Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Temmuz '07

 
Kategori
Tarih
 

Ürgüplü bir Karamanlı'nın oğluna mektubu

Ürgüplü bir Karamanlı'nın oğluna mektubu
 

Ürgüplü İzakoğlu Ailesi


 

                                                      Babamın bir mektubu

     "Oğlum! Sana her şeyden evvel elzem olan vatanını bilmek ve hemde eyi bilmekdir."

     Stampol Panepistimionunun (darülfünun - üniversite - f.d.) ikinci taksisinde (sınıfında - f.d.) idim. Seneyi bitirmiş ve eksetasislerimi (sınavlar - f.d.) vermiş olduğımdan yaz aylarını nerede geçireceğimi düşünüyor idim.

      Bir fikrim Romanya’ya ekdromi (seyahat - f.d.) yapacak arkadaşlarım ile beraber gitmek çarelerini bulmak, bir fikrimde.... ister istemez Stampolda (İstanbul) kalmak idi. Lakin sıcaklar pek dehşetli olduğundan Stampol’da kalırsam epeyi sıkılacağımı düşündükçe rahat edemeyor idim. Bir çok şeyler daha tasavvur ediyor isem de hiç bir karar veremiyordum.

     O aralık memleketden aldığım bir mektup beni hep bu düşüncelerden kurtardı ve yaz aylarını getirmek için bana güzel bir program verdi.

     Bakınız ihtiyar babam. O ihtiyar kalemi ile bana ne yazıyordu:

     Ürgüp, 22 Ioulios 1910

    “Sevgili Oğlum,

     Gönderdiğin gazetaları bir gözden geçirip Pashal daskalosa (öğretmen - f.d.) veriyorum. O da okudukdan sonra kiriaki (pazar günü ayini - f.d.) ve yortularda eve geliyor ve biri birimize politikadan bahsediyoruz. Bilirsinki bu genci pek severim. Hem akıllı hem namuslu, hemde Sholeionda (okulda - f.d.), didaskaloslar arasında en gayretlisidir.

     Söyleyeceğim o değil.

    Evvelisi gün Profiti İlia yortusu idi. Daskalos eve geldi ve şordan şurdan konuşurken, okudun mu, dedi. Sizinkiler eksetasilerden sonra Romanyaya ekdromi yapacaklar imiş.

     -Bizimkiler kimler,

     -Stampol Panepistimionundakiler,

    -Ben Gazetede öyle bir şey görmedim.

    -Nasıl, canım, okumadın mı; Hukuk Mektebi talebeleri Romanya’ya gidecek imişler. Elbet onlar ile senin torunda gidecek.

    Oğlum! Bilmem şu Romanya’ya gezmek için gidecekler arasında sende varmısın. Bilmem bu kararınız kavimidir, yoksa bizim genç Kaymakam beyin ikide birde verdiği kararlar gibi, bugün verilip yarın yazılanlardanmıdır.

    Her ne ise ! Allah bu havadisi gazetaya yazana ve oradanda bana okuyan daskalosa uzun ömürler versin. Çünki bunlar olmasa idi ben o havadisden haberdar olmayacakdım ve sana şu mektubu yazmak için böyle güzel bir vesileyi elden kaçıracaktım.

     Oğlum! Gençsin ve korkarım başka gençler gibi sende zan edersinki, biz ihtiyarlar terakkiden, yenilikden hoşlanmayız, Avrupa ve diğer medeni memleketlere seyahatten bir şey anlamayız. Belki bize, yeni fikirlerin düşmanı diyr, eski kafa demekden lezzet duyarsınız, zararı yok. Daha genç ve tecrübesizsin. Yarın sende, yaşın yetdikçe, dünyayı anlar ve baban için taşıdığın bu fikri ne kadar haksız olduğını takdir eder ve pişman olursun. İşte biz ihtiyarlar bunu bildiğimiz için sizin kusurlarınızı afv itmekden başka bir şey düşünmeyiz.

