Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Ağustos '07

 
Kategori
Psikoloji
 

Varolmanın dayanılmaz hafifliği

Varolmanın dayanılmaz hafifliği
 

Kış güneşinin iki yüzlü ışıklarına aldanan bir erik ağacı gibi doğasının dışında yabancı bir mevsimde açıvermişti, çiçeklerini izleyenleri sevindiren kendini ise yok eden bu yalancı varoluşun farkında değildi, güneş çiçeklerini öldüren aydınlığıyla beslerken onu, kış azrail soğuğuyla kökünü kurutuyordu.

Her güne biraz daha ölgün biraz daha yok oluşla başlıyordu . Yorgunluk bazen elini kolunu hareket ettirmesine bile mani oluyordu zift gibi karanlık çaylar içerek ayakta kalmaya çalışıyor doğa onu kandırdıkça hergün ertelenen mutluluğundan zavallı çiçekleriyle biraz daha uzaklaşıyordu.

Göz alan rengarenk çiçeklerinin güzelliğinin nedenini anlayamadan, birgün gövdesinin ortasında, tam göbeğinde bir yara çıktığını farketti; küçük pembe sürekli kaşınan bir yaraydı, aynı bir ağacın gövdesine yapışmış reçine gibi görünüyordu. Günlük gidiş gelişlerin arasında mevsim gerçekten bahara evrilmeye başladığında yarası gizle dolu bir mağara gibi göbeğinde büyümeye devam ediyordu. Bir sabah uyandığında yaranın başında kocaman karlı bir dağı andıran irin biriktiğini gördü küçük bir tepeye benzeyen yarasını avuçlarına aldı ve sıktkı çığ gibi irin boşaldı yaradan irinin altında ki kurtları gördü yüzlerce beyaz kurt kendini içten içe yiyordu; korkuyla elini çekti yaradan yara eline yapıştı, artık göbeğinde hiç birşey yoktu tiksintiyle elini silkeledi yara düşmedi duvarlara sürdü , bıçakla kazımaya çalıştı ancak ne yaptıysa yara elinden çıkmadı. Yoruldu elini beline koydu yara belinin kıvrımına yapıştı yarayı belinden aldı, o vakit anladı ki bu yara ona aitti ve vücundan başka bir yere koyamazdı onu düşündü gövdesinde yarayı ağırlayabileceği en rahat yer neresi olabilirdi hem yarayı görebilmek hem de müdahele edebilmek için en uygun yerin bacağının ön kısmı olduğunu düşündü ve yarasını kaval kemiğine yapıştırdı yara el değmemiş bir ağacın gövdesine saplanmış bir balta gibi durdu bembeyaz bacağında...

Kendisini yarasıyla dışarı attı, dışarıda masallardan fırlamış bir nisan vardı gökyüzünden tekmil çiçekler yağıyordu yeryüzüne, hava binbir çeşit çiçeğin oluşturduğu kokuyla sarhoş ediyordu insanları. Gökküşağından oluşmuş köprülerin altından geçiyordu, yarasına rağmen mutluydu boş bir meydanda durdu gök yüzünden yağan çiçekler saçlarına omuzlarına dökülüyordu. Başını kaldırdı yüzüne dökülen çiçeklerin kokularını gizli bir mağaraya hapseder gibi ciğerlerine çekti, gözlerini açtı. Sarılı, beyazlı, morlu çiçekler kirpiklerinin üstünden sağnaklar şeklinde akıp dökülüyordu ayaklarının dibine. Kendi çiçeklerine baktı hayretle hepsinin solmuş olduğunu gördü 'ama' dedi 'bu güneş kışında böyle rametmişti kendini' 'hayır' dedi güneş 'ben kışın evrenin başka gezegenlerini gezmekteydim sana güneş göndermedim', 'ama nasıl olur ? ' dedi 'ya o aydınlık... o aydınlık?' dedi. Doğa 'insanların sana tuttukrı fener ışıklarıydı', ' ya şimdi?' diye sordu 'baharda ben çiçeksiz mi kalacağım?', 'hayır' dedi toprak 'kendin ekeceksin', 'ya yaram' 'onu' dedi güneş 'yanlış yaşanmışlıkların ekti, kendi toprağını tanımadan her bitkiyi ekemezsin' dedi tekrar toprak. 'Ben bir şey ekmedim' dedi acıyla, 'ama ekilmesine izin verdin' dedi doğa 'bir tarla gibi sürüldün kullanıldın'. 'ya şimdi?' dedi ses gelmedi tekrarladı 'ya şimdi?' ses gelmedi, bağırdı 'ya şimdi?'...

