Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

20 Eylül '07

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Uzakdoğu uzak mı? (Tayland - Kamboçya - Vietnam)

Uzakdoğu uzak mı? (Tayland - Kamboçya - Vietnam)
 

Bir el atıverin sevabına...


Altıncı Bölüm / TONLE SAP – YÜZEN KÖYLER - BATTAM BANG

Gün ağarmadan kalkıp, toparlanarak, saat 6’da bizi otelimizden alacağı söylenen minibüsü beklemek üzere bahçeye indik. Tam 45 dakika öylece dikildikten sonra, nihayet minibüs sokağın başında göründüğünde, kocam:

“Kırk dakika daha fazla uyuyabilirdik.” diye söylendi.

Minibüs tıklım tıklım doluydu, ortaya “Günaydın” diyerek, en arkada bulduğumuz bir köşeye sıkıştık. Araç hareket etti. “Gerçek” Siem Reap’in, “gerçek” sefaletinin içinden geçerek, dünyanın en büyük tatlı su gölü olan Tonle Sap’ın kıyısına, teknenin hareket edeceği noktaya ulaştık.

Minibüsten iner inmez etrafımızı saran çocukların, ne olduğunu ilk bakışta kestiremediğim muhtelif “yiyecek”ler satan kadınların, dilencilerin arasından sıyrılıp, balçıkta kayıp düşmemek için dikkatlice yürüyerek, kıyıya vardık. Orta boy bir balıkçı motorundan bozma teknemizi gördüğüm anda ilk düşüncem, vazgeçip, geri dönmek oldu. Kocam, aklımdan geçenleri yüzümden okumuş olacaktı ki, “Hadi canım” diyerek arkamdan ittirdi. Derin bir nefes aldım. Ne de olsa Queen Elizabeth II ile yolculuk yapmayacağımızı baştan biliyordum. “Kaptan Köşkü” nün hemen yanında, mavi boyalı bir kapının üzerinde, kocaman harflerle “W.C.” yazdığını görünce, iyice rahatlayıp, tekneye bindim.

Teknenin alt katındaki yarı kapalı bölmede bizi kötü bir sürpriz bekliyordu. Maalesef hiç oturacak yer kalmamıştı. Üst katta, güneş altında, sırt çantalarımızın üzerinde yolculuk yapacaktık.

Tam kaderime razı olmuş, yukarı çıkmaya hazırlanırken, gözüm başka birşeye takıldı. “W.C.” yazılı mavi kapının üzerinde, paslı bir asma kilit vardı. Yıllar yılı İstanbul’da, Şirket-i Hayriye vapurlarının kilitli tuvaletlerine girememiş, ezik bir insanın vereceği en normal tepkiyi verdim. Yıkıldım.

Bu esnada tekne hareket etti. Yapılacak hiçbirşey yoktu. Metal merdivenleri ağır ağır tırmanarak, üst kata çıktım. Sırt çantamı yere fırlatıp, üzerine oturdum. Hiç su içmesem bile 8 saat tuvalete gitmeden duramazdım, kaldı ki asıl derdim başkaydı. Ne yapacaktım?

Sinirden tropik sıcakta ellerim buz kesmişti. Dağılmak üzere olduğumu bilen kocam, saçlarımı okşayarak beni sakinleştirmeye çalışıyordu. Ağlamamak için kendimi kastıkça, iyice gerildim. Kocama dönüp, bir süre benimle konuşmamasını, hatta mümkünse benden yana bile bakmamasını söyledim. “Peki” dedi. Öylece yan yana hiç konuşmadan oturduk. Sonra o, fotoğraf makinasını çıkarıp, sağda solda gördüğü birkaç balıkçı teknesinin resimlerini çekmeye başladı. Arada benim de resmimi çekmeye çalıştığını farkettim, ama aldırmadım.

“uhudedipuhu...” dedi, fotoğraf makinası gözünde.
“Hani konuşmayacaktın benimle?” diye tısladım ve anında pişman oldum. Onun ne kabahati vardı? “Pardon” der gibi yüzüne baktım. Birşey söylemeden, alt kata indi. Kısa bir süre sonra, yüzünde kocaman bir gülücükle yukarıya geldi. Ellerimi tutup:

“Aşağıda tuvaletin kapısını açmışlar, ben girdim, çok temiz sayılmaz ama işini görür.” dedi.
“Ciddi misin?” dedim şaşkınlıkla.
“Deminden beri düşünüp duruyordum, bunca insanı saatlerce tuvaletsiz bırakamazlar diye. Bir kez daha bakmak istedim.” dedi gülerek.

