Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

26 Aralık '08

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Vakit bahardı...

Vakit bahardı...
 

Resim: Alıntı


Beşkardeştiler... Davut, Hüseyin, Esma, Dilek ve Murat. Orta halli bir ailenin çocuklarıydılar. Baba memur, anne dikiş dikerek eve katkıda bulunmaya çalışan bir ev hanımı.

Davut evin en büyükleri idi. İlköğretimden sonra meslek lisesini bitirmiş, bir marangozhane de işe başlamıştı. Uysaldı. Evin büyüğü olmanın verdiği ağırlık vardı omuzlarında. Bir de dışa vuramadığı isyanı.

Hüseyin. Hüseyin onun küçüğü. Biraz haylazdı. Okulda ise fena sayılmazdı. Fakat Hüseyin kendine sunulan hayatı beğenmiyor, arkadaşları gibi marka giyinmek, geceleri dışarı çıkmak, gezmek, dolaşmak, eğlenmek istiyordu. Aile mümkün olduğunca yerine getirmeye çalışsa da Hüseyin’in isteklerini, ailenin içinde bulunduğu ekonomik koşullar onun her isteğini yerine getirmelerine müsaade etmiyordu.

Esma: Esma evin en zeki, en ele avuca sığmaz haşarı kızı. Eğitim hayatında başarıdan başarıya koşuyor, burs üstüne burs teklifleri alıyordu. Sonunda birini tercih etti. Üniversite hayatında da adını çabuk duyuran Esma, yurtdışından aldığı cazip bir teklif sonrası, bu teklifi değerlendirip yurtdışına gitme isteğini ailesi ile paylaştı. Aile pek sıcak bakmasa da bütün imkanlarını zorlayarak Esma’nın bu isteğini yerine getirdi. Yapılan fedakarlık ailenin ayağını yerden kesen arabasına malolmuştu ama olsun. İnşallah Esma Yurtdışı eğitiminden sonra ailesine ve yurduna dönecek, ülkesi ve ailesi adına yararlı işler üretecekti. Esma’yı gözlerinde yaşlarla uğurladılar bir şafak vakti.

Dilek… Dilek dördüncüydü. Okumak istemedi. Bambaşka hayallerin peşindeydi. Bütün gün televizyon izliyor, ekranda izlediği ışıltılı hayatın özlemiyle yanıp tutuşuyordu. Bir gün bir konser sırasında tanıştığı bir bey, kendisinin menajer olduğunu ve ona özlediği hayatın kapılarını açabilmeğini söyledi. Dilek hayallerine ne denli yaklaştığını hayal etti o an. Ailesinin onun istediği hayatı vermesi mümkün değildi. Ablasının eskileri ile idare ediyordu zaten. Bir gün annesine bu konuyu açtı. Anne ben gideceğim dedi. Annesi nasıl olur kızım, bizi bırakıp nasıl gidersin. Sanır mısın ki o ekranda gördüğün yüzler çok mutlu, ekran arkasında nasıl sefil bir hayat yaşıyorlar dediyse de Dilek söylenenleri duymuyor geceleri bile rüyasına giren o ışıltılı hayatın özlemiyle yanıp tutuşuyordu. Dilek evde kimsenin olmadığı bir gün adamın eline sıkıştırdığı kartviziti alıp, birkaç parça giysisini bir bavula koyup menajer olduğunu söyleyen adamın yanına gitmek üzere büyük şehrin yolunu tuttu.

Geldik Murat’a. Murat’ın tek hayali vardı. Ünlü bir politikacı olup beğenmediği ülkesini baştan aşağı değiştirmek! Çok iyi derecede olmasa üniversiteyi iyi bir derece ile bitirdi. Üniversite eğitimi sırasında müthiş etkileme gücü ile sol bir örgütün gençlik kolları başkanı oldu. Bu özelliği ile kısa sürede dikkatleri üstüne çeken Murat en sonunda muradına erdi ve o müthiş devrimlerini gerçekleştirebileceğine inandığı partinin en üst tabakalarına kadar tırmanarak muhalefette olan partisini iktidara kadar taşıdı.

