Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Eylül '17

 
Kategori
Dünya Şehirleri
 

Vatan Toprağı Selanik’e Bir Hafta Sonu Gezisi

Vatan Toprağı Selanik’e Bir Hafta Sonu Gezisi
 

1881 yılının, kar fırtınalı bir kış gecesinde, Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları içinde yer alan Selanik şehrinin İslahhane mahallesindeki 3 katlı evde bir bebek dünyaya gelir. 

Bebeğin doğumuna yardımcı olan Fatma Ebe (sonradan müslüman olan Selanikli Rumlardan Todora Hanım) aslında mesleğindeki en önemli doğumu gerçekleştirmekte olduğunun farkında değildir. Anne ve babası, sarışın ve mavi gözlü bu bebeğe Mustafa adını verirler. İşte o bebek ki, Osmanlı İmparatorluğu’nun batıya açılan en önemli kapılarından olan, bir zamanlar Batı’nın en Doğu ve Doğu’nun en Batı kenti olarak anılan, İttihatçıların Kabe-i Hürriyet dediği Selanik’in etnik, kültürel, dilsel ve dinsel çeşitliliği içinde büyüyecek ve daha sonra bir imparatorluğun küllerinden Türkiye Cumhuriyeti’nin oluşmasına yön veren düşüncelerini bu şehrin kozmopolit, hoşgörülü ve devrimci ortamında şekillendirecektir. Kimi tarihçiler, modernite ve aydınlanmacı düşüncenin imparatorluk topraklarına bu şehirden yayılmasını ve Jöntürklerden, İttihat Terakki’ye kadar birçok siyasal akımın bu kentte filizlenmesini göz önüne alarak, Selanik’i modern Türkiye fikrinin oluşumunun ana yurdu olarak tanımlamışlardır.

İşte bu düşüncelerle, doğduğum ve büyüdüğüm Kadıköy’den bir asır öncesinin vatan toprağı Selanik’e doğru, 2 otobüslük bir konvoy eşliğinde yola çıkıyoruz. 

1430 tarihinde Padişah II. Murat'ın yönettiği Osmanlı Ordusu tarafından fethedilen ve ataları 15. yüzyıl boyunca kente Anadolu'dan getirilen çok sayıda Türk’ün, 1492 yılında İspanya'dan göçe zorlanıp bu şehre yerleşen Sefarad Yahudileri ve Rum nüfusla birlikte yaşadığı (1831 yılı erkek nüfus sayımına göre % 45 yahudi, % 34 müslüman, % 21 hristiyan) o dönemlerin kozmopolit ve özgürlükçü kentinden bugün geriye ne kaldığını yerinde görecek olmanın heyecanı içindeyim.

YUNANİSTAN’DAKİ YOLCULUĞUMUZ BAŞLIYOR

Yunanistan’a geçiş yapacağımız sınır kapısı olan İpsala’ya varmadan önce Edirne’de bir tesiste soluklanıyoruz. Gece yarısını bir saat kadar geçerken de çıkış kapısına varıp uykulu gözlerle, işlemlerimizi yaptırdıktan sonra otobüsümüzle Meriç nehrindeki iki ülke sınırını bağlayan köprüden geçiyoruz. Köprü, yarısına kadar kırmızı-beyaz renklerle boyanmış. Diğer yarısındaki mavi-beyaz renkli korkulukları gördüğümüzde artık Yunan tarafına geçtiğimizi anlıyoruz, köprüde yer alan kulübedeki askerler aracımız geçerken selam veriyorlar, biz de karşılık veriyoruz. Yunan gümrüğünde polis pasaportlarımızı topluyor ve otobüste işlemlerin tamamlanmasını bekliyoruz. Saat üçü biraz geçe rehberimiz elinde pasaportlarımızla dönüyor ve Yunanistan’daki yolculuğumuz başlıyor.

Daha önce bir hayli otobüs ve tren seyahati yapmama rağmen yolculuklarda rahatça uyuyabilen takımından olmadığımdan, kâh dalar gibi yaparak kâh gece karanlığında çevreye bakıp nerede olduğumuzu anlamaya çalışarak, günün ilk ışıkları altında İskeçe’deki (Yunanlılar bu kente Xanthi diyor) bir Türk’ün işlettiği tesisteki mola yerimize varıyoruz. Tesiste tuvaletlerin temizlik durumu bizdekileri aratmıyor, en azından bu konuda Yunanistan’da yabancılık çekmeyeceğiz diye düşünüyorum!

