tuzla'sının yanından geçerken, volkanik küçük dağa selam çaktım. Niğde'nin küçük ilçesi Ulukışla'dan geçerken bakındım etrafıma. Faruk Nafiz Çamlıbel'in 'Han Duvarları' şiiri geldi aklıma:

"Gök sarı, toprak sarı, çıplak ağaçlar sarı...
Arkada zincirlenen yüksek Toros Dağları,
Önde uzun bir kışın soldurduğu etekler,
Sonra dönen, dönerken inleyen tekerlekler..."

Adana'nın Pozantı ilçesinden geçerken hayran hayran bakındım etrafıma. Akdeniz iklimi kendini hissettirmeye başlamıştı hafiften. İki de bir kulaklarımız tıkanıyordu. Uçsuz bucaksız Çukurova'ya çıktık. Akdeniz ikliminin yoğun nemli havası, sisli bir hava gibi çökmüştü ovanın üstüne. Ovada yeşilin yoğun olmasından dolayı, Konya'daki sıkıcı hava uyanmıyordu. Zâlim ağalarla, beylerle mücadele eden, fakir fukaraya kol kanat geren İnce Memed ve İnce Memed'i yakalamaya çalışan asker müfrezeleri geldi geçti gözlerimden. Orhan Kemal'in kahramanları Eskici Baba'yla oğulları geldi aklıma. Irgatlık yapıyorlardı. Eskici Baba boyuna sövüyordu düzene. Çevre yolundan geçerken bakındım Adana il merkezine. Osmaniye'nin berisinden geçtik. Git git bitmiyordu Çukurova. Dediğim gibi, yoğun yeşillik sıkılmaya fırsat vermiyordu. Antep'inde yakınlarından geçtik. Antep topraklarından geçerken aklıma Ahmet Ümit geldi. Ahmet Ümit'in doğduğu topraklardı buralar. Urfa sınırlarına girdik. Atatürk Barajının dibinden geçtik ama ne Fırat'ı ne barajı giderken göremedim; gelirken görecektim. Urfa'nın Birecik adlı ilçesinden geçtik. Urfa merkeze yaklaştıkça, güneydoğudan, yani Basra Körfesi'nden esen rüzgârların kavurucu ve bunaltıcı etkisi kendini hissettirmekteydi.Urfa merkeze vardık. Düğün evine daha vardı. Düğün Urfa merkezde değil, Viranşehir ilçesinin bir köyündeydi. Urfa merkezden 70-80 kilometre daha gittik doğuya doğru. Viranşehir'in nüfusunu tabeladan görünce şaşırdık, bu nüfusla hâlâ ilçe olmasına. 170 bin civarında bir nüfusu vardı ilçenin. Düğün kartında yazan adrese doğru ilerlemekteyiz. Köyün yoluna döndük. Köyün yolu aynı zamanda Viranşehir-Diyarbakır yolu. Yolda ilerlerken şaşırdık araziye. Yerden taş bitmiş gibi taş vardı uçsuz bucaksız alanda. Bunun sebebini akşama öğrenecektik. Diyarbakır yakınlarındaki Karacadağ'ın patlamaları sonucu çevreye kum gibi saçılmış taşlar. Köyü bulduk ve girdik.

Bahattin amcaya geleceğimi sadece çıtlatmıştık, onun haricinde başka da hiç konuşmadık. Sürpriz yapalım diye arattırmadım. Köye girdik, sokakları geçip, düğün evine doğru ilerledik. Avluya girince Bahattin amcagil çok şaşırdı ve sevindi.

(Parantez içerisinde belirteyim: Bizim Suriyeli Salih de Urfa'daki ailesini ziyarete gelmişti. Viranşehir'de onla buluşup gittik köye. Bir de benim Diyarbakırlı can bir kardeşim var, adı Yaşar. Yaşar'la da Viranşehir'de buluşup yanımızda götürecektik. Zamanlamamız uyuşmadı. Babam 'düğüne gecikmeyelim, Yaşar başka bir araçla gelir' dedi. Bir saat sonra o da geldi düğüne.)

*

Düğün gerçekten çok renkliydi. Bir kültür çesnisi gibiydi adeta. Halaylar... Kürtçe türküler, hafif ve hareketli parçalar... Ankara havaları... Konya kaşık oyunları...

İlk önce yemek yedik. Yemekleri iki çeşitti, ama güzeldi. Acılı bir kuru fasulye ve etli bir pilav...

