Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Aralık '07

 
Kategori
Sivil Toplum
 

Vasat toplum

Vasat toplum
 

Milliyet’in spor yazarlarından Uğur Meleke’nin 19 Kasım 2007 tarihinde Milliyet’te yayınlanan yazısını okurken bir kez daha damardan bir Türk olduğumu fark ettim. Uğur Meleke Türk futbolunun Avrupa’daki yerini tarif ederken ecnebice bir deyimden faydalanıyordu. Deyim başta İngilizcesi ardında tercümesi olmak üzere şöyle, “Jack of all trades, master of none”; “Hiçbir konuda uzman olmadan, her konudan biraz bilgi sahibi olmak”

Eğer kendime dışarıdan bakan birisi olsam ve kendimi (tabi bu durumda kendim olmayacağım) tarif etmem istense aynen bu tarifi kullanırım; “Yahu hiçbir konunun uzmanı değil ama her konuda ufak tefek de olsa bilgisi, söyleyecek bir şeyleri var”

Kendi özelimi irdelemeyi bir başka yazıya bırakarak, ulusumla ortak olan bu genetik koddan yola devam etmek istiyorum;

Biz Türk toplumunun uzmanlaşma konusunda bir sıkıntısı olduğunu düşünmüşümdür hep. Vasat sözcüğü ile oldukça yakın bir diyalogumuz vardır. Ortalamayı önemseriz ve ortalamadan sapmalara her zaman soğuk bakarız. Oysaki ortalamayı tutturma, ona yakın olma kaygısı köylü toplumlarına ait bir içgüdüdür. Modern toplumlarda ise farklılıklar önce su yüzüne çıkar, sonrada derinleşir. Köyde bir işi herkesin beraber yapması istenir ve bu tarz işin yapılmasını kolaylaştırırken, şehirde ve dolayısı ile şehir yaşamında bu tarz tercih edilmeyeceği gibi, yaşamı da aksi yönde zorlaştırır. Şehrin toplum yaşamı üzerinde ilk yarattığı etki görev bölüşümünü zorunlu kılması, organizasyonu dayatması, uzmanlaşmanın yolunu açmasıdır.

Uzmanlaşma ve farklılaşma o düzeye varabilir ki, ne işe yarayacağı kestirilemeyen konular ya da inanılmaz detaylar için araştırmalar yapılır, uzmanlıklar oluşur. Ve toplumları bir üst basamağa çıkaran da bu uzmanlık düzeyidir. Çünkü ortalama ancak pozitif yöndeki sapmalar arttıkça yükselir. Ortalamayı tutturma çabası bir yanıyla da ortalamanın olduğu yerde kalması çabasıdır. Değişime kapalı ve muhafazakâr toplumlar da ortalamayı önemser ve herkesin bir tornadan çıktığı tarzları benimserler.

Bu nedenle toplum tarihimizde, üstüne vazife değilken, doğada bulduğu böcekleri kavanozlara koyan, onları her an gözleyen notlar alan, evini kavanozlarla donatan bir insan örneğine denk gelinmemiştir. Oysaki bilim, hayatını bir antik kent harabesinde kazı yaparak geçiren, kuş uçmaz kervan geçmez coğrafyalarda bir kara sürüngeni türünün biyolojik ve sosyal yapısını incelemek için ömrünün beş yılını ayıran, kutuplarda küresel ısınmanın boyutlarını an ve an takip etmek için buzulları evi olarak gören, uzayda kurulan istasyonlarda geleceğin deneylerini yapmaya ömrünü adayanların bu uzmanlaşma süreci sonunda gelişebilmiştir.

2007 Nisan’ın 4’ünde yayınladığım “meraksız bir toplumuz vesselam” başlıklı blogumda, Prof. Dr. Ali Demirsoy’un Osmanlının 400 yıl Mısır’ı idare etmesine karşın, iki insanın çıkıp Mısır piramitlerinin enini boyunu ölçme çabasına girişmediğinden bahsettiğini aktarmıştım. Oysa aynı 400 yıllık süreçte, batı dünyasında, modern bilimin ilk emekçileri en yüksekten en derine, mağaralardan çukurlara, denizin dibinden gökyüzünün tavanına girmedik delik bırakmayıp her şeyi ölçüp biçmeye başlamışlardı.

Bu noktada meslek denilen, kişinin kendisini anlamlandırma çabasının da önemli olduğunu düşünüyorum. 1980’li yıllarda, kendisine şimdi utandığım sıfatları sıralamaktan çekinmediğim ama gün geçtikçe saygımı kazanan Çetin Altan’ın en ünlü tespitlerinden birisidir, toplumumuzun mesleksiz olması. O vasıfsız bir topluluk olarak tanımlar bu toprakların insanlarını. Elbette kast ettiği modern toplumun sahip olması gereken işbölümüdür. İnsanların bu iş bölümünden kendisine bir pay çıkarmıyor olmasını vurgulamak ister. Çünkü modern toplumda toprağı ekip biçmek bir meslek değildir. Makinelerin yapabileceği biri işi insanların yapmaya devam etmesi kabul edilebilir bir şey olamaz gelişmiş bir toplum yapısı için.

Elli yıl öncesinde %75’i kırsalda yaşayan, toprakla uğraşmaktan başka bir iş bilmeyen ve ister istemez kente göçen kalabalık organize edilmediği için hala bir meslek sahibi değildir. Köyden kente göçenlerin peşi sıra yaptıkları iş listesi şudur; hamallık, ayakkabı boyacılığı, seyyar satıcılık, jetonculuk, biletçilik, dolmuş değnekçiliği, dolmuşçuluk, otoparkçılık, gecekondu inşaatçılığı, emlakçılık ya da arazi rantçılığı. Söz konusu işlerin hiçbirisi özel bir beceri gerektirmez ve bir üretim ya da artı değer barındırmaz.

Peki yaklaşık 50 milyon nüfusu, 25-30 yıl içinde kontrolsüz bir biçimde kente taşıyınca ortaya çıkan tablo nedir? 75 milyon içinde, eğitim çağında olan ya da bitirmiş 60 milyonun yüzde 12,7'si okuma-yazma bilmiyor, okuma- yazma bilip bir okul bitirmeyenlerin oranı yüzde 21,5. Yani nüfusun yüzde 33'ünün, başka bir ifade ile toplumun 1/3'ünün, diğer bir ifade ile de 20 milyon insanın diploması bile yok. (Okuma yazma bilmemeyi sünnet olarak gören var mıdır acaba diye çokça düşünmüşümdür, bu konuyu da başka bir yazıya bırakayım)

Okuma yazma bilme oranı yerlerde sürünen bir toplumdan, meslek üretmekte, merak üretmekte mümkün değildir. Ve ortalıkta her konuda bir miktar bir şeyler söyleyebilen ama hiçbir konunun uzmanı olmayan bir vasat toplum çıkar.

 
Toplam blog
: 453
: 1826
Kayıt tarihi
: 14.11.06
 
 

36 güneş yılı. 27 yıl G.antep, 9 yıl İstanbul. İstanbul, 90’lı yıllarda yaşandı, bitti.  Hep şe..