Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Mart '17

 
Kategori
Deneme
 

Üzülme! Seninkisi belki de 'kendin olma yorgunluğu'!

Üzülme! Seninkisi belki de 'kendin olma yorgunluğu'!
 

Biliyorum sen de yorgunsun, benim gibi... Mevsimsel diyorsun bazen, kış çıkışı, öncü 'bahar yorgunluğu'...Tv'da haberleri izliyorsun, tartışma programlarını...Memleket siyasetinin özünü yitirmiş, antik karmaşasına bakıyorsun 'Belki de siyasi atmosferden bu yorgunluk!' diyorsun...
 
Tarihsel, zihinsel ya da bilişsel atmosferi delik deşik olmuş bir gezegene dönen zihnine ve kalbine dönüyorsun; ya internetten ya da son teknoloji ürünü (onca çeşit) kitle iletişim araçlarından, üstüne üstüne, hiç durmadan -mevzi ve dijital bir kıvamda, asgarisinden günde bilmem kaç vakit- göktaşlarıyla yağan sloganlarla yüzleşiyorsun; “Mutlu olmak için en yeni ürün ve modaları, en çok miktar ve çeşitlilikte tüketmeye hazır ve muktedir ol!”, “Unutma, sen sadece anı yaşa!", "Hep hızlı ol, hep koş, yoksa geçilir, arkalarda kalırsın!"... Öyle güçlü ve ters istikamette çağrışımlar yaratıyor ki bu türden görünmez sloganlar! Bir süre sonra da yoruluyor, bitkin düşüyorsun. İşte bu yorgunluk, siyaset arenasının antik söylemleri ile tüketim mabetlerindeki son moda ürünler arasındaki uçurumla da birleşince "İnsanın kendi olma yorgunluğu!" çıkıyor ortaya. En özel ve çağdaş bir yorgunluk türü olarak....
 
Peki ya nerede seni dinç tutan  tarihsel bilge efendiliğin, tokluğun, yarınlara dair taze süt kokulu umutların?
 
Üç ana bölümden oluşuyorsa bedenin; baş, gövde ve ayaklar... Tarih öncesinden gelen tarih bilinciyse ayakların, yarına uzanan düşlerin, hayal ve umutların gibidir aslında başın. Bastığın yer, sağlam mı sağlam, büyülü coğrafya, en az bin yıllık Türkiye’miz!.. Bir ayağın Trakya'ya basarken, ötekisi üstündedir tarih ötesi Anadolu’muzun. Ayaklarla başların bu uyumlu kardeşliği de tarihsel bilincindir aslında...
 
Oysa bu küresel göktaşlarıyla yağan mesajlar, diyor ki sanki sana:
 
Unut bunları sen, yarı-ergen ve bilinçsizce yaşa!..
Hep daha da fazlasını isteyen, çılgın bir ediniş ve tüketiş içinde yaşa.
O öğüten, sindiren organının en geniş alanı kapladığı yerin olan, sadece gövden ile yaşa.
Gündelik, “an”lık hazlarla, kelebekler gibi ve balık hafızalarla, her sabah yeniden doğup her akşam ölüşlerle yaşa!..
 
Bu tür, kelebeksi bir var oluş ne kadar rengârenk olsa da, günlük var oluşların birikimli bir toplamından oluşmaz ki genel ve soylu bir var oluş; tarihsiz, düşsüz ve bilinçsizce... Oysa ki o, tamamen farklı ve derin bir oluştur.
 
İşte böylesi bir daimi sağanak altında, korunma ve katlanma hallerinde, önce yavaşlayıp sakinleşmek sonrasında da düne ve yarınlarına daha bir şefkatle sığınmak istersin...Öz akrabalarınmışçasına... Dedelerin, anneannelerin ve torunlarınmış gibi... Cicili bicili günü yaşarken çaktırmadan -ve çoğu kez"ılımlıca"- üzerlerine örtülmeye çalışılan örtüleri, şalı ya da türbanı bir çırpıda kaldırarak!..
 
“En yeni ürün ve modaları, en çok miktar ve çeşitlilikte tüketmeye hazır ve muktedir ol!” diyor sana; küresel, global, emperyal, aşırı iştahlı ve doymaz cüce dev. Kısa vadeli, yapay bir cennet vaadiyle... Kavramadan asıl anlamını “Carpe Diem”im!..” Israrın fazlası aşık usandırır” derler, bırak da sen, düne ve yarına da bak! Ey küresel, çünkü senin kuralsızca ve hızla bir ediniş, biriktiriş ve sonra da aşırı bir tüketiş konusunda tekdili konuşan iştahlı bir lisanın ve tükettikçe daha da çok acıkan, böylelikle herkesi hayretler içinde bırakan bir formun var.
 
