Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

26 Şubat '10

 
Kategori
Yolculuk
 

Uykulu bir yol hikayesi !

Uykulu bir yol hikayesi !
 

 

Anadolu insanını oldum olası çok sevmişimdir. Çocukluğumun orada yapılanmasından mı, o samimi, sımsıcak sevgi rüzgarlarından mı, yoksa yaşamam gereken hayatın o olduğunu düşünmemden mi nedir, onlarla sohbetin tadı da bir başkadır. Mesela, Türkiye'de olduğum zamanlarda hafta sonu kahvaltılarımı yapmaya özen göstediğim Karaköy Namlı'da Fevzi adında Van'lı bir garson vardır. Beyaz tenli, mavi gözlü, çok kardeşli, güleç yüzlü bu kardeşim yolumu bekler. Çünkü dünyaya meraklıdır ve beni Dünya Atlası olarak kullanmaktadır. Hemen karşısı İstanbul Limanı olduğu için yanaşan gemilerin, turistlerin haddi hesabı yoktur. Haliyle, bu Avrupai görünümlü Anadolu çocuğu, biraz da müteşebbis ruhunun yardımıyla her lisandan bir kuple bilmektedir. Hatta bir dönem bir kızın peşine takılarak Meksika'ya kadar gitmiştir. Şimdi de Venezuela ve Salvador'a gitme hazırlığı yapmaktadır ve Ata Abi'sinin fikirlerine çok ihtiyacı vardır. Kızlar da onu çağırmaktadır.

Bizim Adnan da Nevşehir-Derinkuyu'nun Suvermez Köyü'ndendir. Bir tarihte bolca Rumun yaşadığı köyün Rumca adı da Flidonus'tur. Bazen Adnan'ın babası İstanbul'a gelir ve onu görebilmek için Adnan'ı tembihlerim. Yaşlı Anadolu insanıyla sohbetin tadı bilmem kaç milyon euro'luk bir satış toplantısından daha çok keyif verir bana. Yüzündeki, Anadolu'nun sert rüzgarlarıyla oluşmuş vadilerde gezintiye çıkarım. Neler anlatır o yamaçlar. Aslında ben Anadolu'yu özlerim.

İster Samsun'a dön, istersen Konya'ya, Adana'ya, benim has Anadolu'm Ankara'da başlar. Arabanızın camını açıp, havayı koklayın. Önce hayvan kokusu gelir uzaklardan, sonra da çiy damlalarına kucak açmış toprak kokusu. İnanın o kokuyu başka hiçbir yerde bulamazsınız. Hele bir de günün ilk ışıklarındaysa.. Çalın dilediğiniz kapıyı, sizinle paylaşacakları ekmekleri vardır. O ekmeği gözyaşlarınızla mı ıslatırsınız, yoksa çaya mı banarsınız size kalmış.

Günlerden bir gün, saat sabahın üçü. Erkenden yola çıkmalı ve önemli bir toplantı için saat 09'da Aksaray'da olmalıydım. Sabah 06 sularında Ankara'ya girmek üzereydim ve gözlerim ağırlaşmaya başlamıştı. Neyse ki gün açmak üzereydi ve uykum da kaçardı. Hızımı düşürmüş, bakir ovaları izlereyerek yol alıyordum. Konya kavşağından sonraki yol daha da hoşuma gider ve Tuz Gölü'nde de mutlaka mola veririm; ama bu sefer oyalanacak vaktim yoktu. Zaman zaman görüntüler de değişir gibi oluyordu ve bir anlam veremiyordum. 5000 yıllık tarihi olan Şereflikoçhisar'a girmek üzereydim. Arabalar çoğalmıştı. Herkes bana selam veriyor, korna çalıyor ve selektör yapıyordu. Yanımdan geçen traktörün üzerindekiler de çılgınca kollarını sağa sola sallıyorlardı. Canım Anadolu insanım. Tabii, 34 plakamı görüyor ve ilçemize hoş geldiniz diyorlardı. İşte Anadolu insanı buydu. Uykum da açılmış, bu sevgi tezahüründen çok mutlu olmuştum. Sonra birden sağımdan, benim yönümde bir-iki araba daha geçti ve o insanlar da bana el sallıyorlardı; ama yüzlerinde hiç de güleç bir ifade yoktu! Ayrıca yolun en sağında bendim, e peki o arabalar neyin nesiydi? 150 mt kadar önümde farlarını yakıp söndürerek ve de havalı kornasını durmaksızın çalarak üzerime gelen TIR'ı görünce bunun sevgi tezahüründen farklı bir şey olduğunu anladım.

Ben ters yoldaydım !

Sola çekip durdum. Bu nasıl olmuştu? Geri döndüm. Meğerse ilçenin girişinde yol geliş-gidiş çift yol olmuş; ama benim yolum için önce biraz sağa dönmek gerekiyormuş. Oysa ben, belki de uykulu halimle yola düz devam etmiştim.

Oralara yolum düştüğünde mutlaka Şereflikoçhisar'da durur ve gülümserim.

 
Toplam blog
: 462
: 1159
Kayıt tarihi
: 07.03.09
 
 

Ne güzel bloglar yazdık, ne muhteşem dostluklar kurduk; onlar kaldı baki... ..