    Bunları söylemekden maksadım senin Romanya’ya gitmeni benimde arzu eylediğimi bildirmekdir. Hatta yalınız Romanya’ya değil, hepisinden evvel Ellodagia ve sonra elinden gelirse sıra ile diğer Balkan devletlerine ve daha sonra Avupaya gitmelisin. Bu senin için bir vazifedir.

    Lakin, oğlum, her şeyin bir sırası var. Sırasız iş görmek, sana bir misal getireyim, bizim Ellinika didaskalosunun (yunanca öğretmeni - f.d.) rumca konuşmak bilmeyen çocuklara Omiros (Homeros - f.d.) okutmaya kalkışılmasına benzer. Atalarımızın “kairos panti pragmati” demekle ve arzu eylediklerini sen benden daha eyi bilirsin.

     Romanya’ya getdiğinde elbetde pek çok şeyler görecek ve öğreneceksin. Romanyalıların Osmanlılardan ayrıldıkları zamandan beru çalıştıklarını ve terakki etdiklerini ve nasıl az bir zaman zarfında büyük devlet oldıklarını anlayacaksın ve tabii uzun uzun düşüneceksin...

     Şimdi bu düşünmeden kendine ve milletine faydeli dersler çıkarabilmek ve sonrada kati kararlar alabilmek için başka bir şeye daha ihtiyacın vardır ki, işte ben sana onu tavsiye edeceğim:

    Oğlum! Sana her şeyden evvel elzem olan vatanını bilmek ve hemde iyi bilmekdir.

    Eğer Romanya’ya gidecek arkadaşlarını ben bu noktada eksetasi  edecek olsa idim, eminim yüzde yüz hepiside vatanlarını iyice bilmediklerini bana eksomologisi (itiraf - f.d.) edecek idiler. Sende emin olasınki vatanın için şimdiye kadar edinebildiğin malumat pek gevşek, pek az ve nakısdır.

    Zaten bu memleketini bilememek ve tanımak istememek kusuru, hastalığı, yalınız sizin gibi daha sholeion (okul - f.d.) thranionlarını (sıralarını - f.d.) terk etmemiş gençler arasında değil, daha sizden pek büyük adamlarımız arasında da görülüyor.

    Ben bizim bu taraflardan yetişmiş ve Stambol’da, Atina’da, Paris ve Berlin’de tahsil görmüş nice -hepisi demiyorum- hekimler, avukatlar ve muallimler bilirim ki, bunlar Stambol ve Symirni (İzmir) gibi yakın şehirlerde oturdukları halde memleketlerine ayak basmazlar... Ne fena hastalık! Ahlak hastalığı.

    Allah bilir! Eğer o, vatanını anasından ve babasındanda ziyade seven Büyük Sokrates şimdi dirilse ve aramıza gelse idi, bizim hiç olmazsa beş senede bir defa memleketine bakkal tezgahdarı Yanni ile kahveci çırağı Kostigi ve peynirci usta Nikdigi bu sözüm yabana, mektepli doktor ve avukatlara kat kat tevcih edecek idi.

    Bunlara, oğlum, sakın kızmayasın. Böyledir.

    Ne olurdu bu doktor ve avukat ve muallimler bulundukları şehirlerde senede bir defa olsun , hepsi bir yere toplansınlar ve memleketlerinin halini düzeltmek için dört beş saat istişare etseler idi, elbetde bizim buralar elli altmış sene evvelki halde kalmazdı.

   Ne olurdu. Bu mektepli beyler ve mü’silerimiz (yaramaz - işgörmez - f.d.) beş senede bir hepsi birlikde vatanlarını ziyaret etmeyi bir vazife, bir proskinima (ibadet - secde - f.d.) addetseler idi, elbette 20 sene içinde bizim burada başka bir şen, başka bir can görülecek idi.