İnsanlar samimiydi, sıcaktı. Gelişimize Bahattin amca kadar olmasa da onlar da çok sevindi. Babamın, kuzenin, Suriyeli Salih'in kaşık oyunlarını hayranlıkla izlediler. Yaşar halaya katıldı. Sonrasına babamla kuzen de heves etti, ama çabuk yoruldular pes ettiler. Ben Kürtlerdeki kadına verilen önemi az çok bilsem de, babamla kuzen şaşırdı, kadın-erkek karışık halay çekmesine, çok da takdir ettiler.

Düğün gecenin ilerleyen vakitlerine kadar sürdü. Bitince, Bahattin amcagil vedalaşıp buruk bir şekilde ayrıldılar. Bize düğün sahipleri burada yatalım dedi, teşekkür edip Diyarbakır'a gideceğimizi söyledik. Yaşar'gile doğru hareket ettik, istikamet Diyarbakır'dı. Diyarbakır'a yaklaşırken dilimden dökülmeye başladı Ahmet Kaya şarkıları:

"Diyarbakır ortasında vurulmuş uzanırım
Ben bu kurşun sesini nerde olsa tanırım
Bu dağlarda gençliğim cayı cayır yanarken
Ay vurur gözyaşıma ben gecede kalırım"

(...)

"Ey fırtınalı bayır, ey mazlum Diyarbakır
Dağlarında kızıl ateş, alnımda kızıl bakır
Çiğdemler solar gibi, anneler yanar gibi
Dizlerine döküldüm, ağlama Diyarbakır"

Sesim kapı gıcırtısına benzediği için, fısıldarcasına söylüyordum şarkıları.

"Diyarbakırlı'ymış
Adı Bahtiyar
Suçu saz çalmakmış
Öğrendiğim kadar"

Yusuf Hayaloğlu ne güzel yazmış, Ahmet Kaya ne güzel söylemişti.

Diyarbakır, Yılmaz Odabaşı'nın da memleketiydi, o da derdi:
"ne Diyarbakır anladı beni
ne de sen
oysa ne çok sevdim
ikinizi de bilsen"

Gece gece gördüklerimden pek bir şey anlamasam da bakındım etrafıma. Doğru Yaşar'gile vardık. Evleri dördüncü kattaydı ve maalesef ki asansör yoktu. Beni tekerlekli sandalyede güç bela, zar zor çıkardı; babam, kuzen, Yaşar.

*

Yaşar... Diyarbakırlı can bir kardeşimdir. İki buçuk yıldır tanışırız. Baya tanıştığımız günden beri samimiyiz. Bana 'Hocam' der, 'Emmi' der. Ben de ona 'Yaşar'ım' derim. Edebiyata gönlünü ısındırdığım, kitap okuma alışkanlığını kazandırdığım en güzel, en yetenekli, en değerli insan Yaşar'dır. Yaşar'ım geldi köyüme, beni çoktan ziyaret etti. Benim Urfa'ya gelecek olduğumu öğrenince, 'Ben de geliyorum emmi' dedi hemen.

*

Yaşar'ın babası karşıladı bizi. Biraz oturup sohbet ettik. Sonra yattık. Yaşar'ın ablası Gülcan da dostumdur. Vardığımızda uyuyormuş, rahatsız etmeyelim diye uyandırmadık. Sabah işe giderken o da bizi rahatsız etmeyeyim diye uyandırmamış. Görüşemedik onla maalesef. Sabah kalkınca kahvaltı yapıp, Yaşar'ın anne ve babasıyla sohbetler ettik, sonrasına aşağıya inip hareket ettik.Bana kalsa Diyarbakır'ı gezmek isterdim, özellikle Gülcan'la görüşmek için biraz daha durmak isterdim. Ama babamgili ikna edemedim. Suriyeli Salih Urfa'da sabırsızlıkla bizi bekliyordu. Çıktık yola. İstikamet Urfa'ydı.

*

Karacadağ'ın patlaması öylesine etkili olmuştu ki, 100 kilometrelik bir alana kum gibi saçmıştı taşlarını. Kum gibi derken kum aklınıza gelmesin. Bu taşların en küçüğü 5-10 kg ağırlığında. 100 kilometrelik alanın her yeri, her metrekaresi bu taşlardan. Bölge insanına normal gelse de, bizi müthiş şaşırttı bu durum. Siverek'ten geçtik. Siverek'in nüfusunu görünce daha bir şaşırdık. İlçenin 250 bin nüfusu vardı. Misal, Niğde'nin ilçesi Ulukışla'da ilçeydi, ama nüfusu 6500'dü. Daha sonra Hilvan ilçesinden geçtik. Kuru bir alanda epey ilerledikten sonra Urfa'ya vardık. Salih'gilin ev Akçakale yolunda, yani Urfa merkezin çıkışındaydı. Salih'le buluştuk, götürdü bizi evlerine.

