Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

03 Aralık '08

 
Kategori
Deneme
 

Varşova'da bir yabancı

VARŞOVA’DA BİR YABANCI

29 Mayıs 2000 Pazartesi

Tren, sık bir ormanın içinde hızla ilerliyor. Bahar yeşilinde yapraklarla donanmış ağaçların üzerinde masmavi bir gökyüzü... Işıkla dantellenmiş küçük bulutlar, bu berrak mavi gökte tembel tembel salınıyor, “Birleşip de yağsak mı, yükselip dağılsak mı ?” diye kararsız bekleşiyorlar. Aydınlık bir Mayıs öğlesi... Gün ışığı, sereserpe dökülüyor aşağıdaki ormanın üzerine. Ağaçların tepelerindeki yaprakları ışık sarısıyla parlatıyor. Ormanın seyreldiği yerlerde, ağaç dalları arasından süzülüp yere iniyor, otların üzerinde parlak, çimen yeşili yamalar oluşturuyor. Gün ışığının ulaşamadığı diğer taraflarsa loş ve karanlık.

Tren hızla kayıyor rayların üzerinden. Aniden ormandan çıkıp bir tarlanın yanından geçiyoruz. Traktörünün üzerinde bir köylü, sırtını güneşe vermiş, dinleniyor. Dik, kırmızı çatılı evlerden oluşan küçük bir köy görünüyor ağaçların arasında. Tren yolu kenarında, sırtını yola dönüp bir tahta sıraya oturmuş iki ihtiyar kadın... Az ilerde uzanan sık ormanı seyrediyor, güneşin ılık ışıklarında kemiklerini ısıtmaya çalışıyorlar. Bembeyaz saçları gün ışığında gümüşsü pırıltılar saçıyor. Sürat treniyle yolculuk ettiğimiz için onları bir an görüyorum, sonra kayboluyorlar.O kadar hızlı görünüp kayboluyorlar ki gerçekten görüp görmediğimi düşünüyorum. Şimdi yine sık ormanın hızla kayıp giden ağaçları var penceremizde. Az sonra orman da gidiyor, yerini ufka kadar göz alabildiğine uzanan geniş ve düz bir ovaya bırakıyor. Varşova’ya doğru hızla ilerliyoruz.

Polonya’ya ilk gidişim bu. Varşova, hiç tanımadığım bir kent. Romanım için çıktım bu yolculuğa; çünkü Polonya’da başlıyor, İstanbul’da devam ediyor roman. Varşova’nın sokaklarında dolaşmak, havasını koklamak, yemeklerini tatmak ve en önemlisi insanlarını gözlemek zorundayım. Aksi halde roman kişilerimin gerçekçi olamayacaklarını düşünüyorum. Oysa zamanım çok kısıtlı. Varşova’da ancak iki gece bir gün kalabileceğim. Bu kısa sürede olabildiğince çok şey görmek zorundayım.

Ön bilgi olsun diye aldığım, Varşova’yı anlatan kitabı çıkarıp okumaya çalışıyorum. Okuyamıyorum; kafam karmakarışık. Kompartımandaki yol arkadaşlarım Varşova’da otel bulmanın kolay olmadığını, mutlaka önceden yer ayırtmak gerektiğini ayrıca otellerin çok pahalı olduğunu söylüyorlar. Oysa bu yolculuğa aniden karar verdiğim için yer ayırtacak zamanım olmadı. Sadece Varşova’daki Uluslararası Edebiyatçılar Derneği PEN’e telefon edip bana otel konusunda yardımcı olup olamayacaklarını sordum. Oysa telefona çıkan sekreter ne İngilizce ne Almanca

( tabii ne de Türkçe) biliyordu. Ben de onun konuştuğu Fransızca’yı... Sonunda söylediklerinden sadece “Faks” sözcüğünü anlayıp telefonu kapattım. Ardından hangi saatte, hangi trenle geleceğimi ve otel konusunda yardımcı olup olamayacaklarını sorduğum bir faks çektim ; ancak doğrusu, ilgileneceklerini hiç sanmıyorum.

Tren meyve ve sebze bahçelerinin, çiftliklerin arasından geçiyor.İkindi güneşi altında uzanıp giden yemyeşil bir ova görünüyor sonra....Ufka dek uzanan, uzakta sisler arasında sürüp giden bir ova.