Yalnızca çiçek yağmuru ve sessizlik vardı, bacağının ıslandığını hissetti yarası kanamıştı bir tutam çiçek alıp yaranın üstüne bastırdı ağıraksak devam etti yoluna, şaşkındı güzel bir yüz görmek istedi en sevdiği dostlarına gitti, durgundu. Durgunluğu sıktı dostlarını 'neyin var?' dediler 'yaram' dedi 'yaram var canım çok yanıyor', 'nerende?' dediler bacağını açtı gösterdi, tiksindi dostları, doktora gitmesini salık verdiler 'bulaşıcı olabilir, bir görün istersen' teşekkür ederek yanlarından ayrıldı, sevgilisini özlemişti yanına gideyim bari dedi bir solukta ulaştı yanına, bir şey söylemeden sarıldı, başını koynuna dayadı küçük dokunuşlarla okşadı sevgilisi onu, öptü, dudaklarını öptü, boynunu, vücudundan kayan bir nehir gibi öperek aktı göğüslerini, göbeğini, bacaklarını derken kurt kaynayan yarasını gördü... Çığlık attı, tükürdü olduğu yere, tiksindi korktu yaradan; 'bu da ne?' dedi 'yaram benim.', 'nasıl bir yara bu doktora gitmedin mi?', 'hayır gitmedim'. Üzerini giyinmeye başladı sevgilisi, bir tiksinti yüzüne oturmuş kalmıştı, 'ben' dedi 'yaraya keyifsizliğe gelemem kimsenin doktoru değilim yaran iyileşsin sonra görüşürüz' çırılçıplak kanayan yarasıyla kaldı odanın ortasında yarasına baktı acımıyordu, eliyle kenarlarını kopardı tekrar kanadı yarası. Yavaşça giyindi üstünü, kendi gizine doğru yollandı 'nerdesin tanrım?' dedi hiçbir yerden ses gelmedi, yollarda birikmiş olan çiçekleri ezerek evine ulaştı yatağına uzandı. Kendisini çok yorgun hissediyordu ve yalnızdı, tanrı bile yoktu yalnızlığında sadece canlı bir yarası vardı.

Uyudu, belki günlerce, haftalarca, aylarca... Uyandığında her yanını gri örümcek ağları kaplamıştı, burun delikleri bile kapanmıştı, duvar köşeleri keskinliğini yitirmiş örümceklerin daimi mekanı olmuştu tekrar kış gelmişti ve belli ki kimse kendisini aramamıştı. Kalkmak istedi, kalkamadı. Bacağı çok ağırlaşmıştı yarasını hatırladı, açtı bacagını yara daha da büyümüş bıraktığı yerinde duruyordu. Kalkamadı yerinden acıkmıştı, midesi ateş saçan bir ejderha gibi tüm vücudunu yakıyordu ne yapacağını şaşırdı o an yarası geldi aklına yarasından bir parça kopardı attı ağzına tiksinmedi, bir parça daha kopardı, doyana kadar yarasını yedi vücudunun eksildiğini ancak canının yanmadığını hayretle farketti bu çok hoşuna gitti. Yatağının başında ki kütüphanesinden yeni bir kitap aldı, 'varolabilmek için yok olmaya katlanacaksın' yazıyordu okudu, okudu, karnı acıktıkça yarasını yedi, tekrar okudu.