Otobüs yeniden yola çıktığında, rehberimiz eskiden Edirne-Selanik arasındaki yolun sahilden geçtiğini ve kötü olduğunu belirtirken daha sonrasında Yunanistan Avrupa Birliği’ne dahil olduğunda birliğin fonlarıyla, üzerinde seyahat ettiğimiz Egnatia adı verilen otoyolun (adını Romalılar tarafından yapıldığı günden bu yana, 2000 yılı aşkın bir süredir Doğu ile Batıyı birleştiren ve İstanbul’la Adriyatik denizi arasındaki yoldan alıyor) yapıldığını belirtiyor. Ülkemizin yamalı ve tümsekli yollarında hoplaya zıplaya gitmeye alışmış insanlar olarak itiraf edelim ki otobüsümüz 2 günlük seyahat süresince neredeyse hiç sarsılmadı, yollar gerçekten iyiydi.

Bununla birlikte eğer oralardan bir gün geçerseniz siz de yolların kenarlarına dikilmiş çok sayıda minyatür kilise ve adak yeri benzeri, boyları 1-1,5 metreyi pek geçmeyen oluşumlara rastlayacaksınız. Öğrendiğimize göre bunlar o yol üzerindeki trafik kazalarında ölen kişilerin anılarına, merhumların aileleri tarafından yaptırılmış ufak anıtlarmış. Hatta bu konuda bir sektör oluşmuş ki, yolun üzerinde birkaç tane, bahçesinde bu anıtların envai çeşidini sergileyen işyerlerine de rastladık. Bu minyatür anıtların, oradan geçen sürücülerde bizim Zincirlikuyu mezarlığı girişindeki “Her canlı ölümü tadacaktır” tarzında bir etki yaratıp yaratmadığını merak ederek yolumuza devam ediyoruz.

SABAHIN İLK SAATLERİNDE SELANİK’TEYİZ

Güneş doğduğundan, otobüsle geçtiğimiz yerleri daha sağlıklı görme imkânımız oluyor. Trakya’nın klasik kırsal manzaraları ve zaman zaman İzmit körfezini andıran bölgelerden geçerek İskeçe’deki mola yerinden kalkışımızdan, yaklaşık 2 saat kadar sonra Selanik’e varıyoruz. Nihayet, 1997 yılında Avrupa kültür başkenti de olmuş, önderimiz Mustafa Kemal Atatürk'ün yanı sıra Nazım Hikmet, Afet İnan, Refet Bele, Cahit Arf,  Hasan Tahsin gibi ünlü şahsiyetlerin de doğduğu, Falih Rıfkı Atay’ın "bizim gençliğimizde hayallerimizi süsleyen 3 Akdeniz kenti vardı. Bunlar Beyrut, İzmir ve Selanik’ti ve Selanik bunların arasında en Osmanlı olanıydı..." dediği, geçmişte Osmanlı İmparatorluğu’nun İstanbul’dan sonraki,  bugünkü Yunanistan’ın da (1 milyona yakın nüfusuyla) Atina’dan sonra ikinci büyük şehri Selanik’teyiz.

Balkan savaşı sonunda Yunanlılar 1912’de şehri aldıklarında, ya da daha doğru bir deyimle Osmanlılar şehri o günkü koşullar sonucu savaşmadan onlara bıraktıklarında şehrin ismini Thessaloniki olarak değiştiriyorlar. (Yunan ordusunun Selanik'e Bulgar ordusundan 1 saat daha önce varıp şehri Osmanlı ordusundan teslim aldığı söylenir ki sonradan gelen Bulgar askerleri bir süre daha şehirde konuşlanıp, çatışmalar sonucunda sayıları iyice azalınca Selanik’ten çıkmak zorunda kalacaklardır.)

Şehirdeki ilk güzergâhımız, şehri yukarıdan panoramik bir şekilde görebileceğimiz Selanik Kalesi oluyor. Verilen molada hem rehberimizin İskeçe’deki mola yerinden bizler için aldığı bademli kavala kurabiyelerinden (ay şeklinde bir tür un kurabiyesi) yedik, hem de Kale’nin altındaki banklara oturup manzaranın keyfini çıkartıp, fotoğraflarımızı çektik.