Kompartımandaki yolcular Varşova’ya yaklaşmakta olduğumuzu söylüyorlar.Yavaş yavaş eşyalarını toplamaya başlıyorlar.İlgiyle dışarıyı seyrediyorum. Ovanın yerini banliyö evleri, fabrikalar, depolar alıyor.Kentin kenar mahalleleri bunlar. Varşova’nın merkez istasyonuna yaklaşırken içimi büyük bir yalnızlık duygusu sarıyor. Seni kimsenin tanımadığı, beklemediği bir kente gitmek... O kentin kalabalığı arasında kaybolmak... Gerçek yalnızlık duygusu bu olsa gerek...Öte yandan kesin bir özgürlük duygusu...Gerçek özgürlüğün yolu yalnızlıktan mı geçiyor?

İçimde yalnızlığın hüznü ve yaklaşan gecede kalacak yer bulamamanın korkusuyla iniyorum trenden. Yolcular, kendilerini karşılamaya gelenlerle kucaklaşıp hızla uzaklaşıyorlar. Peron boşalıveriyor. Ben, ayağımın dibinde bavullarımla ne yapmam gerektiğini düşünerek oracıkta kalakalıyorum. O sırada ilerde bir grup insan arasında havaya doğru yükselen kartonu görüyorum. Üzerinde “PEN” yazılı kartonu... Demek karşılamaya gelmişler. İçime dolan sevinçle, uçarcasına yanlarına gidip kendimi tanıtıyorum. Gelen PEN sekreteri ( telefonda konuşmaya çalışıp da başaramadığım kadın) Eva ve oniki yaşındaki kızı Hanna. Çok sıcak insanlar... Hemen boynuma sarılıyorlar. Elimden bavulumu, çantamı kapıp taşıyorlar. Hanna, okulda öğrendiği İngilizce ile çevirmenlik yapıyor bize; ama birbirimizin dilinden anlamasak da gözlerimizle ve gülüşlerimizle konuşuyoruz Eva’yla. Yalnızlık duygum bu gülümseyişler ve içten davranışlarla kayboluveriyor.

İstasyonun karşısından bir otobüse binip epeyce giderek büyük bir meydana ulaşıyoruz. Orada otobüsten iniyoruz. Adının Plaza Zamkowy (Saray Meydanı) olduğunu öğrendiğim bu meydanın Wista nehrine bakan sağ yanında Kral sarayı ve ortada uzun bir mermer sütun üzerinde yer alan Kral III. Sigismund’un heykeli var. Meydan çepeçevre, tiyatro dekorunu andıran, rengarenk ve işlemelerle süslü evlerle çevrili. Eski Polonya evleri bunlar. Yol boyunca gördüğüm modern binalara benzemiyorlar. Hanna’dan bu bölgenin eski kent olduğunu öğreniyorum. Meydanda öbek öbek toplaşmış insanlar... Yürüyüş yapan ya da sıralarda oturup meydanı ya da Wista nehrini seyredenler...

Plaza Zamkowy’nin girişinde, soldaki büyük binaya doğru yürüyoruz. Barok mimaride olan bu binanın geniş, demir kapısının üzerinde “ Dom Literatura”

(Edebiyat Evi) yazan bir levha asılı. Doğrusu kıskanmadan edemiyorum. Bizim de bir

“ Edebiyat Evi’miz” olsaydı keşke...

Bu büyük binanın girişinde “Cafe Literatura” var. Akşamları da restoran görevini yapıyor. Eva, buranın pahalı olduğunu fısıldıyor kulağıma. Binanın ağır demir kapısını itip içeri giriyoruz. Dom Literatura, büyük bir bina. İki apartman birleşmiş gibi. Bir tarafta PEN derneğinin çalışma bürosu, kütüpane ve diğer yönetim odaları var. Diğer taraf baştan aşağı misafirhane... Lüks olmayan, temiz ve sade döşenmiş bir yer burası. Elimdeki kitaptan bu binanın “Haus Prazmowski” adında eski ve ünlü bir bina olduğunu öğreniyorum. Bir yanında yine ünlü ressam Canaletto’nun barok eviyle (Haus John) ve diğer yanında Varşova’nın ilk büyük mağazasıyla (Haus Roesler 1784) komşu olduğunu okuyorum. Kitaplara geçmiş ünlü bir binada kalmak heyecan verici.