    Oğlum, siz yeni yetişen mektepli gençler, sakın bunlara benzemeyesiniz. İyice bilesinizki, bir milletin terakkisi için mekteplilerinin payitaht ve büyük şehirlerde toplanıp, orada kendi işlerine bakması kafi değildir. Nasıl bizim despot efendinin Mitropoliye (şehire - f.d.) çekilip oturmasından eparhiya (mutasarrıflık) hiç bir faide görmiyor ise, böylece büyük şehirlerden taşraya çıkmayan mekteplilerdende millet büyük şeyler bekleyemez. Okumuşlar, milletin ekseriyetini teşkil eden taşra ehalisini sizin bulunduğunuz medeniyetin yüksek kademelerine kadar yükseltmek isterseniz, evvela siz onun bulunduğu aşağı tabakalara inmeye mecbursınız. Ve böyle yapmadığınız halde ciddi bir şeye muvaffak olamazsınız.

    Şu yazgılarımdan maksadımı eyice anladın zannederim.

    Sevgili Oğlum! Romanya’ya yapacağın seyahati iki üç sene sonraya bırak ve bu sene yaz aylarını memleketinde geçirmeye karar ver, sonra göreceksinki, böylece Romanya seyahatından daha ziyade istifade edeceksin.

     Şimendifer seni mikrasyanın (küçük asya - f.d.) tam ortasından geçirecek İzmit'ten Eskişehir'e kadar olan hattın iki tarafındaki göreceğin o zengin yeşillikler, Bursa eparhiasını (mutasarrıflık) ne büyük cennet olduğuna dair sana oldukça mühim bir fikir verecekler. Daha aşağı Konya ovasına yaklaşdıkça o bitmek tükenmez erazinin ne kadar büyük bir servet oldığını takdir ideceksin. Sonra Stampol’da ve Symirni’de (İzmir) Romanya ve Rusya buğday ve unu sarf edildiği hatırına gelecek ve için sızılayacak.

     Zavallı vatandaşlarının böyle zengin yerlerde ne için daima fakir ve sefil kaldıklarına ta'cüp edeceksin. Acınacaksın, düşüneceksin. Daha öyle şeyler göreceksin ki, onları okuduğun kitaplarda bulamayacaksın ve bunun ile beraber hiç bir defa hatırından çıkaramayacaksın. Zaten benimde arzum budur.

     Gel oğlum gel! Sana ilk defa güneşin ziyasını (ışık) gösteren vatanını gör, haline bak ve göz yaşlarını tutabilirsen ağlama...Hayatının en güzel en tatlı zamanını geçirdiğin evimizi gör.

     Birinci defa olarak sana Alfa-Bitayı (alfabe - f.d.) öğreten sholeionumuzu ziyaret eyle. Bak ne haldedir. Çocuklar bir şeyler öğrenebiliyorlar mı; düşün niçin bu zavallılar beş altı sene içinde lisanları olan rumcayı (?) öğrenemiyorlar ve hala türkçe konuşuyorlar. Niçin proti takside (birinci sınıfında - f.d.) gördüğümüz 100-200 çocuklardan ektide (altıncı sınıfta - f.d.) yalınız 10-15 kişi kalıyor. Bunun sebeblerini ara, ve vazifendir, elinden geleni yap. Ailesini besleyemeyen ve çorbacı ve despot efendilerimizin elinde oyuncak kesilen daskalosların halini gör ve biraz düşün.

    Gel! Seni ekklisiyaya götüreyim. Hatırlarmısın, küçük idin, beş yaşını doldurmamış idin. Kiriyaki (Pazar günü) günleri, iyi elbiseni giyer, elime yapışırdın ve ekklisiyaya giderdik. İki antidoron alayım diye koşar dururdun, ve bunların birini evde yemeğimizi bişiren yayana getirirdin. Daha sonra, hatırlarmısın, artık büyümüş idin, ekklisiyada okunanları evdekilere ve akşam iskembenin (ısınmak için kullanılan ve ahşaptan yapılan bir alet - f.d.) etrafına toplanan komşulara tercüme eder idin, anladır idin. Hatırlarmısın, bunların rumcayı bilmediklerine ne kadar acınırdın.