Daha sonra kalenin çevresindeki, sağlı sollu arabaların park ettiği daracık sokaklardan şehre doğru inmeye başladık, bazı dönemeçlerde otobüs şöförümüz hayli zorlandı. Görünen o ki park sorunu aynı İstanbul’da olduğu gibi Selanik’te de geçerli. O yüzden şehir sokaklarında genelde ufak araba modellerine rastlıyor ve çoğu arabanın kaportasının çizik olduğunu da fark ediyorsunuz. Hatta otobüsle geçerken bir Yunanlı şoförün, kendine park yeri açmak için öndeki ve arkadaki arabalara dokundurduğunu da rehberimizin uyarısıyla bizzat gördük!

Selanik sırtlarından caddelere indiğimizde ziyaret edeceğimiz bir diğer yer olan Aya Dimitri veya diğer adıyla Demetrios Bazilikası’na vardık. Tarihi 4. Yüzyıl Roma dönemine dek uzanan ve Yunanistan’ın en büyük kilisesi olan Aya Dimitri’nin altındaki yer altı geçitlerinde dolaşmak gerçekten ilginç bir deneyimdi. Rehberimiz kiliseye adını veren şahsın mezarının da bu mahzenlerde bulunduğunu ifade etti.

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN EVİ

Oradan çıktıktan sonra otobüsümüz Selanik’te en çok merak ettiğimiz mekânlardan biri olan Mustafa Kemal Atatürk’ün doğduğu eve doğru yöneldi. Ev, Selanik Türk konsolosluğu ile iç içe bulunuyordu. 1870’de Rodos’lu mimar Hacı Mehmet tarafından inşa edilen Pembe Ev’de Mustafa Kemal doğduğunda ailesi kiracı olarak bulunuyordu. Evin mülkiyeti Lozan antlaşmasıyla Yunan devletine geçti ve sonra da Yunanlılara satıldı. Türkiye-Yunanistan yakınlaşmasının doruk noktası olan 1928-1938 yılları arasında, önce 1934 yılında binanın girişine Gazi Mustafa Kemal’in bu evde doğduğuna dair bugün hala orada bulunan Türkçe-Yunanca ve Fransızca bir plaka yerleştirildi. Daha sonra 1937’de kendisi de bir Atatürk hayranı olan Yunan başbakanı Ioannis Metaxas hükümetinin önerisiyle Selanik Belediyesi evi satın alarak Mustafa Kemal’e hediye etti ve binanın girişinde açılmış dükkânlar kapatılarak ev orijinal görünümüne kavuşturuldu. Pembe Ev’in restorasyonu tamamlandığında Atatürk’ün açılış için Selanik’e gelmesi planlanmıştı ancak sağlığının bozulmasının ardından erken gelen ölümü nedeniyle bu gerçekleştirilemedi. Daha sonra araya giren dünya savaşı ve projenin gecikmesi gibi sebeplerle ev yıllar sonra, 10 Kasım 1953’te müze olarak açılabildi.

Sonuç olarak, nedenlerini sizin de tahmin edebileceğiniz çeşitli sebeplerle o dönem Selanik’inden bugün geriye çok fazla bina kalmamış, 1917 yılında çıkan büyük bir yangın şehrin Türk bölgesini neredeyse tamamen yok etmiş ama Pembe Ev şehrin en iyi korunmuş Osmanlı dönemi eseri olarak hala ayakta. Her katta iki odası, mutfağı, tuvaleti, ahşap merdiven ve kileri bulunan evde Atatürk’ün odası ikinci katta, evin kuzey cephesinde yer alıyor.

Hafta sonu olması sebebiyle evin önünde bizden başka Türk grupları da bulunduğundan yarım saat kadar bekledikten sonra grubumuzu konsolosluğun hoş ve küçük bahçesine aldılar, burası evin arka tarafına denk geliyordu. Atamızın Türkiye’den getirilmiş şahsi eşyalarının ve resimlerinin de sergilendiği Pembe Ev’i değişik hisler içinde dolaştık, fotoğraflar çektik. Kendisinin Selanik’ten ayrıldıktan sonra bir daha dünya gözüyle göremediği o evde, bir süreliğine de olsa onun gözleri olmaya çalıştık.