Beni en üst kattaki köşe daireye yerleştiriyorlar.Asansör yok. Beş kat merdiveni tırmanıp odama çıkıyorum. Odamın pencereleri bir taraftan meydana, diğer taraftan batıya bakıyor. Güneş, kıpkırmızı bir top gibi asılı gökyüzünde; ama kuzeyde olduğumuzdan çok yavaş batıyor. Bu yüzden daha geceye çok var. Eşyalarımı bırakıp çabucak aşağıya, Eva’nın yanına iniyorum.

Eva, bana para bozdurabileceğim yeri ve yemek yiyebileceğim restoranların yerini anlatıp evine gidiyor. Kocaman meydanda kalakalıyorum;ama artık içimde yalnızlığın hüznü yok. Yeni bir kenti keşfetmeye başlamanın coşku ve sevincini taşıyorum. Bir de yoğun özgürlük duygusu...

Ara sokaklardan birine dalıp Polonya’ya özgü bir restoran arıyorum. Meydanı çepeçevre kuşatan lüks restoranlar ve pizzacılar hiç de ilginç değil benim için.

Akşamın alacasının erken indiği dar ve loş bir sokakta, penceresi, fistolu beyaz perdelerle süslü küçük bir restoran dikkatimi çekiyor. Aralık duran kapısını itip içeri giriyorum.Restoran hemen hemen boş.Dipte bir masada iri yarı, orta yaşlı bir adamla ufak tefek bir kız var sadece. Ne yemek yiyorlar, ne de birbirleriyle konuşuyorlar. Bana arkaları dönük oturduklarından içeri girdiğimi görmüyorlar.Başka da kimse yok.Bir masaya oturup bekliyorum azcık;ama gelen giden de yok.Onların restoran sahibi ve garson kız olduklarını düşünüp öksürüyorum.İlgilenmiyorlar.Garip bir durum.Neden sonra kız, dönüp bakıyor.Gelmesi için el sallayıp gülümsüyorum; ama kız oralı olmuyor.Bu kez utanıyorum.Demek ki garson değil, müşteriymiş.

Biraz daha bekledikten sonra mutfak olduğunu sandığım kapıdan koşuşturarak yürüyen, zayıf, orta yaşlı bir garson kadın giriyor içeri.Kabarık etekli yöresel bir elbise giymiş, önüne beyaz, kolalı bir önlük bağlamış.Ne İngilizce ne de Almanca biliyor;tabii Türkçe de... Ben de Lehce bilmediğime göre ödeştik sayılır. Menü kartonunu getirip önüme bırakıyor. Amacım Polonyalılara has yemeklerden tatmak. Bana uzattığı listede yer alan yemeklerin ne olduğunu anlamıyorum. Bereket versin turistler için yemeklerin neler olduğu altta küçücük harflerle Almanca yazılmış. Kartofell Puffer, yani patates mücveri ve Hindi şinitzel ısmarlıyorum. “Ne yazık ki hiç biri Polonya’ya özel değil” diye düşünürken önüme konan tabaklara bakıp şaşırıyorum.Dil bilmemek insana sürprizler yaşatıyor.Meğer patates mücveri kocamanmış.Üstelik içinde tas kebabına benzer kuşbaşı etler varmış.Çok lezzetli ve doyurucu bir yemek.Ayrıca kocaman bir tabak şinitzel ve yanında salata gelmez mi? Porsiyonlar öyle büyük ki... Çoğunu yiyemeden bırakıyorum.

Dışarı çıktığımda sokak adamakıllı kararmış. Oysa gökyüzü hala aydınlık bir Prusya mavisi...Ufukta, kiliselerin çan kulelerinin ardında sarı turuncu gök, güneşin henüz battığını gösteriyor. Görkemli demir işçiliği ürünü sokak lambalarının aydınlattığı sokakta yürürken Eva’nın çanta hırsızları hakkında yaptığı uyarısını anımsayıp ürperiyorum. Sokak bomboş. Uzaktan gelen bir saksafonun büyülü sesine kapılıyor, hızla yürüyüp meydana çıkıyorum. Plaza Zamkowy tenhalaşmış. Sigismund Anıtı’nın dibinde genç bir adam kendinden geçmişcesine saksafon çalıyor. Tanıdık bir ezgi bu... “ Love Story”... Çevrede sıralara oturmuş, onu dinleyen bir kaç genç... Diğer insanlar evlerine çekilmiş. Güneş batmış; ama gökyüzü hala aydınlık. Koyu maviden açık yeşile boyanıp ufka doğru uzanıyor. Orada hala bir parça sarı ve çokça kırmızı var.