*

Salih, Suriyeli'dir. Akçakaleli çapacıları organize eden biri, Salih'i ve ailesini iki yıl önce köyümüze getirmişti. Kuyusu ve elektriği olan bir tarlamızın yanında çadırda kaldılar. Babam iş buldu onlara, yardım etti. Havalar soğuyunca bir akrabamızın kullanmadığı evine yerleştirdik onları. Köyden karşı çıkanlar oldu ama babam hiçbirini dinlemedi. 5 aya yakın kaldılar. İçli dışlı olduk Salih ve ailesiyle. Ailesinin köyümüzde kaldığı süre zarfında Salih'in küçük erkek kardeşini everdik. Gelin, Suriyeli göçmen kampında yaşayan bir akrabalarının kızıydı, oradan getirdiler. Köyde de küçük bir düğün yaptık. Biz köyde kalmalarının, küçük kardeşlerini köyde okula göndermenin taraftarı olsak da, babalarını ikna edemedik; Urfa'da çok akraba ve tanıdık var diyerek dinlemedi. Göçlerini toplayıp gittiler. Salih ise kaldı; bazen bizdeydi, odamda yattık. Bizim ilçeyi, Ilgın'ı çok sevdi, baya bir çevre edindi. Türkçe'yi öğrendi. Düğünlerde oynamayı öğrendi. Türkçe şarkıları sevdi. Müslüm Gürses'i severek dinler. Ilgın'da küçük bir ev tuttu. Hâlâ o bizim Salih yani, arada gelir gider. Şimdi de bayram münasebetiyle bizden iki gün önce Urfa'ya gitmişti.

*

Urfa'da Salih'gilin evine varınca, bizi büyük bir sevinçle karşıladı ailesi. Salih'in annesi tüm samimiyetiyle öptü yanaklarımı. Biz içerideyken, yani haberimiz olmadan, gelişimiz şerefine beslediği kuzulardan birini yatırıp kesmiş babası. Babam kesim işlemi bittiğinde görmüş ve hafiften kızmış. 'Haberim olsaydı kestirmezdim' diyerek. Ve tabii, içten içe takdir ederek... Bu insanlar, yardıma ihtiyacı olan, fukara insanlar; ama gönülleri çok zengin, konuğuna ne yapacaklarını şaşırıyorlar.

Eski bir fabrikanın arka avlusunda bulunan bir kaç odalı, baraka görünümlü eski bir evde yaşıyorlar. Evin avlusunda 30-40 tane kuzu besliyorlar. 3-11 yaş arasında beş küçük çocuk... (Salih'gil 12 kardeşler. Salih ikinci çocuk. Abisi 20 günlük evliyken, Esad'ın uçaklarının attığı bir bombada hayatını kaybetmiş. Salih 25 yaşında, en küçük kardeşi 3 yaşında.)

Biz 1-2 saatliğine Akçakale'ye gidip gelelim dedik, ayrıldık. Yola düştük babam, ben, kuzen ve Salih... Akçakale'de de bizim köye çapaya gelen bir aile yaşıyordu. Evlerine vardık, çaylarını içip sohbetler ettik. Kalalım dediler ama Salih'in ailesinin beklediğini söyleyip ayrıldık.

Bize yemeği gerçekten çok hazırlamışlar. Çareyi ise bazı akrabalarını davet etmekte bulmuşlar. Salih ve ailesi Arap ama, akrabalarının çoğu Kürt. Kürtlerle baya içli dışlılar. Davetli akrabalarının çoğu Kürt'tü. O gün Salih'gilin evde üç dil birden konuşuluyordu. Arapça, Kürtçe ve Türkçe...

Yemekler: üzerine kuzu eti parçaları koyulmuş, yer fıstıklı bir pirinç pilavı. Etli kuru fasulye, cacık ve envai çeşitte sebze... Yemekler çok güzeldi, ama ben yiyemedim. Koyun-kuzu etini pek yemem, yiyemem. Babam, kuzen ve misafirler ayıla bayıla yerken ben çimtine çimtine yedim. En çok cacığa ve pilavdaki fıstığa kaşık salladım.

Yemekten sonra babam 'biz yola çıkalım' dedi, ama salmadılar, 'sizi gezdireceğiz' dediler.

