Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

15 Eylül '06

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Uyuşturucu... efendim?

Uyuşturucu... efendim?
 

Uyuşturucu... Kişisel yıkımın sembolü. Toplumsal olan ne varsa, aramızda dolaşan, bizi bağlayan tüm örüntülerin yıkıcı düşmanı. Tüm değerlerimizin deccal’ı.

Acaba?

Biz ortalama insanlar, nerde yaşıyoruz ona bakalım. Dünyanın, insanlığın, ilişkilerin, gülünecek, ağlanacak, merhamet duyulacak, ertelenecek, meraklanılıp peşine takınılacak bütün ögelerin belirlenmiş ve "fena halde anlaşılır" olduğu, sıcak yastığımıza yaslanarak yaşlandığımız emniyetli sıcak yuvamızda...

Yani kalabalık gruplar içinde, yani tribünde, yani televizyon karşısında "edilginliğin otizme göz kırptığı noktada", yani koşturup bir kişinin daha önüne geçebilmek için insanlığımızı harcamanın damarlarımıza zerkettiği hazda, yani sevmeyi hayran olmakla karıştırıp, ölümü sevginin bir ögesi ya da biçimiymiş gibi hayatımıza uyguladığımız noktada... Sıcak yuvalarımız unutturuyor, bir saat önce karşılaştığımız sokak çocuğunu. Aynen onun yaptığı gibi biz de televizyonumuzu, sevgilimizin koynunu, kitaplarımızı, yeni ayakkabılarımızı, maaş günümüzü, mezuniyet törenlerini, çocuklarımızın başarılarını, hayatımızın olumlanmış mastürbasyonları olarak çekiyoruz, çakıyoruz, basıyoruz, takılıyoruz; damardan, burundan, ağızdan, beyinden!

Bağımlılık sözcük anlamıyla birey ve nesne(si) arasında bireyin seçimiyle kurulmuş aynilik ve süreklilik özelliği taşıyan boyutlu bir ilişkidir. Bu ilişki bireyin seçimiyle başlasa da bireyin özerkliği zaman içerisinde yokolur.

Onlar... Kendilerini beğenmedikleri ve iteklendikleri bir oyunun sahnesinden; başrollerin olmadığı, sanatçı kaprislerinin yaşanmadığı, en azından normal olanın alkışlanmadığı bir başka oyuna sokanlar... Hedonizmle suçladığımız, isyanla damgaladığımız, suçla etiketlediğimiz; ölmenin farklı biçimlerini kimsenin değil kendilerinin üzerinde deneyenler... Aramızdalar oysa... Ama sınıfımızda kimseyle yarışmıyorlar, işyerimizde yalakalık yapmıyorlar, doğalgaz kuyruğunda kavga çıkarmıyorlar...

Büyük pazarların kurulduğu mahallemizin büyük abilerinden sürekli dayak yiyen küçük çocuklar onlar... Hep dövenin ya da en çok bağıranın haklı olduğu kutsal çöplüğümüzde şansları yok elbette... Evlerine döndüklerinde de dayak yemekle suçlanıyorlar babaları tarafından...

Kulağımızın dibinde ellerinde poşetler, arabesk şarkılar söylüyorlar şüpheli şüpheli…

Tehlikelilerdi…

Aptallaştırdığımız dinlerimiz, körleştirdiğimiz ideolojilerimizle yürüdük üzerlerine; öfkemize bir nesne bulmuştuk... Ölecek ya da uyacaklardı.

Öldüler... Uydular... Ama biz doymadık... Çünkü yemek yemiyorduk uzunca bir süredir, sadece tıkınıyorduk... Sevişmiyorduk, düzüşüyorduk... Doymamız beklenemezdi...

Duyuyorum şimdi... Birileri "hırsızın hiç mi suçu yok" diyor... Ama yok hakikaten...

Başta söylediğimiz bağımlılık tanımını hatırlatıp soruyorum... Kim daha fazla bağımlı? Kimin daha fazla nesnesi var vazgeçemeyeceği?

Efendim?

 
Toplam blog
: 12
: 992
Kayıt tarihi
: 11.09.06
 
 

"Aşkın ve iyiliğin ne demek olduğunu bugünün insanlarından öğrenemezsin... Bu yüzden yarın gerçekdış..