Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

22 Ocak '17

 
Kategori
Anılar
 

Vali

1987’ nin ocak ayı ortalarında, İstanbul’ da Marmara Üniversitesi İ.İ.B.F Kamu Yönetimi bölümünde sıradan bir gündü, dışarının ayazı ve yağmur nedeniyle yüz kişilik sınıfın dörtte biri evde uyumayı okula gitmeye tercih etmiş, diğer dörtte birlik bölüm okul kantininin cazibesine kapılmış, geriye kalan yaklaşık elli kişi “Katılmalı Yönetim” dersindeydi. Bunlar arasında ben de vardım.

 

Prof. Sacid ADALI, dersi büyük titizlikle işleyen, Fransa’ da eğitim almış ve sınavlarda en beklenmedik  sorular sormasıyla öğrenciler arasında nam salmış biriydi. Derslerde yerinden yönetim, katılmalı yönetim gibi konular ön plana çıktığında arkadaşların çoğu ve ben o sırada cama vuran yağmuru seyretmeyi tercih ediyorduk.

 

Bu fikirler bize o kadar uzaktı ki kafamızda sadece sınavda buradan soru gelir mi acaba kaygısı dışında derse dönük hiçbir sıcaklık hissetmiyorduk. Zaten derse girme nedenimiz de anlatılanları not alıp fotokopi ile çoğaltmak ve diğer arkadaşlarımıza ulaştırmaktan başka bir şey değildi. Tabii ki derse ilgili olan bir elin parmaklarını geçmeyenleri bu tespitin dışında tutuyorum.

 

O gün derse gelen Sacid ADALI, ilgisizliğimizi muhtemelen hissetmiş olacaktı ki beklenmeyen bir şekilde harekete geçti.

 

“Dersi soyut bir şekilde işlediğimizin farkındayım. Bu nedenle uygulamaları yerinde görmek için Tokat’ a gezi planlamak istiyorum. Tokat Valisi Recep YAZICIOĞLU ile görüştüm. Sizlere yaptıklarını yerinde gösterecek.” teklifini sınıfa sundu.

Bir anda hepimizi bir heyecan sardı.  

 

Gezi mi?

Tokat’ a mı?

Neden Uludağ’ a değil?

 

Soruları sınıfın duvarlarında yankılanmaya başladı.

 

Sacid ADALI, öğrencilere bir hafta süre verdi. Yeterli katılım olursa gezi bir hafta sonra gerçekleşecek ve Tokat’ ta bir hafta kalınacaktı.

 

Bir hafta sonra bir otobüs dolusu arkadaşımızla yola koyulduğumuzda birçoğumuz bu coğrafyayı daha önce hiç görmemiş ve üniversiteyi kazanmak için ders çalışmaktan öteye geçmemiş hanım evlatlarından oluşan bir topluluk olarak yoldaydık.

 

Sabaha karşı Tokat’ a vardığımızda otobüs İl Özel İdaresi Tesislerine girdi. Burada bize kahvaltı ikram edildi. Kahvaltı bitip biraz kendimize geldiğimizde şakalaşmalar ve buraya gelmekle hata yaptığımız fikri yayılmaya başlamıştı. Tam o sırada kısa boylu, bıyıklı ve gözlüklü, yanakları içine çökmüş biri ve onun yanında uzun boylu, yakışıklı ve pardesülü biri içeri girdiğinde Prof. Sacid ADALI ayağa kalktı. Biz de bakışlarımızı o yöne çevirdik.

 

Vali’ nin geldiğini anlamıştık. Uzun boylu olanın Vali olduğunu düşünerek onu dinlemeye hazırlandığımız sırada devlet dairelerinde yüzlercesine rastlanabilecek kısa boylu ve memur kılıklı olan konuşmaya başladı.

 

“Hepiniz hoş geldiniz. Ben Tokat Valisi Recep YAZICIOĞLU, buyurun oturun rahatsız olmayın.” diyerek kendini tanıttı. Şaşkınlık içindeydik.

 

Vali, önce Sacid Hoca ile konuşmaya ve hal hatır sormaya başladı. Yolculuğun nasıl geçtiğini, ortak tanıdıkları birkaç kişi ile ilgili bilgiler alırken acelesi varmış gibi hızlı hızlı konuşuyor ve bazen sanki dili bu hızına yetişemiyordu.

 

Vali, daha sonra bize dönerek Tokat’ ta yaşadıklarını anlatmaya başladı.

Bakın gençler;

“Ben Trabzon’ un dağ köyünde doğdum. Dağ köyü olduğundan okula ancak ortaokul çağında gittim. Okumayı bana babam öğretti. Derslerimde başarılıydım ve bazı sınıfları atlayarak geçtim. Siyasal Bilgileri kazanıp okulu bitirdiğimde Kaymakam olarak atandığım Kalkandere’ de anladım ki okul bilgileri hayata dönük ve pratik değildi. Kaymakam, yazması gereken bir defterin doldurulmasını bile sıradan bir memurdan öğrenmek zorunda kalıyordu. İşte o zaman bürokrasinin ne olduğunu anladım. Adı üstünde “Büro” “Krasi” yani büro yönetimi. Evraklar, imzalar, yazışmalar arasında ömür tüketmek çok kolaydı. Halk ile devlet arasında onların bütünleşmesini engelleyen bir yapı doğmuştu. Ben yapım gereği buna katlanamazdım ve halka dokunmaya, sahada, şantiyede olmaya karar verdim.”