    Oğlum! Gel, yine böyle yap. Ahaliyi başına topla ve din ve milletimize dair ders ver. Yine ekklisiyaya get ve Evangelionunu (İncil - f.d.) türkçe okumaya mecbur olan bu zavallı hristiyanların haline ağla. O saatlerce bir şey anlamadığğı halde ekklisiyada ayak üstünde Allah korkusu ile duran ve dua iden rumların ruhlarını teselli eyle. Papaslarımızıda gör. Zavallılar, ekseri cahildirler. Vazifeleri, hristiyanlık ve rumluk, din ve millet bekçiliği gibi ağır olan bu ademlerin nasıl dilenmeye mecbur kaldıklarını gör.

    Gel! Ve Hristos (İsa - f.d.) Efendimizin kurtlar arasına kuzu diye gönderdiği Despotlarımızın nasıl çok defa kuzular arasında kurt kesildiklerini anla. Mitropoliye  çekilip hiç bir iş görmediklerine ve hatta görmekde istemediklerine emin olasın.

    Görüyormusun, oğlum, vatanına gelmekle ne derece mühim ve faideli şeyler öğreneceksin.

    Gel oğlum! Her halde gel.

     Seni bağlara götüreceğim. İstediğin kadar üzüm ve meyva yeyeceksin. İstanbol’da bunları öyle kolay kolay bulamazsın.

    Senin için cümbüşler vereceğim. Seni paniyirlere ve etrafdaki köylere götüreceğim. Orada terakkisini düşünmeye mecbur olduğun ahalimizi yakından tanıyabileceksin.

     Hasılı oğlum gelirsen, bir çok şeyler öğreneceksin. Gezeceksin, tozacaksın, eğleneceksin, yiyeceksin, içeceksin ve ben ihtiyar babanı bahtiyar ideceksin.

     Sakın sende büyük kardaşların ve eksadelfosların (kuzenlerin - f.d.) gibi bana cevaben: ”Benim artık, öyle şeylere vaktim yok. Yaz aylarını orada hapiste kafesde geçirecek kadar deli değilim” diye yazarak dar kafalılık gösterme.

     Hayır oğlum! Hayır! Güzel havası, parlak güneşi, datlı suları, zengin yeşillikleri ve has ekmeği olan vatanın kafes değildir. Dar dıkış, havası güneşsiz apartmanlara benzemeyen o koca evlerimiz hapis değildir. Güneşden kaçan, rüzgardan korkan cansız, kansız ademleri bilmeyen memleketimiz hapishane değildir.

     İnşallah sen bu zevzek hastalıklı fikirlere kapılmazsın ve bunların medeni adamın kafasında yer dutamadığını fiilen kardaş ve arkadaşlarınada gösterirsin.

     Oğlum! Şu güzel tavsiyemi kabul ideceğine emin olarak mektubuma burada hitam veriyorum.

     Daha şimdiden senin için bir çok hazırlıklarda bulunuyorum. Yarın hısım ve dostlarımızada geleceğini olmuş bitmiş gibi haber vereceyim.

     Göreyim seni! Beni utandırma, kendinide küçük düşürme.

     Anan, halan, dayın ve cümle hısım ve akraba sana selam ve hayır dualar ederler.

     Baki iki gözlerinden öper ve seni Allaha emanet iderim.