Pembe Ev’i ziyaretimizden sonra artık Selanik’in sahiline ve şehrin simgesi olan Beyaz Kule’ye inmeye hazırdık. Bu semt 1867 yılında deniz surlarının yıkılması ve 1874’de sahilin toprakla doldurulmasıyla şekillenmişti ve “Rıhtım” diye anılıyordu. Halk Beyaz Kule ile Olimpos Meydanı arasında akşamüstleri piyasaya yapmaya çıkardı. Osmanlıların inşa ettiği, Pierre Loti’nin, ünlü romanındaki aşkına konu olan Selanik’li Aziyade ile buluştuğu Beyaz Kule hala dimdik ayakta duruyordu, önünde fotoğraflar çektirdik.

1911 YILINDAN BİR SAHNE

O anda aklımızdaki zaman tünelinde 1911 yılından bir sahne canlandı. İtalyanların Libya’da Trablus’u işgal etmeleriyle birlikte Trablus’ta bulunan halkı ve Müslüman aşiretleri İtalyanlar’a karşı örgütlemek ve orada bir savunma hattı kurmak amacıyla Libya’ya gitme arifesinde olan genç Mustafa Kemal, arkadaşı Ali Fuat (Cebesoy) ile Beyaz Kule bahçesinde oturuyorlar. Mustafa Kemal’in üzgün ve düşünceli olduğunu fark edince:

“Sende bir şey var. Ne oldu?” diye soruyor arkadaşı

“Bir şey yok. Fakat son derece üzgünüm. Doğup büyüdüğüm Selanik acaba Türkler elinde kalacak mı Fuat? Ben, eğer Trablus’tan dönebilirsem, yine buralara gelebilecek miyim? diyor Mustafa. Sabaha kadar saatlerce dertleşiyorlar. 

Mustafa Kemal sonunda ayağa kalkıp iç çekerek:

“Ah, Selanik! Seni bir daha Türk olarak görebilecek miyim…” diyor.

Mustafa Kemal, doğup büyüdüğü, okullarında okuduğu, sokaklarında koşup çocukluğunu yaşadığı, aşık olduğu Selanik’te geçirdiği gecelerin sonuna geldiğinin farkındadır. Daha sonraları İstanbul’a geldiği günlerde Babıali’de bulunan Meserret Kıraathanesi’nde çocukluk arkadaşı ve ileride yaveri olacak Salih Bozok’u görünce çok duygulanacak ve gözyaşları içerisinde:

“Salih! Salih! Selanik’i, o güzel memleketimizi nasıl bıraktın? Düşmana niçin teslim ettiniz de buraya geldiniz? diyecek ve Selanik, Mustafa Kemal’in içinde daima hasretini çekeceği bir şehir olarak kalacak, daha sonraları 10. Yıl Nutku'nda "Keşke Selanik'i de misak-ı milli sınırları içerisine alabilseydik" diyerek bu şehrin önemini vurgulayacaktı.

Fransız gazeteci ve senatör Victor Berard, kendisinin de bizzat yaşadığı 1896’ların eğlence mekanı, çok sayıda Kafe Aman (Rembetiko çalınan müzikli kahveler), otel, lokal, tiyatro, meyhane, bar, bistro, lokanta ve gazinoların bulunduğu Selanik rıhtımı için şunları söylemiş: “Redingotlar, tuvaletler ve insanın içine işleyen müzik, Türk sazları, Çingene kemanları, Yunan ezgileri ve Fransız şarkıları geç vakte kadar gecenin sessizliğini yırtıyordu.”

Sahildeki mekânlardan Mediterranean Oteli’nin yerinde bulunan Mazlum Kahve, o zamanlar Jöntürkler’in en sevdikleri buluşma yeri, Mustafa Kemal’in de uğrak mekânlarından biriymiş. İstanbullu Yahudilerden olan Karakas Efendi, saz heyetiyle beraber orada çıkıp olağanüstü sesiyle şarkılarını söylermiş: 
“Selanik’te Bahar
Mazlum’un kahvesinde
Uduyla bir kara gözlü yar
Söyler amane“ 

G.Stambulis’e göre Mustafa Kemal, ayrıca Beyaz Kule’nin karşısındaki Terakki Kahvesi’ne çok sık gidermiş, Hamidiye Caddesindeki Parthenon kahvesinde bilardo oynar, sahildeki Nahmia’da rakı içermiş.