İşte buydu. Ben Türktüm, o Almandı. Ben kabullenmiştim, o sorgulamıştı. Sevinçle boynuna atlayıp, yüzünü gözünü öptüm.

Biz kendi derdimizle meşgulken, tekne gölü çoktan aşmış, nehre girmişti. Bir süre sonra, ilk “Yüzen Köy” e vardık. Köy, tahta sallar üzerinde evler, ağıllar, kümesler, birkaç sözüm ona dükkân, bir okul ve bir de kiliseden oluşuyordu. Ufacık çocuklar, kendi kullandıkları kayıklarla, oradan oraya gidip geliyorlardı. Bazı salların üzerinde köpekler, tavuklar, domuzlar ve hatta kapalı kutular içinde timsahlar gördük. Evlerde elektrik ve su yoktu, nehrin suyu her iş için kullanılıyordu. Mini mini, çırılçıplak çocuklar, geçtiğimiz her yerde, gülerek bize el salladılar, hepimiz aynı şekilde karşılık verdik. Çocuklar çıplaktı, zira doğal ihtiyaçlarını en pratik şekilde ancak böyle giderebiliyorlardı. Bu tarifi zor sefalet içinde, altlarını kumaş bezle bağlamak bile anlamsızdı. “İyi ki memlekete kış gelmiyor” diye düşündüm.

Bu arada güneş iyice yükselmiş ve fena halde yakmaya başlamıştı. Yüzümü, kollarımı, bacaklarımı koruyucu kreme bulayıp, kot ceketimden yaptığım bir çadırın altına saklandım. Etrafımdakiler bana bakıp gülmeye başladılar. Kısa bir süre içinde, zaten sıcaktan davul gibi şişmiş ayak parmaklarım kıpkırmızı oldu. Onları kremlemeyi unutmuştum.

Bir sonraki köyde 10 dakikalık bir ihtiyaç molası verdik. “Lokanta” salına yanaştığımızda, hepimiz tekneden inip, soğuk birşeyler içtik. Bu arada kaptan, tayfalar ve maceracı bazı yolcular çabucak karınlarını doyurdular. Gölgede durup, içeceklerimizi yudumlarken, kocam:

“Şuraya bak, karşı kıyıya” dedi, “Cep telefonu için baz istasyonu.”
“İnanılmaz değil mi?” dedim, “Sanki buraya ait değilmiş, başka bir dünyadan gelmiş gibi.”
“Aynen.”

Tekrar yola çıkıp, başka bir köye vardığımızda, kıyıda uzun sırıklar üzerine kurulmuş, tek tük evler gördük. Sırıkların üzerindeki çamur izlerinden, yağmur mevsiminde nehrin seviyesinin en az 5-6 metre daha yüksek olduğu açıkça görülebiliyordu. O anda ise en geniş yeri yaklaşık 10 metreydi ve akışkan çamur kıvamındaydı. Değişik mevsimlerde su seviyesinin böylesine farklı olması ve bu döngünün her sene bu şekilde yaşanması inanılmazdı.

Bu şekilde bir süre daha yol adıktan sonra, nehir iyice daralıp, sığlaşmaya başladı. Kaptan ve mürettebat manevra yapmakta bayağı zorlanır olmuşlardı. Teknede sürekli bir hareket vardı, hepimiz dört bir yandan aşağı sarkıp nehri gözlüyor, ipe sapa gelmez yorumlar yapıyor, aslında çamura saplanıp kalmaktan korkuyorduk. Yola bu şekilde devam edemeyeceğimiz açıktı, karaya oturmamız an meselesiydi. Nitekim kaptanımız en sonunda pes edip, kuş uçmaz, kervan geçmez bir yerde “kenara çekti”.

“N’oluyoruz?” diye sordum kocama.
“Tekne yolculuğu buraya kadarmış, baksana.” dedi.
“Eee, ne yapacağız şimdi?”
“Kıyıda kamyonetler gördüm, muhtemelen bizi almaya geldiler.”
“Nerede? Ha, gördüm.”

Gerçekten de kamyonetleri kaptanımız çağırmıştı. Çantalarımızı sırtlanıp, yavaş yavaş tekneyi boşaltmaya başladık. Su seviyesi çok düşük olduğu için, kıyıya tırmanmak zorundaydık. Kamyonetlerle gelen adamlar her birimizi tek tek yukarı çektiler. Bir hiçliğin ortasında, uçsuz bucaksızmış gibi görünen, çamurlu, boş bir arazideydik.