Dom Literature’un işlemeli , ağır, demir kapısını itip güçlükle açıyor ve içeri giriyorum.Müzik dışarıda kalıyor.Resepsiyondaki yaşlı kadına el sallayarak geldiğimi bildiriyorum.Sevimli bir kadın.Lehce dışında dil bilmiyor;ama yardım etmek için çırpınıyor. Anlamasam da bana durmadan birşeyler söylüyor.Sadece “Anahtarın yanında mı?” sorusunu anlıyor, anahtarımı sallayarak gösteriyorum.Merdivenleri yarılayıncaya dek ardımdan bakıyor.Anaç bir ilgi bu.Hoşuma gidiyor.Odama gelince yine saksafonun sesi karşılıyor beni.Bir metre kalınlığındaki duvarların dibindeki çift camlı pencerelere uzanıp açmak istiyorum;ama beceremiyorum. Artık iyice kararan gökyüzü, ufukta hala kırmızı... Giderek solan ve kararan bir kırmızı bu. Oysa saat 23.00 olmuş.

Odama kadar ulaşan saksafonun sesini dinliyorum. Yine tanıdık bir ezgi... “ Stranger in the night”... “Gecede yabancı”... Tam bana ve durumuma uygun bir şarkı bu. Kendimi yatağa atıp müziği dinleyerek uykuya dalıyorum.

* * *

Aydınlık bir sabaha uyanıyorum. Mayıs sonunun bereketli güneşi ile aydınlanan meydan ve evler ışıl ışıl. İlerde evler arasından Katedral’in kurşun yeşili çatısı ve Jesutienkirche (Cizvit Papazları’nın kilisesi) nin altın toplu haçla süslü kulesi görünüyor. Acele kahvaltı edip sokağa çıktığımdaysa şaşırıyor ve düş kırıklığına uğruyorum. Güneş bulutların ardına saklanıvermiş. Serin bir rüzgar esiyor meydanda.

Kral sarayı tüm görkemiyle meydanın bir ucundan diğerine uzanıyor. Ön yüzünde restorasyon çalışmaları olduğundan baştan başa bez bir perdeyle kapatılmış; ama ilginç olan da bu perde zaten. Üzerinde sarayın ön yüzünün resmi var. Resimdeki pencerelerden sarkan insanların uzattığı bez bir afiş resminin üzerinde ise bir müzik festivali duyurusu var. Öylesine güzel yapılmış bir resim ki uzaktan bakınca gerçekten de sarayın penceresinden sarkan insanlar afiş asıyor sanılıyor. Ne yazık ki festivale ayıracak zamanım yok. Varşova sokaklarında romanımın izini sürmeliyim.

Meydanın bir köşesinde duran faytona yaklaşıyorum. Faytoncu, ufak tefek, filmlerde görülen Rus köylülerine benzeyen, patates yanaklı, ufak, kırmızı burunlu sevimli bir ihtiyar. Adı Silvester... Her ne kadar benim söylediklerimi anlamasa da az buçuk bildiği Almanca ile rehberlik yapacak denli iyi anlatıyor çevreyi.

Meydana açılan sokaklardan birinde tıkır tıkır, salınarak ilerliyoruz. Bu sokak bizi St. Martin kilisesinin yanından Salvador Haus’a, oradan da surlarla çevrili Stare Miasto yani eski kentin, “Yeni Kent”e, “ Nowe Miasto” ya açılan kapısına götürüyor. Kent surlarının dışı geniş bir hendekle çevrili. Bu kapıdan çıkıp, hendeği aşan tahta köprüyü geçiyor, yeni kente ulaşıyoruz. Gerçi adı “ Yeni” ;ama aslında o da epeyce eski... Eski kent 13. Yüzyılda kurulmuş. Yenisi ise 1403 de... Ünlü fizikçi Marie Curie Sklodowska’nın evi de burada. Şimdi müze... Faytonumuz önünden geçerken bu küçük eve ve Marie Curie’ye bir selam gönderiyorum.