Hayret ettiğin diğer bir durum ise; yaşadığın büyülü tarihsel coğrafya ile zihin ve yüreğinin "gün"ün ve "an"ların, coşkulu "haz"lar ve tüketim nesneleri ile tıka basa doluyken adeta "herkesin ülkesi", bunlar boşaldığında, yokluk, durgunluk ya da kriz anlarında ise "hiçkimsesiz bir ülke" haline bürünmesi...
 
Ey "gün", sen, biçok çığırtkan eşliğinde, adeta bin bir eda ile, havai fişekler ve çığlıklar altında ekran ekran yürürken, "dün" ve "yarın" ise sesizce ve derinden ilerlemek zorundalar sanki: Yeraltından, dehlizlerden ya da derin zihin kıvrımlarının dik yamaçlarından, ölüme karşı, yok oluşa karşı.
 
İşte bu durum karşısında, ona bırakma sen, ülkelere, uluslara ve halklara yaptığını; böl, parçala ve yönet!.. Bu kez sen böl bedenini üçe; baş, gövde ve ayaklar olarak... Kozmik zamanını da öyle, dün, bugün ve yarın olarak... Kendin yönetebilmek için kendini, bilinçli ve özgürce, sistemin silahlarını kendi yorumunla kuşanarak koru kendini ve şaşırt sistemi... Sen ve kozmik zamanın üçer parça gibi aslında... Her biri özerk olsa da, aksine, çok güçlü halatlar atarak birbirine, geri dönüşsüz bir uyum ve bütünlük içinde ona karşı direnerek... Özlücesi; tarihselliğin, anın üretken ve paylaşımcı dinamizmi ile yarın umutlarınla... Ana parçalarının bilinciyle öz bütünselliğini bilerek ve severek... Onu önce acemi ama azimli bir çaylak çalışkanlığıyla oluşturup, Mevlana’dan aldığın feyiz ve Yunus Emre sadeliği ve her ikisinin derviş sabrıyla koruyarak... O, hiç aksamayan, hiç eskimeyen, düzenli ve güçlü, sözsüz ahengiyle (Bir zamanlar Atilla Özdemiroğlu ve Şanar Yurdatapan'ın kurduğu -1972/1975- orkestranın) “Dün-Bugün-Yarın”nın, yürek ısıtan senfonik sıcaklığıyla...
 
Dünümüze, yer ve zamanın altına uzanan ayaklarımızın biri değerken Şeyh Galip'e Dede Korkut , Mevlana, Yunus Emre, Voltair ve Erasmus'a, diğeri uzanır Sartre, Cemal Süreya, Melih Cevdet Anday, Onat Kutlar ile Can Yücel ve Nazım’a... Gövdemiz de teğettir aynı zamanda Yaşar Kemal, Kemal Özer, Füruzan, Özdemir İnce, Murathan Mungan, Ataol Behramoğlu ve Alev Alatlı’ya. Başımızın üzerinde ise kavak yelleriyle yarınların ulak güvercinleri yuva kurarlar Alwin Toffler, Tahsin Yücel ve Isaac Asimov’un satırlarına...
 
Düne ve yarınlarına; tarihine, düşlerine, umutlarına ve kişiliğne uzanan, bilincinin soluklandığı, sabırla kazılmış tüm dehlizlerini, tünellerini, olur ya şaşırıp da, bilmem kaç “M” hipermarket (ya da “Mall”) ya da "süper" (değil de aslında "sapar") market raflarından boşalma ürünlerle, tıka basa doldurup da soluksuz bırakma kendini... Reklâmlarla sersemlemiş, aşüfte taleplerle şımartılmış, yarı-ergen bir çocuk arsızlığıyla baş başa bırakma bilincini, tünellerini tıkayan o cicili bicili ürünlerin önünde, hep yarı aç ve yarı bitap bir halde kalma...
 
Gelinciklerin, güllerin ve tüm çiçeklerin yerinde, bahçesinde daha güzel durduğunu, bir demet yetecekken, hepsini evine alıp götürsen, ne tür bir gaflet içine düşebileceğini şaşırıp da bir süreliğine unutursan... Acayip bir telaş ve gafletle, vitrinlerdeki ve raflardakilerin gerekenden çok fazlasını önce portatif sepet araçlara bindirip sonrası da evine indirirsen eğer.
Ne yapacaksın, nerede olacaksın sen?
İçeride mi, dışarıda mı olacaksın?
 
“Home- theatre”nı, plazma TV. ni ya da şimdilik dört çekirdekli bilgisayarını maksimum verimlilikte kullanabilmek için evinde olman gerek. Oysa moda giysilerini giyinip de, ya sinema ya da -yerli dizi kahramanlarına yapay da olsa illa ki benzemek zorunda olan-  eşini ya da sevgilini koluna takacak olsan, “in” mekânlara, son model aracınla giderek cümle âleme parmak ısırtman içinse, aksine dışarıda olman gerek...
 