Yolculuğun anlam ve önemine son derece uygun siyah askısız elbisesiyle, daha önce de dikkatimizi çekip, kıs kıs gülmemize sebep olan İngiliz kız, yukarı çıkmasına yardımcı olan adamlardan biri çantasını yere attığı için söylenmeye başladı.

“Geri zekâlı.” dedim, “Şimdi bir tekme de ben savuracağım çantasına.”
“Onu bırak şimdi de, yürü kamyonete bin, yer kalmayacak yoksa.” diye kolumdan çekti kocam. Koşup, önümüze gelen ilk kamyonetin kasasına tırmandık. Çantaları bir köşeye üst üste yığdık, ben yere, yedek lastiğin bir ucuna iliştim, kocam kasanın kenarına oturdu. Zaten göz açıp kapayıncaya kadar önde 4, arkada 16 kişi olmuştuk. Herkes gülüşüp, şakalaşıyor, birbirine yardım ediyordu. Yolculuğumuz birden “Indiana Jones Tur Gururla Sunar” tadı almıştı, ister istemez hem fiziksel, hem de ruhsal olarak yakınlaşmıştık.

İlk kamyonetin ardından, biz de hareket ettik. Daha 2 metre bile gitmeden, küt diye bir çukura düşüp, yumuşak toprakta saplanıp kaldık. Birkaç denemeden sonra, çıkamayacağımız anlaşılınca, hepimiz gerisin geriye kamyonetin kasasından inip, kahkahalar arasında, aracın kurtarılmasını izledik. Fotoğraf çekmek için biraz geriye doğru çekildiğimi gören kocam:

“Fazla uzağa gitme, buraya gel.” dedi.
“N’oldu, ne var?” dedim, etrafıma bakınarak.
“Battam Bang yakınlarındayız, hem de açık arazideyiz. Buralar hâlâ en yoğun mayınlı bölgeler arasında. Şaka gibi geliyor ama ne olur, ne olmaz.” dedi.
“Hadi canım, abartma.” dedim, ama yine de daha fazla uzaklaşmadım. Bu arada şoförümüz aracı düştüğü çukurdan kurtarmayı başarmıştı. Yeniden kasaya doluşup, yola koyulduk.

Araziden çıkana kadar hoplaya zıplaya bir süre gittik. Daha sonra, bir patikaya girdiğimizde, şoförümüz deli gibi bastırmaya başladı. Kasanın kenarında oturanlar, yol boyunca dizilen sık ağaçların dallarıyla bir güzel dayak yediler, her tarafları yara bere içinde kaldı. Benim gibi ortada kalanların hali de pek iç açıcı değildi. Öylesine sıkışık durumdaydık ki, bir noktada popomdan aşağı kan gitmediğini, çok kuvvetli bir krampın yolda olduğunu hissettim. Karşımda oturan Fransız kızcağız bir an doğrulup, kocasına dayanarak kıpırdamama izin vermeseydi sanırım acıdan bağırabilirdim. Zaman zaman normalden daha büyük bir çukura geldiğimizde, yanlarda oturanlar, biz ortadakileri uyarıyor, sonra hep beraber “Hooooooop” diye çukura düşüp, saplanıp kalmamak için dua ediyorduk.

“Ne sağlammış bu Toyota’lar.” diye bağırdım kocama.
“Ben de deminden beri onu düşünüyordum. 20 kişiyiz, çantalar vesaire, başka araç olsa, bu b.ktan arazide şimdiye çoktan dağılmıştı.” dedi.

Arazi değişmişti, bir süredir kuru toprak üzerinde yol alıyorduk. Aracımızın kaldırdığı, bebek pudrası inceliğindeki sarı toz, üstümüzü kaplamış, burun deliklerimiz bile görünmez olmuştu. Bu şekilde bir saatten fazla yol gittik. En sonunda Battam Bang’a ulaştığımızda, öylesine yorulmuş, öylesine tozlanmıştık ki, turistlerin gelişini bekleyen avcı otel çalışanlarının arasından, bize ilk “Merhaba” diyene, biz “Evet” dedik. Acilen birer duşa ihtiyacımız vardı.

(Devam edecek...)

 
Toplam blog
: 81
: 1521
Kayıt tarihi
: 04.07.06
 
 

Kişinin kendini anlatması zor. Her şeyden birazım, her şeyim yarım.   ..