Anne baba ise eski tas, eski hamam sürekli çalışıyor, çocuklarını rahat ettirmek için ellerinden geleni yapıyordu. Yaşamlarında on beş günde gittikleri çay bahçesinden başka lüksleri yoktu. Hiç olmadı…

Davut artık fedakarlık yapmaktan bıkmış, kendi hayatını kurmuş, iki de çocuğu olmuştu. Ailesini ancak bayramdan bayrama ziyaret edebiliyor, onda da on dakika kalıp çıkıyordu. Zira iki çocukla daha fazlasını yapamıyordu. Zaten aileye de kırgındı. Kendi hayatını bir nevi feda ettiği kardeşleri onu arayıp sormuyordu bile.

Hüseyin ise gece hayatının müdavimlerinden olmuştu. Ailesi ile arası açılmış, bu sırada tanıştığı arkadaşları ile beraber kalmaya başlamıştı. Ona göre ailesi onu anlamıyor, o ise yepyeni yolculuklara çıkıyordu başta ne olduğunu anlamadığı ama onu uçuran dumanlı salonlarda. İşte hayat buydu. Bir süre sonra duman yetmez oldu ona. Para da… İçicilikten satıcılığa adım attı yavaş yavaş. Dumanla başlayan yolculuğu zirveye doğru tırmanıyordu. Bu arada ailesi birkaç defa eve getirmiş, ellerindeki son imkanları da kullanarak tedaviye aldırmıştı. Fakat Ailesi ne yapsa da Hüseyin’i engelleyemiyor, Hüseyin her defasında evden kaçıp yeni baştan aynı hızla o hayata geri dönüyordu. Delirecek gibi oluyordu krizler geldiğinde. Ne yaptığını, ne ettiğini bilmiyordu zaten. Satıcılıkta yetmemeye başlamıştı. Önce yaşlı ve paralı kadınlara, sonrasında erkeklere servis edildi. Sonrası. Sonrası yoktu artık. Sonrası bataktı.

Esma ise doktorasını bitirmiş fakat aldığı bir başka teklif nedeni ile yurda dönmemişti. Ne ülkesi aklına geliyordu, ne ailesi. Zaten eli darda olan ailesi ararsa görüşüyordu ancak. Paranın esiri olmuştu. Bir gün ona kazandığı paranın kat be kat fazlası bir teklifle geldiler. Tek şartları ailesi dahil geride bıraktığı her şeyi unutup, kayıtsız şartsız onlar için çalışmasıydı. Teklif, içeriği nedeni ile biraz tedirgin ettiyse de onu teklif edilen meblağın cazibesine dayanamayan Esma tamam dedi. Tamam dediği şey geride bırakmakla kalmadığı ülkesinin aleyhine kullanılabilecek öğeler içeriyordu. Ve imza attığı anlaşmaya göre hayır demek gibi bir şansı yoktu. Sonuçta ailesi ve devleti ne vermişti ki ona cefadan başka. Bu imzadan sonra her ne kadar kendini ve vicdanını rahatlatmaya çalışsa da beceremedi Esma. Öncesinde hiç aklına gelmeyen, ailesini, ülkesini düşünmeye başladı sık sık. Geceleri rahat uyuyamıyor, annesinin, babasının yüzü gözünün önünden gitmiyordu. Hele kendisi için satılan, babasının gözü gibi baktığı, başkasına göre murat, onlara göre Mercedes olan arabaları aklına geldikçe… Keşke babasına para gönderseydi. İçinde yapayalnız yaşadığı şato gibi evi almadan önce... Artık geride dönemezdi. İmza olayından sonra adı ayyuka çıkmış, ülkesinde vatan haini ilan edilmişti. Uykusuz geçirdiği geceler ve vicdan azabı onu çok geçmeden psikiyatri servisinin soğuk koridorları ile tanıştırdı.