Bugün artık Yunanistan’ın ulusal müziği haline gelmiş olan Rembetiko’nun şekillenip yayılmasında Selanik’in de payı olduğunu hatırlatıp sahildeki mekânlarda o dönemlerde en popüler danslar olarak “zeybek, karşılama, çiftetelli, kasap havası, alegra ve hora’nın oynandığını da belirtelim.

Mustafa Kemal Atatürk, 2 Şubat 1938’de, doktorlardan siroz teşhisini duymasından bir hafta kadar sonra, Bursa Belediye Salonu’ndaki baloda ilk valsi bir bayanla bizzat açtıktan bir süre sonra orkestrayı durdurup “Zeybek” diyerek Sarı Zeybek’in çalmasını isteyecek ve o müthiş zeybek dansını Selanik’teki gençlik yılların hatırasına son kez yapacaktı…

HER DAİM CANLI KIYI ŞERİDİ

Bugünün Selanik sahilinde, belki eski dönem mekânlarının albeni ve çeşitliliği yok ama gene de restoran, kafe ve eğlence yerleri ile İzmir’in kordon boyunu andıran her daim canlı kıyı şeridi, vakit geçirmeye değer görünüyor. Bir kafede oturup soğuk frape içmenizi de özellikle tavsiye ederim. Yunanistan’da frape (ya da orijinal fransızca adıyla frappé) neredeyse milli içki Uzo’nun yerine geçmiş durumda ve Selanik’teki kafeler de gerçekten güzel yapıyorlar bu kahveyi. Genelde zaten Yunanlılar mevsimden bağımsız olarak soğuk şeyler içmeyi seviyorlar, sıcak içeceklere biraz uzaklar.

Sahilde dolaştığınızda fark edebileceğiniz üzere Selanik bugün genç nüfusu yoğun bir üniversite şehri. Yunanlıların Türk ve Yahudi mezarlıklarını kaldırarak bölgeye kurdukları Aristoteles Üniversitesi sebebiyle Selanik için sezonun sonbahar-bahar ayları arasında olduğunu, yazın ise ölü sezon sayıldığını belirtmekte fayda var. Bu arada sahilin bir tarafında Beyaz Kule yükselirken diğer tarafı da gene üniversite ile aynı ada sahip olan Aristoteles Meydanı’na çıkmakta. Bahsettiğim meydanı, İstanbul’daki Taksim gibi şehrin kalbi olarak sayabiliriz, çevresinde oteller, kafeler, dükkânlar, barlar, bankalar gibi birçok yer bulunan hareketli ve güzel bir bölge.

Bu arada Selanikliler’de nedir bu Aristoteles sevgisi derseniz,  Batı düşüncesinin Platon ile birlikte en önemli iki filozofundan biri sayılan kısa adıyla Aristo, Makedonya bölgesinde doğmuş ve milattan önce 384-322 yıllarında yaşamasına rağmen görüşleri halen geçerliliğini yitirmemiş önemli bir şahsiyet. Ünlü sözlerinden biri; “ Siyasetle ilgilenmeyen aydın insanları bekleyen korkunç akibet, cahiller tarafından yönetilmektir.” olmuştur.

Makedonya demişken, Selanik’te belediye binasının üzerinde Makedonya yazdığını da belirtmekte fayda var. Makedonya bu bölgenin genel adı, batısında aynı adla bir ülke de kurulmuş olmakla birlikte Yunanlılar’ın anlaşılan o ki, bölgenin tamamında söz hakkı iddiaları devam etmekte.

“YEDİ EJDERİN GÜCÜNE SAHİP ADAM ELİMİZDE”