Yoksa sen bir içeride, bir dışarı mı olmalısın? Evet öyle de, daha çok dışarıda, daha az içeri de mi olmalısın? Yoksa tam tersini mi yapmalısın? Daha çok nerede olmalısın? Ama her halükarda soranlara, iş, özel hayat ve sosyal yaşamımda edinip tükettikçe katmerleşen o müthiş ve başarılı uyumundan, mutluluğundan bahsetmeli, daha kibarsan bunu sadece hissettirmelisin....
 
Dövüş Kulübü'nün kahramanı Tyler Durden,
 
'Biz tarihin ortanca çocuklarıyız' der, 'bir yerimiz ve bir amacımız yok. Bir büyük savaşımız, büyük depresyonumuz yok. Bizim büyük savaşımız manevi bir savaştır. Ve büyük depresyonumuz hayatlarımızın ta kendisidir'. Yaşadığımız günler antidepresan ilaçların yaygın ölçüde kullanıldığı, insanların süregiden mutsuzluklarına psikotrop ilaçlarla çözüm aradığı günler olarak tarihe geçecek gibi görünüyor.
 
Yeryüzü ölçeğinde bir mutluluk kültürü yayılıyor, ABD mahreçli bu kültür hayatın acılarına katlanmamız gerekmediğini, 'mutluluk hapları'yla hayatı ağrısız, sancısız, uçarı bir neşeyle yaşayabileceğimizi telkin ediyor. 'İyi bir hayat mümkündür' diyor bize bu küresel mutluluk kültürü.“En yeni ürün ve modaları, en çok miktar ve çeşitlilikte tüketmeye hazır ve muktedir ol!" Bunun için de sürekli girişken ve hareketli olmamız gerek. 'Hayattan kam alabilecek' gücümüzün olması lazim ki sokağa çıkıp bulvarları, 'mall'ları doldurup çokça para harcayabilelim, sahip olmakla mutluluğumuza mutluluk katabilelim... Bu noktada yeni antidepresan ilaçlar da -ister istemez- devreye giriyor, onlar hayatın bizden çekip aldığı enerjiyi bize geri verecek birer tılsım işlevine dönüşüyor artık. Kimi yazarların 'kozmetik psikofarmakoloji' olarak isimlendirdiği bu durum yeni antidepresanları kullanan bazı insanların 'yeni bir insan' olduklarını,'gerçek benliklerini keşfettiklerini' söylemeleriyle kendisine zemin buluyor. Böylece bu tedaviler, bir makyaj gibi iyi görünmemizi ve iyi hissetmemizi sağlarken, varoluşsal sorunlarımıza hiç bir anlamlı yanıt getirmiyorlar.
 
Burada,

"Dünyayı değiştireceğine kendini değiştir" diyen psikoterapik bir mottoya inat şu can yakıcı soru devreye giriyor: Ya sorun bireylerin iç dünyasında değil de toplumsal dünyada ise? Bireyler toplumsal ortamlardaki zorluklardan dolayı keyifsizlik ve tatminsizlik yaşarlarsa, bu yaygın durumlar için de antidepresan almalılar mı? Sıradan mutsuzluğun 'tıbbileştirilmesi' yoluyla gündelik hayatta karşımıza çıkan dert ve tasalar bir psikiyatrik rahatsızlığa dönüştürülüyor ve tıbbın hükümranlık sahasına sokuluyorsa ne denli tehlikeli bir durumla karşı karşıyayız! Bu bağlamda kişilik radikal bir biçimde yeniden tanımlanıyor. Günübirlik hayatın sorunlarını duyguların prizmasından geçirmek suretiyle, 'terapi kültürü' insanları çaresizliğe mahkum ediyor. Mukavemet, dayanıklılık gibi insanı hayata bağlayan olumlu kişilik özellikleri değil de, bizi hayat karşısında yenik düşüren olumsuz özelliklerimiz öne çıkarılıyor. Peki ama acı, ıstırap ve hüznü hayattan tamamen kovarsak varoluşumuz için olmazsa olmaz gereksinmemiz olan anlam dünyamızı nasıl üretebiliriz? Biyokimyasal tedaviler depresyon yaşantısını anlam ve anlatıdan mahrum bırakıyor.(*)
 
 Ey şaşmaz bilinç!
 
Sana dayatılan bu yapay cennetin pırıltılı nimetlerine fazlaca kanma, soluksuz kalma ve kendini bu geçici küresel mevsimlerde “an”a, “bugün”e kanarak sensiz bırakma!..
 
Fotoğraf: www.kaliteliresimler.com
 
(*) "Kendi Olma Yorgunluğu" Prof. Dr. Kemal Sayar, "Başka Psikiyatri" dergisi Ocak -Nisan 2009 s.115-119. 
 
İ.Ersin KABOĞLU,
17 Mart 2017, Ankara. 
 
Toplam blog
: 366
: 2333
Kayıt tarihi
: 05.10.07
 
 

Samsun/Ladik doğumluyum. Çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım babamın görevi gereği ülkemizin Orta ..