Dilek ise hayal ettiği yaşamın kıyısından bile geçememiş kurtlar sofrasında yem olmuştu.

Murat; bırakın hayallerini gerçekleştirmeyi, eleştirdiği düzenin düzüleni olmuştu. Hiçbir hayalini hayata geçiremediği gibi, hızla çıktığı basamaklardan aynı hızla geri inmişti. Anladı ki siyaset ona göre değildi. Geri dönüp bir emlak ofisi açtı. İşlerini biraz yoluna koyduktan sonra hep aklında olan ama bir türlü fırsat bulmadığı kardeşlerini aramak ve hepsini bir araya toplamak geldi.

Davut orta halli bir yaşam sürüyor, kısıtlı olanaklarla ailesini geçindirmeye çalışıyordu.

Esma, bir akıl hastanesinin soğuk koridorlarında hatırladığı birkaç kelimeyi birbirini ardına anlamsızca sıralıyor, ziyaretine gelen abisini bile tanımıyordu.

Hüseyin ise, hızla bitiş çizgisine doğru yürüyor, karanlık izbe sokaklarda gün sayıyordu. Zaman zaman hatırlayabildiği babasının yüzü, ince iki beyaz çizgi olup iz bırakıyordu, boş boş bakan gözlerinin altındaki tanınmayacak kadar çökmüş suratının üstünde.

Son bir umutla hepsine sarıldı Murat. Yapabiliriz dedi. Başarabiliriz. Yeni bir hayat kurabiliriz, dedi. Oysa ne Esma’nın, ne Hüseyin’in onu algılayabilecek kapasitesi kalmamıştı. Yine de her ikisini alıp, baba ocağına götürdü. O gece sel olup aktı gözyaşları.

O gecenin sabahı arka bahçedeki erik ağacı Hüseyin’i son yolculuğuna uğurlayan son umut oldu. Hüseyin’in cansız bedenine inat erik ağacı çiçeğe durmuş, vakit bahardı…

Esma ise daha da kötüleşti. Dönüşüyle canlanan anıları ve o ünlü imza bir türlü gitmiyordu gözünün önünden. Uykusuz bir gecenin sabahında şuursuzca sokağa fırladı. Hem avazı çıktığı kadar bağırıyor, hem deli gibi koşuyordu. Karşıdan gelen hiçbir şeyi görebilecek halde değildi. Acı bir fren sesiydi en son duyulan. Sıkı sıkı tuttuğu elinden çıkan şey ise, sekiz yaşında iken arka bahçede su tulumbasının etrafında çektirdikleri siyah beyaz bir aile fotoğrafıydı… Fotoğrafın arkasında Esma’nın el yazısı ile “Bir başkadır benim memleketim” yazıyordu... Tarih; o meşhur imzanın bir yıl sonrasını, hastaneyle tanışmasının iki ay evvelini gösteriyordu. Elinde sıkı sıkı tuttuğu aile fotoğrafıyla uğurladılar Esmayı son yolculuğuna.

Artık dört kişiydiler. Murat, Davut, Annesi ve Babası… Dilek ise Murat’ın bütün ısrarlarına rağmen geri dönmemiş, şehirlerarası bir tesisin küf kokan soğuk koridorlarında, derileri pörsümüş bir sandalyenin varlığı ile çukurlaşan oturağında, başı masanın üstünde, ömür törpülemeye, gün tüketmeye devam ediyordu. Burada para vermek zorunda değilsiniz. Gönlünüzden ne koparsa yazıyordu. Masanın kenarına iliştirilmiş bir ucu yanık kâğıtta…

 
Toplam blog
: 669
: 1503
Kayıt tarihi
: 19.01.07
 
 

Bir on dört mart sabahı güneş henüz arz-ı endam ederken üzeri yongalarla kaplı, küçük pencereli, ..