 

Hepimiz Vali’ nin etkileyici anlatımını ve kıvrak zekasını hemen fark ettik. Merakla dinlemeye koyulduk.

Vali: “ Bakın gençler, Tokat’ taki bir köprünün yapımını devlet Ankara’ dan planlayamaz, planlarsa o köprü ya on senede bitmez ya da on sene sonra yıkılır. Bu işleri yerinden takip etmeli, köprüyü yapan müteahhit veya usta bir hata yaptığında ben burada anında düzeltmeliyim. Hem devlet on liraya yaptıracağı işi yüz liraya müteahhitlere yaptırıyor. Müteahhitin elinde olup devlette olmayan hangi araç gereç var ki? İl Özel İdaresi olarak bizler bunları yapabiliriz. Nitekim ben atölye kurdum Tokat’ ın okullarının sıra ihtiyacını çok ucuza karşılıyoruz.”

 

Arkadaşlarım ve ben o ana kadar derslerde duyduklarımızı ve bizim için birer cümleden ibaret olan “Yerinden Yönetim”, “Katılmalı Yönetim” gibi cümlelerin ne anlama geldiğini anlamaya başlamıştık.

 

Vali: “Vatandaş adeta köle, biz onların efendileriyiz. Bize ulaşamıyorlar. Ben Valilikte makam kapımı çıkarttım. Ne demek kapalı kapı yav, ne demek? anlamıyorum. Kapalı kapılar ardında vatandaş için vatandaştan gizli ne yapıyoruz? Söyleyeyim. Kendi egolarımızı tatmin ediyoruz. En düşük memurdan en yükseğine kadar bu böyle. Vatandaşın karşımızda ezilip büzülmesinden zevk alıyoruz.”

 

Arkadaşlarım ve ben, gözlerini hayata yeni açmış bir bebek gibi etrafımıza bakıp şaşkınlığımızı gizleyemiyorduk. Şaşkınlık sağanağı dinecek gibi değildi. Vali, sanki beynindekileri ifade edip rahatlamak istiyordu.

 

“Ben yerimde duramam yav, duramam. Gece yarısı gider hastanedeki doktor nöbete gelmiş mi, hemşire uyuyor mu? bakarım. Bazen beni uyku tutmaz, kendi kendime devlet iyi işliyor mu Recep git bak derim. Ben kahvelerde oyun oynanmasını yasakladım adım IV. Murat’ a çıktı. Yahu saatlerce boş boş oturup ne yapıyorsun arkadaş.  Kıraathane, okuma odası demek ama kitap yok. Mecbur tuttum kitap aldırdım. Okusunlar.”

 

Vali, halk ağzı ile konuşuyordu ve konuştukça adeta bir masal anlatıcısı gibi etki yaratıyordu ama anlattıkları masal değil gerçekti.

 

“Köylere gidiyorum. Köylerde lağım yok, kanalizasyon yoldan akıyor ama “Beyaz Saray” gibi cami yapmışlar. Olmaz yav, olmaz yav. İbadet sade, yaşam lüks olmalı. Biz de ibadet gösterişli, yaşam sade ve hatta sefil. Diyanet İşleri Başkanı Abim Sait’ e söylüyorum o da bana hak veriyor” dediğinde daha da şaşırmıştım.

 

Böyle bir aileden gelmiş biri camiler hakkında nasıl bu kadar eleştiri yapabiliyor? diye düşündüm. Ama Vali, gerçekten lafını esirgemeyen, kafasına koyduğunu yapan, işlerin yavaş gitmesine ve vatandaşa hizmetin geç ulaşmasına dayanamayan biriydi.

 

Bütün hafta boyunca Vali ile gezerek yaptığı işleri de yerinde gördük, ondan bir çok anı dinledik. Kışın ortasında Almus Barajında deniz kayağı yapmasını izledik. Vali ile yaşam adeta hızlandırılmış bir film gibiydi ve hızına yetişmek neredeyse imkansızdı.

 

Dönüş yoluna geçtiğimizde kafamız iyice karışmıştı. O sıralar çok izlenen “Evet-Hayır” yarışma programında olduğu gibi İzmir Marşı ile geldiğimiz Tokat’ tan Mehter Marşıyla dönüyor gibiydik.

 

Yıllar sonra bu Vali Türkiye çapında ünlenecek, hakkında kitaplar yazılacak ve filmler çekilecekti.

 

Recep YAZICIOĞLU 55 yaşında trafik kazasında öldüğünde aklıma o günler geldi. Yaşamında olduğu gibi ölümünde de acele etmişti. Ruhu şad olsun.

                                                                                                                                 

 

Ersoy ÖNGÜN

21.01.2017

 
Toplam blog
: 41
: 431
Kayıt tarihi
: 26.10.06
 
 

1968 doğumluyum. Üniversite mezunuyum.  ..