Salınarak giden faytonumuz St. Benno ve St. Kasimir kiliselerine dek ulaşıyor. Wista nehrini gören yüksek bir yerde duruyor arabacı Silvester. Bana nehri gösteriyor.

“Karşıda Ruslar, bu tarafta Almanlar... Tam altı ay birbirlerine bomba yağdırdılar. Bütün buralar, Eski ve Yeni Kent, Varşova’nın yüzde doksanı yandı, yıkıldı, yerle bir oldu.”

Belli ki hem Almanlardan hem de Ruslardan nefret ediyor. Yüzünde acı, öfke ve tiksinti birbirine karışıyor. Devam ediyor:

“Bütün bu gördüğünüz binalar savaştan sonra yeniden ve aslına uygun olarak yapıldı.”

Şaşırıyorum. Ben de eski binaları ne güzel korumuşlar diye düşünüyordum oysa. Evlerin duvarlarını, çatılarını süsleyen resimler, kabartmalar ve heykeller... Hepsinin eski olduğuna yemin edebilirdim.

“Hepsi mi?” Diye soruyorum inanamayarak.

“ Evet, hepsi yeni yapıldı bu binaların... Yıkıntılardan toplananlarla aslına uygun onarıldı. Eski Kent, Unesco’nun dünya kültür kalıtları listesine geçti ve korunmaya alındı”, diyor gururla.

Gurur duymakta haklı Silvester. Ben de tarihlerine ve kentlerine böylesine sahip çıktıkları ve onu korudukları için Polonyalılara saygı duyuyorum. İstanbul böyle yerle bir olsa eski yapıları (sadece sarayları değil, evlere dek) yeniden yapmak yerine blok apartmanları dikerlerdi herhalde. Gerçekten de elimdeki kitap eski kentin 1949-1953 de yeniden yapıldığını yazıyor. Silvester devam ediyor:

“Sadece eski kent değil tüm Varşova 2. Dünya savaşında yerle bir oldu. Hepsi 1945 ten sonra yeniden yapıldı” diyor.

Hayretle ve inanamayarak bakakalıyorum yüzüne; sonra dönüp Wista nehrinin öteki kıyısına bakıyorum. Alman saldırısına uğrayan ve onları püskürten Polonyalıları arkadan vuran Rus ordusunu görür gibi oluyorum orada. Önce Almanlarla bir olup Polonya’yı yutan, sonra da Almanya’nın saldırısına uğrayan Rusya’yı düşünüyorum. İki devin kapışması sırasında ezilen ve yok edilmek istenen Polonya’nın yeniden dirilişini saygıyla selamlamamak mümkün mü?

Yeni kentin sokaklarından geriye dönüp eski kente geliyoruz yeniden. Bu kez Nowomieiska sokağından ilerleyerek Eski Kentin Pazar yerine varıyoruz. Burası geniş bir meydan. Çepeçevre eski binalarla çevrilmiş. Bunlar Klasik, Barok ve Rönesans mimarisinin tipik örnekleri ... Silvester, kısa bir fotoğraf molası vererek devam ediyor. Katedralin yanından geçip yeniden meydana ulaşıyoruz. Bu kadar kısa gezi için ödediğim para çok fazla;ama nedense sevimli Silvester’e kızamıyorum.

Yürüyerek yeniden Pazar yerine dönüyorum. Meydanın Wista nehrine bakan yanındaki binalar arasında “Literature Museum” tabelası gözüme çarpıyor. Hemen içeri giriyorum. Çeşitli yazarlar hakkında bilgiler veren fotoğraflar ve yazarlara ait özel eşyalarla dolu bir müze burası; ama Napolyon’un büstü ne arıyor Edebiyat müzesinde anlayamıyorum. Oysa meydanın diğer yanında “Varşova Tarih Müzesi” var. Orada olmalıydı.

Pazar yeri, açık hava kafeleriyle çevrelenmiş. Ortadaki boş alanda da ressamlar resimlerini sergiliyorlar. Genellikle turistlere yönelik, Varşova’yı gösteren resimler bunlar. Binaların dibinde de seyyar satıcılar hediyelik eşya satıyorlar. Meydana öğrenciler doluşmuş. Tatil öncesi bu güzel mayıs gününde öğretmenleri gezi düzenlemiş olmalı. Her sınıftan ve her yaştan öğrenci...