Uyumuyordu uykuya doymuştu, okumaya devam etti, herkesin, kendisinin ve iktidarın hazırladığı hücreleri olduğunu öğrendi, yarasını yedi. İnsanların diğer insanları ötekileştirerek yaşayabildiklerini okudu, bir parça daha attı yarasından ağzına. Baldırlarından cinsel organına kadar geldi baktı organına babasını düşündü annesini, sevgilisini... onu sade yemek gelmedi içinden menüyü zenginleştirmek istedi uyumadan önce kendini koruyabilmek için başının ucuna koyduğu çekici aldı ve organının üzerindeki çatıya vurarak darmadağın etti aileyi. Dudaklarından kopararak yedi kırılan kemilkeri masanın üzerine koydu devam etti okumaya.

Sürekli aydınlık olmasından gece ve gündüzün olmadığını farketti hep gündüz vardı 'belki de' dedi 'sadece benim evimde vardır ışık', sesi çok yabancı geldi kendisine sustu, sarı boyalı duvarlarına baktı evinin. Gelip giden tüm insanların el ve ayak izlerini gördü, bu izlerin birden vücuduna yapışmış olduğunu gördü göbeğinden aşağısı yoktu zaten yüzülmüş iskeleti vardı ama göğüslerinde omuzlarında boynunda hala insanların izi vardı, kaburgasının ortasından ayırdı yarasını, bir güzel yüzdü kemiklerinden. Bedeninde yiyebileceği bir karışlık alan kalmıştı öleceğini anladı son birkaç sayfası vardı elindeki kitabında, sakin sakin ve sanki bir topluluğa hitap eder gibi yüksek sesle ve düzgün bir türkçeyle okudu.

İnsanların kendi yaralarını sağıltmak için başkalarının etini yediklerini okudu hayretler içinde, okuduklarını midesi kaldırmadı kusmaya başladı, günlerce kustu, kustukça dünyadan bir şeyler kopuyordu. Toprağın sesini duydu 'yeter' dedi toprak, 'sen kustukça dünyadan birşeyler kopuyor eksiltme beni lütfen, sen yattığın süre içinde çiçek vermedim, yeşillik vermedim, sana yas tuttum, yasıma saygı göster lütfen'. Durdu, kusmaktan vazgeçti dedi: 'son saatlerim biliyorum ama esik kalan bir şey var bilmiyorum, ne söyle bana yarım gitmek istemiyorum'. 'Çığlık' dedi rüzgar, 'ses' dedi. Acı ve korkunç bir çığlık attı, rüzgar aldı bunu sadece dünyaya değil evrene yaydı, insanlar duymamak için kulaklarını kapadılar, heryerde yankılandı çığlık, sonunda stratosfere yerleşti gelecekte birgün yankılanmak için.

Teşekkür etti rüzgara, birtek kolları ve başı kalmıştı gerisi tekmil iskeletti dikti tavana gözlerini öylece çıktı bilinci bedeninden, izledi iskeleti kalmış vücudunu, acıdı ona tam ağlayacakken, omzuna birisi dokundu baktı 'ah tanrım sen misin? nerdeydin? bir şeyemi ihtiyacın var? bak yüzülmüş bir kurban verdi sana ruhum daha verecek bir şeyim yok.' dedi. Tanrı sustu, evren sustu bıraktı zavallı bedenini boşlukta kayboldu..

Apartmana yayılan kötü koku üzerine kırıldı evin kapısı girenler gördükleri manzara karşısında hayretlere düştüler kimi kustu günlerce, kimi delirdi. Vücudunun alt tarafı yüzülmüş bir tek baş buldular, bütün dostları, hatta düşmanları, ailesi, sevgilisi, cenazesindeydi. Du a larla gömdüler onu. Herkes arkasından 'çok iyiydi, çok gençti Allah rahmet eylesin' dedi.

Toprak aldı kucagına etini, tekrar giydirdi, süsledi onu doğanın bütün renkleriyle. Mezarının başında ertesi gün kocaman bir erik ağacı gördüler şaşırdılar, ve mevsimlerden kıştı henüz....

 
Toplam blog
: 46
: 1591
Kayıt tarihi
: 08.07.07
 
 

İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik mezunuyum. Şu anda özel bir telekomünikasyon şi..