Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

01 Şubat '18

 
Kategori
Felsefe
 

Varoluş ve Toplum

Varoluş ve Toplum
 

 

Varoluş deyince hepimizin aklında bir takım şeyler oluşur. Kimi için varoluş dini bir olgu iken kimi için varoluş felsefi bir kavramdır, kimi bu kelimeye çok aşina değildir kimi için ise hiçbir anlam ifade etmiyor olabilir. Eğer varoluşu kendi kelimelerimle tanımlayacak olursam varoluş insanın bir varlık olarak bu dünyada kendini anlamlandırma çabası, bu kendini anlamlandırma çabasına bağlı olarak kendi hayatına yön verebilme eforu olarak adlandırılabilir. Fakat her birey eşsiz bir varoluşa sahip ve kendi içinde anlamlandırılabilecek bir varlık olduğu için kişiden kişiye değişkenlik gösterebilen, doğası gereği genel geçer tanımı yapılamayacak dinamik bir olgudur.

 

Bu olgu açısından insanı ele alacak olursak toplum ile olan ilişkisini irdeleyerek varoluşunun en iyi şekilde anlaşılacağını düşünüyorum. Kararlarımızı verirken, seçim yaparken hatta düşünürken bile toplumun üzerimizdeki etkisini yadırgayamayız. Bu noktada sormamız gereken soru çağımızın içinde bulunduğu hedonist, hazperest yaşam tarzının bireysel varoluşumuz üzerinde yarattığı etkinin ne yönde olduğudur. Dahası, toplumun bunun üzerindeki etkisinin nasıl olduğudur. Modern insanın en büyük sorunlarından biri her geçen gün artan nevrotik hastalıklara sahip olması gibi görünüyor, dikkatli bir şekilde irdelendiğinde insanın kendine yabancılaşması bu nevrozların altında yatan önemli faktörlerden biri olabilir. Bir çoğumuz gün içinde yaptığımız eylemlerin farkında olmadan yaşıyoruz aslında. Tüketim çağının getirdiği konformist yaşam tarzı insanın kendine yabancılaşması ve kendini anlamlandırma çabası yerine anlık hazlara yönelmesi ile sonuçlanıyor büyük ölçüde. Düşünmeden, sorgulamadan ve eylemlerini bilinç temelinde değil haz temelinde yöneten bir insan profiliyle karşı karşıyayız.

 

Bu noktada, toplumun oynadığı rol ise sosyal kabul noktasında ortaya çıkıyor. Toplumun normlarına uymayana yaşama şansı vermemesi, insanın en önemli güdülerinden biri olan “kendini gerçekleştirmeye" vurulan bir darbe. İnsan başkalarıyla etkileşimde olduğu kadar insan, kendini ifade edebildiği ölçüde kendini gerçekleştirebilen sosyal-bilişsel bir varlık. Toplum, normlarına uymayan bireye sosyal kabul göstermeyerek ruhsal sağlığın ana damarlarından biri olan "kendini gerçekleştirme, kendini ifade edebilme potansiyelini" keserek bireyin varoluşuna büyük bir darbe vurmuş oluyor.

 

Bu durumda bireyin hem ontolojik anlamda bir çıkmaza girmesi hem de çağımızın modern insan yapısının da buna uygun altyapıyı hazırlaması sonucu sorgusuz sualsiz toplumun normlarına itaat eden bir birey tipi inşa edilmiş oluyor. Tarih boyunca varoluş ile ilgilenen filozoflar, psikologlar da bu konunun ve tehlikenin farkına varmışlardır. Norveçli filozof Kierkegaard bu konuyu şöyle özetler: Her insanda birey olma potansiyeli vardır. Kendini gerçekleştirme çabasında bulunmayan, böyle bir derdi olmayan insan bir nevi “sürü”nün içinde kaybolmuştur, ”sürü” nereye giderse oraya giden, varoluşunun farkında olmayan bir durumdadır. Nietzsche de aynı şekilde bu varoluş durumundaki insanlardan “sürü insanı” diye söz eder. Amerikalı psikiyatrist Rollo May bu konudan kitabında şöyle bahsetmektedir: “Kişinin kendi anlamı da anlamsızlaşır, zira bu anlam da başka birinin verdiği anlamdan ödünç alınmıştır.”