Selanik sahili ve meydanlarında dolaşırken insan ister istemez bir asır kadar önce koca bir imparatorluğun tarihini etkilemiş olayların gölgelerini arıyor ve aklına 1908 yılının 24 Temmuz’unda Olimpos Oteli’nin 1. katındaki balkondan Enver Paşa’nın Jöntürk devrimini (II. Meşrutiyet) ilan ederek halka konuşma yaptığı geliyor. Enver Paşa’nın Harp Akademisi’nden sınıf arkadaşı olmasına rağmen aralarında rekabet ve bazı konularda fikir ayrılıkları bulunan Mustafa Kemal de o sırada salonda bulunmaktadır. Gene bundan bir süre sonra İstanbul’da meşrutiyete karşı çıkan bir ayaklanmayı (31 Mart vakası olarak anılmakla birlikte miladi takvime göre 13 Nisan 1909 tarihinde olmuştur) bastırmak için Selanik’ten 3. Ordu’nun, kendilerine katılan her tabiiyetten gönüllüler ile trenle Selanik’ten İstanbul’a gidip ayaklanmayı bastırması (ki Mustafa Kemal bu oluşuma Hareket Ordusu adını vermiştir) ve bu olayların nihayetinde devrilen II. Abdülhamit’in 28 Nisan 1909 tarihinde İstanbul’dan aynı trene bindirilerek Selanik’e sürgüne getirilmesini hatırlıyoruz. Operasyon tamamlandığında Mustafa Kemal rahat bir nefes aldıktan sonra evine gidip annesine, bir halk deyişine nazire yaparak “Ana, bir zamanlar yedi ejderin gücüne sahip olan adam elimizde, onu Alaaddin Efendi’nin evinde tutuyoruz” demiştir.

II. Abdülhamit 1912’de Yunan ordusu şehre girmeden önce İstanbul’a geri gönderileceği güne kadar Selanik’in ünlü simalarından banker, sanayici Dr. Moiz Alatini’nin köşkünde yaşamıştır. Alatini demişken Selanik şehrinin Osmanlı tarihindeki modernleşme ile ilgili işlevine de değinmek gerekir diye düşünüyorum, tarım, ipek ve yün dokuma, un değirmenleri, tuğla, kiremit ve bira fabrikaları yatırımlarının ilk bu şehirde genellikle de Yahudi tüccarlarca yapıldığını görmekteyiz. Gene daha önceki asırlardan da örnek vermek gerekirse Selanik’te 1512’de matbaanın kurulduğu (İbrahim Müteferrika’nın doğumundan 160 yıl kadar önce), ilk tütün tohumunun Amerika’dan deniz yoluyla Selanik’e geldiğini (1606) ve Yenice’de ekildiği de bilinmektedir. II.Abdülhamit’e azledildiğini bildiren 4 milletvekilinden biri olan Selanikli Emmanuel Karaso’nun (yazar merhum Bilge Karasu’nun babası) kuzeni İzak Karasu doktorluğu seçecek ve 1912 de  Selanik’in Yunanlılar’a bırakılmasından sonra İspanya'ya göç ederek Selanik’te yapımını öğrendiği ve bağırsak hastalıklarına iyi geldiğini bildiği yoğurdu 1919'da ilaç olarak geliştirip eczanelerde satmaya başlayacak, pastörize yoğurdu geliştirecek, daha sonraki gelişmeler ile oğlu Daniel’in ismini verdiği markadan bugün dünya sütlü ürünler lideri olan firma doğacaktır. (Katalanca’da Danon sözünün Daniel’cik anlamına geldiğini söylersek sanırım gerisini anlarsınız) 

Bu arada kaşar peynirinin de Selanik’teki bir beyaz peynir imalatçısının kızı Raşel tarafından bir gün beyaz peynir için hazırlanan büyükçe bir teleme kitlesini içinde kaynar su bulunan kazana düşürmesi sonucu kazara bulunmasının hikâyesi ilginçtir. Ortaya çıkan peynirin kızın babası tarafından beğenilerek, Musevi dininde yenilip içilecek maddelerin din görevlisi tarafından muayenesi gerektiğinden hahama götürüldüğü ve bundan tadan hahamın da pek beğendiği bu yeni peynire (Kaşer) yani yenilebilir dediği ve böylece adının da kaşer olarak kaldığı da tarihten bir sayfa olarak karşımıza çıkmaktadır.

SELANİK’TE ULAŞIM VE KONAKLAMA

Bu düşüncelerle caddelerde dolaşıp, Osmanlı’nın çağdaşlaşmada pilot şehri diyebileceğimiz Selanik’in bugün modern bir Avrupa şehrine dönüştüğünü görürken karşımıza çıkan toplanmamış çöp bidon yığın ve dağları bizi şaşırttıysa da, biz şehre gelmezden önceki günün Yunanlılar’ın Bağımsızlık günü ve resmi tatili olduğunu öğrendiğimizde sebep anlaşıldı.  25 Mart 1821’de Osmanlılar’dan bağımsızlıklarını kazanıp bir ülke kurmalarının üzerinden tam 190 yıl geçmiş. Zaten bir ertesi sabah caddelerin sabunlu suyla yıkandığını görünce rahat bir nefes aldık ve biz Türkler’in klasik sözüyle “Nerede bu belediye” demekten kurtulduk.