Bir sandviç alıyor, tahta bir sıraya oturup yiyorum.Eva’nın söylediği toplantıya katılmak üzere Dom Literatura’ya dönüyorum. PEN konferans salonunda Anna Frajlich adlı bir ozanın kitabı tanıtılıyor. Polonya dilinde bir tanıtım bu.Şiirler okunuyor.Söylenenlerden bir şey anlamasam da şiirin müzikal tınısı etkiliyor beni.

Toplantıdan sonra yeniden Varşova sokaklarına dalıyorum.Otobüsle kenti dolaşmak istiyorum; ama bileti nereden alabileceğimi kestiremiyorum.Bulabildiğim otomatik bilet makinesine para atıyorum;ama yutuyor.Param gittiğiyle kalıyor.Sonunda yürüyerek dolaşmaya karar veriyorum.

Bu kez hedefim Chopin’in evi... Elimdeki rehber kitapcığın da yardımıyla “Kral Yolu “ denilen “Krakowskie Przedmiescie”de yürümeğe başlıyorum. Hava yine serinlemiş. Yağmur serpiştiriyor.

St. Anna kilisesi’ni, Adam Mickiewicz anıtını, Radziwillowski Sarayı’nı sol tarafta bırakıp yürüyorum. 1818 de yapılan saray, 2. Dünya savaşında pek az zarar görmüş.1945 e kadar bakanlıklar buradaymış. 1955 de Varşova Paktı burada yapılmış. Avlusunda, atının üstünde Napolyon’un generallerinden Fürsten Josef Poniatowski , kılıcıyla tam karşıdaki eski “Potockich Sarayında” yerleşen Kültür ve Sanat Bakanlığını gösteriyor. Varşova’da sanat ve tarih öylesine önemsenmiş ve korunmuş ki bu bakanlığa da saygı duymamak olanaksız.

Radziwillowski Sarayı’nın yanında ünlü mimar Wladyslaw Marconi’nin ilk adresi olan Hotel Bristol yer alıyor. Sağ tarafta, onun karşısında ise Hotel Europejski... Her ikisi de şık, lüks ve tarihi oteller. Biraz daha yürüyünce Sol tarafta Varşova Üniversitesinin görkemli kapısını görüyorum. Geniş bahçe içinde yer alan 17. yüzyıldan kalma geç klasik döneme ait binalar, Rektörlük ve Auditorium Maximum olarak kullanılmakta.

Yolun sağında, Üniversitenin tam karşısında ise “Sanat Akademisi” var.Burası eski Czaski Sarayı. 1826 da bu sarayın güney kısmında Chopin ailesi oturmuş. Üst katta bir daireyi müze haline getirmişler. Ben de Chopin Müzesini görmek hevesiyle binanın merdivenlerini tırmanıyorum. Sanat Akademisi’nin koridorları ve merdivenleri değişik boyutlarda ve farklı akımlarda heykel ve resimlerle dolu. Büyük ve görkemli bir sergi salonunda gibiyim. Hayranlıkla tabloları seyrederek en üst kata çıkıyorum; ancak burada beni kötü bir sürpriz bekliyor. Müze kapalı.Pazartesi- Cuma 10.00-14.00 saatleri arasında açıkmış. Yetişememişim. Bu kez düş kırıklığıyla iniyorum merdivenlerden.

Yağmur dinmiş; ama hava soğuk. Üstelik acıkmışım. Görünürde yemek yiyebileceğim bir yer de yok. Kaldırımda duran simitçiden bir Varşova simidi alıp, ısırarak yürümeyi sürdürüyorum. Hl. Kreuz Kilisesini geçiyor, şimdi Polonya Bilim Akademisi olan Staszic Sarayını ve Kopernicus anıtını soluma alıp yürüyüşümü sürdürüyorum. Hemen yanında, bodrumunda öğrenci caz kulübü ve birahane olan binayı geçiyor, eski kenti ardımda bırakıp gerçekten yeni kente giriyorum. Bulvarın bu bölümü Nowy Swiat diye adlandırılıyor.