 

Görülüyor ki her iki durumda da varoluş ve toplum ilişkisi açısından bir çıkmaza giriyoruz. Bu durumda toplum olgusunu kendini gerçekleştirmek isteyen varlığın önündeki en büyük engellerden biri diye nitelendirmemiz mümkündür. Ya varoluşun göbekten topluma bağlı olacaktır ve kendi varoluşunda sen değil toplumun sesi daha yüksek bir tonda ve belirleyici olacaktır. Fakat bu senaryo bir nevi varolmakta olan bireyi "etkisiz eleman" haline getirir ve bu da “kendi varoluşunu kendisi belirleyemeyen, kendine yabancılaşmış bir birey ne ölçüde var olabilir?” sorusunu akıllara getirir. Ya da varoluşunu kendi eline alıp toplumun sürü psikolojisi dinamikleriyle hareket etme eğilimini reddedip toplum tarafından cezalandırılmayı,dışlanmayı göze alıp sonunda nihai bir yalnızlıkla yaşama ile sonuçlanabilecek olsa da birey olarak varolma süreci içine girip topluma karşı bir sen-ben ilişkisi kurulacaktır.

 

Yukarda da bahsettiğimiz gibi her iki durum da pek iç açıcı gözükmüyor. Bir yandan toplumun içinde varolma potansiyelinin baskılanması ve varoluşsal ketlenme tehlikesiyle karşı karşıyayız. Diğer yandan toplumdan izole bir hayat stilinde yine varoluşsal boşluğa düşecek bir yapıya sahibiz. Çünkü en nihayetinde insan “diğeri” üzerinden belirlenen bir varlık. Öteki görmediği zaman bir şeyler varlığını yitiriyor. Öteki görmediği zaman herhangi bir "persona"nın, sosyal rolün, ünvanların, yazdığın yazının, giydiğin kıyafetin ya da söylediğin sözün bir anlamı olmuyor. Herşeyde işin içine bir “öteki” giriyor. “Öteki” üzerinden belirlenen insan ötekine bağımlı olmak ve ötekinden izole olma durumları arasında çalkalanıp duran bir yapıda.

 

Peki bir birey olarak varoluşumuzun içinde toplum ile olan ilişkimizi sağlıklı bir şekilde nasıl kurmalıyız?

Nacizane fikrim şudur ki bireyin toplum ile olan ilişkisi bir ödev ahlakı içerisinde olmalıdır. Ne bir fazla ne bir eksik. Varoluşçuluğun kurucusu olarak kabul edilen Kierkegaard insanın üç tür varoluş evresi olduğunu idda eder;

1-)Estetik varoluş evresi 2-)Etik varoluş evresi 3-) Dini varoluş evresi,

İnsan bu üç varoluş evresinden birinde yaşar mutlaka.

 

Kierkegaard'a göre varoluşsal evreler arasında geçişler diğer bir deyişle sıçrama yapmak mümkündür ve her şeyden önemlisi kendini gerçekleştirmek isteyen insan için varoluşsal sıçramayı yapmak zaruridir. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi içinde bulunduğumuz günümüz konformist toplumunun ağırlıklı olarak estetik varoluş evresinde yaşamaktan öteye geçemediğini görüyoruz. Toplum ile olan ilişkimizde Kierkagaard'ın etik varoluş evresi olarak tanımladığı evreye geçiş yaparak ve bir ödev ahlakı içinde hareket etmemizin bir nebze de olsa sağlıklı bir ilişki olacağını düşünüyorum. Benim topluma karşı bir sorumluluğum olmalı, bu sorumluluğu etik bir şekilde bir ödev ahlakıyla yerine getirmem toplum ile olan ilişkimin doruk noktası olacaktır. Burdan daha sonrası, daha fazlası ve ya daha azının bireyin varoluşu adına yıkım getireceğini düşünüyorum. Birey olarak varolmak ve öteki ile olan ilişkiyi sağlıklı bir şekilde kurmak nevrotik rahatsızlıkları önemli biçimde azaltacaktır,fakat yukarıda da değindiğim gibi ötekine bağımlı olmak ve ötekinden izole olmak arasında çok ince bir çizgi var ve bu çizgide ideal noktayı iyi belirlememiz gerek. En azından kendi varoluşumun içinde kendimi tutarlandırma çabamda ideal ilişkinin bu olduğunu düşünüyorum. İster evrimsel açıdan bakalım ister ontolojik, günümüz insanının toplum ile olan ilişkisinin ciddi bir şekilde ele alınıp irdelenmesi gerektiğini düşünüyorum.

Keza birey olarak da ciddi bir öz eleştiri zemininde kendimizin toplum ile olan ilişkisini yeniden inşa etmezsek, giderek artan ruhsal yıkım girdabından etkilenmememiz pek mümkün gözükmüyor.

 

 
Toplam blog
: 3
: 454
Kayıt tarihi
: 19.11.17
 
 

Psikoloji, Varoluşçu Psikoloji ve Felsefe başta olmak üzere bir takım yazılar. Yoğunlukla Heidegg..