Selanik’te ulaşım konusuna gelirsek taksiler ve otobüsler hayli ucuz, ancak bizim açımızdan pek alışılmadık iki husus var. Birincisi; bizim başımıza gelmedi ama taksilere bindiğinizde şöför ikinci bir yolcu alırsa sakın şaşırmayın, çünkü buna hakları bulunuyormuş, yani bizim dolmuş kültürü orada taksilere de sirayet etmiş. İkincisi; ise belediye otobüslerinde şöför tüm kapıları açıyor ve istediğinizden binip biletinizi otobüsün çeşitli yerlerindeki kutulara okutuyorsunuz, yani şöför sizin biletli olup olmadığınızı kontrol etmiyor, sadece kendi işini yapıyor. İnşallah bu beyan sistemi, yani bir anlamda devletin vatandaşına güveni bizim coğrafyamıza da uğrar diye temenni ediyor insan. Tabi bu güvenin arkasında biletsiz binme ve yakalanma durumunda verilecek cezanın yüksekliği de (500 euro ve 1 ay içinde ödenmezse hapis cezası) rol oynuyor mu (bazı duraklarda kontrolör de biniyormuş otobüse), işin o tarafı da sosyologların konusu diyerek Selanik’te kaldığımız otelden bahsedeyim biraz.

Merkeze yakın bir konumda, Aristoteles meydanına yaklaşık 1 km mesafedeki Holiday Inn Oteli’nde kaldık. Pek bir yer görmüyordu ama temiz ve odaları rahat bir otel olarak tavsiye edebilirim. Classical Makedonia Palace gibi daha sahile yakın bir otel de bulabilirsiniz, muhtemelen oda fiyatları biraz daha yüksek olacaktır. Tren istasyonuna da yakın olan Holiday Inn’in yan tarafında Yunan yemeklerine alışamayanlar için bir tavuk dönerci olduğunu, güzel kalamar yaptığını da ekleyeyim. Gene hemen arkasında bir Carrefour market bulunduğunu, daha önceki yurtdışı seyahatlerden kalan bir alışkanlıkla, meraktan gidip ürünlere ve fiyatlarına baktığımı da söylemekte fayda var. Yunanistan’da fiyatlar, bazı ürünlerde aynı seviyede ama genelde belki de ülkedeki ekonomik krizin sebebiyle olsa gerek bize göre daha ehven gibi.Sadece benzin fiyatlarının bizimkiyle aynı olmasına şaşırdım, onlar da benzini bir vergi aracı olarak kullanmayı mecburen öğrenmişler sanırım. Komşu Bulgaristan’da ise düşük vergiden dolayı çok daha ucuza benzin almak olası.

Bu arada marketlerde ve genele de yayarsak dükkanlardaki tezgahtar, kasiyer ve diğer çalışanların yaşlarının bizdekilere göre çok yukarılarda olduğuna dair bir tespitim oldu.  Bunu, Avrupa birliği ülkelerinde genel nüfus ve emeklilik yaşının ileri olmasının yanı sıra iş iştir felsefesinden hareketle bu tür mesleklerin de kişilerce yadırganmamasına da bağlayabiliriz herhalde.

TAVERNA VE YEMEKLER

Otele yerleşmeden önce rehberimiz gece için taverna programına katılmak isteyenlerin isimlerini aldı, rezervasyonu Selanik’in lokal (yani Yunanlılar’ın da eğlenmek için gittiği) en büyük 2 tavernasından birinde yaptıracağını da belirtti. Genelde önceki tur deneyimlerimizden rehbere bağlı kalmanın turiste hem fiyat hem de diğer açılardan avantaj sağladığına pek şahit olmadığımızdan, kendi programımızı yapmayı ve önceden belirlediğimiz mekânlara gitmeyi tercih ettik. Taverna kültürünü müzik ve leziz yerel yemekler eşliğinde yerinde görmek için mekânına göre kişi başı yaklaşık 30-60 euro gibi bir rakamı gözden çıkarmanız gerekiyor.