     Seni dört gözle bekleyen

     BABAN

 

 

    İLAVE- Geçenlerde balcılık ve arıcılığa dair yeni bir kitap çıktığını Gazetada okumuş idim. Gelirken benim için bundan bir tane getiresin, bakalım istifade edebilecekmiyim. Birde dost komşu ve akraba ve mektebe giden bazı gayretli fıkara çocuklarına hediye yapmak içun ayrıca kağıt, kalem, penna, resim ve şeker getirmeyi unutma. Bunu senden ayrıca isterim.

    BABAN

 

    Babamın bu mektubu hem hoşuma gitti, hemde beni pek çok düşündürdü. Fikrimi doldurdu, kalbimi rikkata getirdi, gözlerimi yaşarttı.

     Koca ihtiyarın yazkılarının hemen hepsi doğru idi. İhtiyarcasına lakin pek güzel yazılmış bu nasihatlarını dinlemeyi kendime bir vazife addeylerim. Der akap yol hazırlığına başladım. Ve tam bir hafta sonra vatanıma kavuşmak üzere haydarpaşadan şimendifere bindim.

     Bu seyahatimden öğrendiğim şeylerin bence hattı hesabı yoktur. Babamın sözünü tekrar ederek diyebilirimki, bunlar hiç bir kitabta yazılı olmadığı halde yüzlerce kitap sahifelerini doldurmaya şayan malumattırlar.

     Burada bunlardan bahs decek değilim. Çünkü emelim gençlerimizin ve bilhassa mekteplilerin hissiyat-ı millilerini tahrip etmekten başka bir şey değildir. Onlar isterlerse memleketlerini ziyaret ederek bu malumatı kendi başlarına ve daha güzel öğrenebilirler.

     Ben yalnız bu seyahatte başıma gelen ve butün ömrümde unutamayacağım gayet acınaklı ve ibretamiz bir hadiseden bahsedeceğim.

Seyahatimin ikinci günü idi. Konya’da bir stasyondan hareket iderken şimendiferin arkasında süslü bir vagon gördük ve biraz sonra bunun o civarda yeni yapılan bir türk mektebinin egkainiasından (açılış töreni - f.d.) Konya’ya avdet iden Vali Bey ile mayietinin olduğunu öğrendik. Vali Bey ile görüşmekden epeyi malumat edineceğime emin olarak mülakat talep eyledim, ve nail oldum.

     İki saat kadar devam eden mülakatımızda vilayetin ticareti, ziraaatı ve istikbaline dair epeyi mubahasa geçti.

     Vali Bey bir aralık vilayetin ihyası için tasavvurunu bana anlatırken:

     Vali:Buranın ahalisi, dedi, gerek islam türkleri olsun, gerek hristiyan türkleri, çalışkan ve kanaatkardırlar. Kendi işlerinden başka hiç bir şey ile uğraşmazlar. Böyle ahali ile her şey yapılabilir.

     Vali Beyin sözünü kesmeye mecbur oldum ve bu hristiyan türklerin kimler oldığını sual eyledim.

     Vali: Vilayetin hristiyan ahalisidir, dedi.

    Ben: Efendim afv idersiz (afedersiniz), burda bir yanlışlığınız var. Bu ahali Türk değildir. Rumdur. Bende Vilayetin hristiyanlarındanım. Lakin Türk değil Rumum.

     Vali: Buranın ahalisini mezhepden başka bir şey ayırmaz. Gerek hristiyan, gerek islamın ana lisanı Türkçedir. Telebbüsleri (giyimleri - f.d.), tegayyüzleri, (hiddetleri - kızmaları - f.d.), tefekkürleri Türk gibidir. ŞarkılarıTürkçedir. Ahalinin maddi ve manevi herbir tezahüratında Türklüğün ruhundan başka hiç bir şey göremezsiniz. Bu hristiyanlar rum olsa idiler hiç olmazsa analisanları rumca olacak değilmi idi.