Burası 20. Yüzyılın başında Varşova’nın en güzel otel, kafe, mağaza, yaz tiyatrolarının, ve restoranlarının bulunduğu şık bir caddeymiş.II. Dünya savaşında yerle bir edilmiş ve savaştan sonra sadece klasik tarzdaki binalar yeniden onarılmış. Varşova’nın yine en şık bulvarı burası. Nowy Swiat, General De Gaulle meydanıyla sonlanıyor. Bu meydanın sağ tarafında Polonya Basın Ajansı, sol tarafında ise Borsa binası var.

Meydandan sağa dönüp geriye, geldiğim yöne doğru arka sokaklardan yürümeyi sürdürüyorum. Ulusal Tiyatro binası, bol sütunlu, görkemli yapısıyla karşıma çıkıveriyor. Birbiri ardına karşılaştığım saray ve kiliseler başımı döndürüyor. Bunca tarihi yapıya hazırlıklı değildim herhalde. Büyüleniyorum. Üstelik çok da yoruldum. Oturup dinlenecek bir yer arıyorum. Yeniden Kral Yolu’na çıkıp karşı kaldırıma geçiyorum. Radziwillowski Sarayı’nın avlusuna sokmuyor güvenlik görevlileri. Biraz daha yürüyüp sarayın bahçesinde, ıhlamur ağacı altında bir tahta sıraya oturup soluklanıyorum. Güneş, nasılsa çıkmış bulutların ardından. Sıcacık ışıklarını döküyor ağacının üzerine. Ihlamur çiçekleri, küçük, sarı demetler halinde sallanıyor dal uçlarında. Bir küçük dal koparıp kitabımın arasına yerleştiriyorum. Gün ışığında parlayan ıhlamur çiçeklerini seyrederek romanımı düşünüyorum.

* * *

Serin rüzgar ve yeniden bulutların arkasına saklanan güneş, fazla oturmama izin vermiyor. Yorgunum, üşümüşüm ve açım. Eski kentin beni en çok çeken yerine, Pazaryeri’ne doğru yürüyorum. Pencerelerinde resimlerle süslü, tahta kepenkleri olan süslü bir restoran bulup içeri giriyorum. Adı Fukiera. İçerisi dışarıdan da süslü. Duvarda asılı doldurulmuş geyik kafası çok etkileyici. Garson’un getirdiği menüden pek bir şey anlamıyorum. Bir çorba içip ısınmak niyetindeyim. Kırmızı Borç çorbası ısmarlıyorum. Gelen sıcak pancar suyu içimi ısıtıyor. Bu arada biraz dinleniyorum.

Eski kentin sokaklarında dolaşmak, dükkanlara dalıp hediyelik eşyalara bakmak çok keyifli. Varşova’yı ve Polonya’yı anlatan kitaplar alıyorum. Elim kolum dolu, meydanın kenarındaki tahta sıralardan birine oturuyor ve o sırada yeniden ışıyan güneşle ısınmaya çalışıyorum. Tam bu sırada bir müzik duyuyorum. Kulak kesiliyorum birden. Bu, radyo ya da teyp değil. Canlı müzik...Biri piyano çalıyor. Etrafıma bakındığımda sesin meydanı çevreleyen kafelerden birinden geldiğini farkediyorum. Hemen kalkıp o kafeye girip oturuyorum. İçerisi bomboş. Bir ben varım, bir garson kız, bir de piyanist... Kır saçlı, çenesi ve alt dudağı ileri doğru çıkık, yaşlıca bir adam. Ben gelince hemen İngilizce şarkılar çalmaya başlıyor. Daha sonra Fransızca ve ardından Rusça şarkılar... Hangi ülkeden geldiğimi çıkaramamış olmalı.

Güneş yeniden saklanıyor ve hava soğuyor. Çok üşüdüğüm için kalkmak zorunda kalıyorum. Gülümseyerek teşekkür ediyorum piyaniste. Ardımdan piyanonun sesi geliyor. Yine dün geceki şarkı. “ Stranger in the night”...

 
Toplam blog
: 26
: 898
Kayıt tarihi
: 03.12.08
 
 

1946 yılında doğan ve tıp doktoru olarak Türkiye ve Almanya’da çalışan Gülseren Engin’in ilk öyküsü ..