Yunan yemekleri genelde bizimkilere benzemekle (hatta bazılarının adları da aynı veya benzer: musakka, dolmaki, cacıki, fava, börek, salata, baklava vs) birlikte, sebze ağırlıklı ve her daim zeytinyağının kullanıldığı bir mutfak olduğunu da belirtmek lazım. Bu yemeklerdeki zeytinyağı hususu tabii biraz buna alışmamış olanların midesini bir miktar zorlayabilir, o yüzden yemek seçerken dikkatli olmakta fayda var. Özetle, yemeklerimiz benzemekle birlikte ağız tatlarında farklılıklar var.

Bu arada hafta sonu yapılan için bir gezi için belki vakit bulamayabilirsiniz ama birkaç günlük bir seyahat yapmanız halinde Selanik’te görmeniz gereken diğer yerler arasında; yan yana olan ve Avrupa’da çeşitli ödüller almış olan Arkeoloji ile Bizans müzelerini,  Hipoddrome (antik harabeler), Vladoton Manastırı, Kapani ile Modiano çarşılarını ve alışverişten geri kalamayanlar için de 200 dükkanlık bir mega alışveriş ve eğlence merkezi olan ve içinde Aya Sofya’yı andıran bir kilisenin de bulunduğu Mediterranean Cosmos’u da sayabiliriz.

Yorucu bir günün sonunda otelde güzel bir uyku çekip sabah kalktığımda, kendimi yeniden şehrin sahilinde buldum, kahvaltıya kadar biraz dolaşıp fotoğraf ve video çekimi yaptım, Selanik’le kendimce vedalaştım. 

Kahvaltımızı ettikten sonra saat 9.30 gibi otobüslerimize binip otelden ayrıldık. Selanik yavaş yavaş arkamızda kalırken içimizde bir hüzün ve dilimizde eski zamanlardan, Mustafa Kemal’in de sevdiği bir Selanik türküsü’nün ezgisi kaldı…
Bir fırtına tuttu bizi, deryaya kardı
O bizim kavuşmalarımız a yarim mahşere kaldı…”

KAVALA

Dönüş yolculuğunu İskeçe, Kavala ve Dedeağaç üzerinden yaptık. Özellikle Kavala’da (Yunanlılar, bu şehrin adını değiştirmemişler) verdiğimiz uzun molada Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın evini ve hemen karşısındaki devasa heykelini (adına bir sokak da var) ve Kanuni’nin Pargalı İbrahim Paşa’ya yaptırdığı su kemeri gibi tarihi mekânları görmek ilginç oldu. 

Genel hatlarıyla Kavala, gerçekten de güzel bir sahil kenti olarak gözümüze çarptı. Oraya gidip deniz ürünleri yememek de olmaz, dolayısıyla sahil kenarındaki bir restoranda kalamar, jumbo karides ve greek salata’dan (bildiğimiz salataya bolca beyaz peynir ve soğan eklenmiş) oluşan bir menüye gayet uygun bir fiyat ödedik. Bu arada sahilin bazı yerlerinin Antalya Kale İçi’ni andırdığını da belirtmek lazım, çektiğimiz fotoğrafları görenler de aynı şeyi söyledi.

Bu arada şehrin çıkışına “Konstantinopolis 460 Km” levhasının iliştirilmesi de unutulmamış.

Kavala’dan sonra uğradığımız Dedeağaç (Alexandroupolis) da villa tipi bahçeli evleriyle sevimli bir sayfiye şehri idi. İpsala’dan Türkiye’ye giriş yapıp, akşam yemeği olarak Tekirdağ’da bir köfte molası da verdikten sonra, gece onbire doğru yorgun ama güzel bir hafta sonu geçirmiş olmanın verdiği keyifle evlerimize vardık.

Başka yol serüvenlerinde buluşmak üzere sağlıcakla kalın…

Kaynakça:
Mustafa Kemal- Hristos K.Hristodulu- Telos Yayınları, 2008
Elveda Selanik- Leon Sciaky- Varlık Yayınları, 2006

 
Toplam blog
: 17
: 487
Kayıt tarihi
: 22.03.16
 
 

Okur yazar, Kadıköy'lü... ..