*

Salih'in halası bir Kürtle evlidir. Salih'in kardeşi bizim köyde evlendiğinde, yaptığımız küçük düğünde halası da vardı. Nefis nefis yemekler yapmış, bize de göndertmişti. 5 ay önce de bu halanın oğlu-gelini, kızı-damadı geldi köye. Gezi için değil, bir geceliğine. Halasının oğlunun 3-4 yaşlarında minik, tatlı, güzel ve akıllı bir kızı var. Kızın gözlerinde bir problem var, görmüyor. Urfa'da biri bunlara Konya'daki bir doktoru tavsiye etmiş. Randevudan bir gün önce yola çıkmışlar, Salih bize getirdi. Ağırladık, o gece bizde yattılar. Çok memnun kalmışlar. Giderken Salih'e çok kızmışlar, 'Sen neden gideceğimiz yerden bize bahsetmedin? Elimiz boş gitmezdik' diye.

*

Yani o gün Urfa'da yalnız Salih'in ve ailesinin misafiri değildik, halasının oğlunun ve damadının da misafiriydik. Yemekte onlar da vardı. Bizi gezdirmeyi Salih'le beraber planlamışlardı. Yemeği yeyip çayı içtik, diğer misafirler gidince biz de kalktık. Arabalarla doğru Balıklıgöl'e geldik. Baya büyüktü göl. Tabii göl denilmesine bakmayın, büyük bir havuz ve kanal tipinde havuzlar... Hikâyeye göre, İbrahim Peygamberi zâlim hükümdar Nemrut, mancınıkla ateşin içine atar. Ateş suya, odunlar da balığa dönüşür. Gölde kaynaşan balıkların, Nemrut'un odunları olduğuna inanılır. Balıklara dair bir kutsallık yüklenir. Kimine göre o balıktan yiyen zehirlenip ölmüştür, kimine göreyse o balıkları pişirmeye kalkan fırında oduna dönüştüğünü görmüştür. Kuzene hemen bir espri yaptım, 'Halil, tut bir tane, deney yapalım, bakalım dönüşecek mi oduna' diye. Sordum onlara, 'Tamam, İbrahim Peygamber hakkında rivayetler biliyorsunuz, peki söyleyin, İbrahim Peygamber ne zaman yaşadı, hangi tarihte yaşadı?' Tabii, bilmiyorlar, sadece inanıyorlar. 'Ben söyleyeyim, 4500-5000 sene önce yaşadı;yani bu hikâye 4500-5000 sene önce yaşandı' dedim. Göldeki bir çay bahçesine oturup çay içtik. Babam, ben, kuzen, Salih, halasının oğlu ve damadı kahkahalarla gezdik Urfa çarşısını. Bir künefeciye oturup, künefe beraberinde dondurma yedik. Oradan müzikli bir mekâna gittik, bir şeyler içtik. Salih ve hala oğlu mekân garsonlarından Müslüm Gürses çalmasını istediler. Mekân İstiklal'deki Nevizade'yi andırıyordu, -Nevizade'de müthiş bir anım vardı güneşimle-zaten güneşimin ışığı benleydi. Mekânda da Nevizade'yi hissedince daha bir coşkulandım. Hala oğlusuyla ve damadıyla kafa kafaya verip çoştum. Kürtçe bir şarkı çalıyordu, Aram Tigran söylüyor dedi damat. Ermenidir, bilir misin dedi damat. İsimcek bilirim, ama dinlememiştim dedim. Bildiğim bir sözünü söyledim: 'Gücüm yetseydi eğer bütün silahları eritir, müzik aleti yapardım' diye. Gece biri geçiyordu, kalktık. Hala oğlu ve damat hiçbirimize hesap ödetmedi. Hesapları ödemek için birbiriyle yarıştılar. Eniştenin evi farklı yöndeydi, vedalaşıp ayrıldı.

Salih'gilin evine yaklaşırken, hala oğlu babama 'Aydın amca bizde yatalım' dedi. 'Teşekkür ederim İbrahim, sabah erken çıkacağız yola, Sallih'gilde yatalım' dedi. 'Tamam, hiç sıkıntı yok, ben de sizle yatacağım' dedi. Beraber, kahkahalarla sohbet ederek yattık. 3 Türk,1 Kürt, 1 Arap... Sabah kalktığımızda Salih'in annesinin çok çeşitli kahvaltısından yedik. Çaylı sohbetlerden sonra kalktık. Tabii, İbrahim durur mu, 'Aydın amca öğle yemeğini de yiyelim, ondan sonra gidin' dedi. Teşekkür ederiz, yol uzun, gecikiriz, biz de sizi bekleriz' deyip yola çıktık.

*

Aynı yoldan, aynı yönden... Urfa, Antep, Osmaniye, Adana, Konya..

-Mustafa Yıldırım -01.09.2017

 
Toplam blog
: 480
: 715
Kayıt tarihi
: 03.11.12
 
 

Konyalıyım. Edebiyat okudum. Amatör yazar ve şairim. ..