    Ben: Efendim. Bu hristiyanlar vilayetin kadim ve asil ahalisidirler. Bunların tarihi gayet eskidir. Bu tarihin bir devresi İskender-i Kebir (Büyük İskender - f.d.) ve onun halefleri ile başlar, diğer bir devresi ise hristiyanlığın ve Bizantin en parlak devreleri ile karışır birleşir. Bizans imperatoru Hrakleios bu ahali arasında yetişen bir büyük general idi. Tanzim eyledikleri islahat kavanini (kanunları - f.d.) ile tarihi medeniyetde büyük bir mevki ihdaz eden İsavroslar keza bu memleketin asil evladından idiler. Alparslan ile muhabere eden İmparator Dyogenis Romanos (Romen Diyojen - f.d.) yine bu ahalinin arasından yetişmiştir. Bu ahali Bizans Rumluğunun en mühim bir unsuru idi.

     Türkler, asya-i sograya (sugra - küçük - f.d.) pek çok sonra geldiler. Rumlar, bunların hakimiyeti altında lisanlarını kayıp eylediler. Lakin mezhep ve milliyetlerini, tarihde çok az tesadüf edilen bir sebat ile şimdiye kadar muhafaza edebildiler. Birde şunu size arz eyleyebilirim ki lisanlarını kaybeden rumlar yalınız şehirlerde sakin olanlardır. Türklerin hakimiyetinden az müteessir olan  bir çok köyler lisanlarınıda muhafaza edebilmişler.

     Vali Bey ile aramızda cereyan eden uzunca mubaheseyi buraya aynen nakletmeyeceğim. Tabii Vali Beyden bir çok şeyler daha işittim, ve cevaben bir çok şeyler daha söyledim. Lakin Avrupa alimlerinden birinin, o sırada hatırıma gelen şu acı ve ağır sözleri o mağrur ruhumun neşesini epeyice kırdı:

     “To apolesan tin glossan tou ethnos sinapolesen kai to stadion avtou en to pedio tou politismou“

     Akşam Konya otelinin bir köşesine yalınız başıma çekildiğim vakit pek kırgın ve dalgın idim. Avrupalı alimin o ağır sözlerini ruhumda yordukça kalbim kan ağlıyordu. Ne yaman hüküm ! Lisanını kaybeden millet, medeni milletler arasındaki mevkiinide kaybetmiş addolunuyor. Hakikaten insafsızcasına verilmiş, lakin, itiraf etmeliyiz, doğru bir hükümdır.

    Lisanımızı, kaybetmekle bulunduğumuz mevkiden aşağı düştük. Şimdi mevkilerini muhafaza edenlerin bize “siz yerde sürünüyorsunuz“ demeleri tabii değilmidir.

    Evvet, yerde sürünüyoruz. Lakin ayağa kalkmak ümidini kaybetmedik. Asırlarca devam eden esaret boyunduruğu altında mezhebimizi muhafaza edebilmemiz damarlarımızda akan kanın bozulmadığını göstermezmi?  Lisanımızı asırlarca yalınız rumluğa has bir sebat ile ekklisiyada saklayabilmemiz, onu ekklisiyadan sholeiona ve sholeiondan yine eve getirebileceğimizi göstermez mi?

    Evvet ! Hepimiz buna imanımız kadar eminiz. Lakin yalınız bu kafi değil. Aynı zamanda çalışmalı, yine çalışmalı, daima çalışmalı.

    Ümitsizlik atalarımızın bilmediği bir hastalık idi. Çalışmakta biz gençlerin yegane ümidi olmalı değil mi?

    Vienni (Viyana), Avgustos , 1913

 

    DİMOSTHENİS DANİLİDİS

 

    Fehmi DİNÇER

     Ankara 2005

 

 

Fotoğraf: Ürgüplü Karamanlı İzakoğlu Ailesi (1910)

http://mysite.verizon.net/hazmat16/

 
Toplam blog
: 109
: 5832
Kayıt tarihi
: 23.03.07
 
 

1959 yılında Fertek - Niğde'de doğdum. Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültes..