Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

24 Nisan '18

 
Kategori
Kitap
 

Vay be, Ne Aşkmış !

Vay be, Ne Aşkmış !
 

Yeni Kitap


İyi de var mı böyle aşk diyecekler. Ben de uyduruyorum zannedecekler. “Hadi canım “diyecekler veya kalbine güvenemeyecekler. Samimi söylüyorum okumayın. Okumayın canım bu yazdıklarımı, çünkü gelecekte gelecekler hiçbir zaman gelmeyecekler. Gelenler ise sizi hiçbir zaman böyle bir aşk ile sevmeyecekler. Dahası tokuz böyle aşklara diyecekseler vay halimize, vay ki vay…
Yani yıl 1919 biz daha dünyada yokuz. Sizi bilmem ama en azından ben yokum. Yani sanırım birçoğumuzun hikâyelerden ve tarih kitaplarından duyduğumuz zamanlar o zamanlar. Olayı biraz daha anlayabilmeniz için, özür dileyerek sizlere o zaman ki durumu kısaca özetlemeye çalışacağım. O tarihlerde bilgisayar, internet, cep telefonu, kredi kartı vb… gibi çağımızın bize sunduğu imkânlar yok. Yani birçoğunuza göre hiç bir şey yok sanabilirsiniz. Evet, haklısınız. Mezhep ve din savaşlarının yanında tarihsel ayrışmalarda yok. 
Yani insanların dertleri, var olma mücadelesinden başka bir şey değil. Aksine bir ortak tarihi olan ulusun İzmir’de Hasan Tahsin’le başlayan kurtuluş mücadelesinin içinde gizlediği dramatik, bir o kadar da destansı hikâyeleri var. Açlık, sefalet, yokluk, ölüm, kan ve can pazarı var. O pazarda dilim dilim parçalanan bir ülke ve bir birliktelikten doğan, akıl almaz bir mücadele de var. Benim varoluş hikâyem ise okuduktan sonra “vay be ne aşkmış !” diyeceğine emin olduğum, o döneme ait tuhaf bir sevda hikâyesinden başlar.
1.Dünya Savaşını kaybeden itilaf devletleri ağır yaptırımları içeren anlaşmaları imzalamak zorunda bırakılmıştı. Osmanlı İmparatorluğu paylaşılmaya başlanmış, halk ise küçük direnişlerle bu olaya başkaldırmaya çalışıyordu. Düşünsenize; ölmek için yalvaran bir toplumun tutsaklığa mahkûm edilmiş olması bile bence olayın ne kadar vahim olduğunu anlatmaya yeter de artar bir sebepti. Emperyalizmin her zaman yaptığı işi bir kez daha Türkler üzerinde oynayıp diğer devletlerden topladığı devşirilmiş asker ve milletlerle topraklarımızı işgal ederek ilk önce bölüp sonra köle olmaya razı edecekler ve diğer nesiller böyle yaşayacaklardı. Yani mesele “ölüm kalım” meselesiydi ve ortam bir hayli karışıktı. Kimin hangi akla hizmet ettiği pek bilinmiyordu. Durumun böyle olduğunu bilerek isterseniz yavaş yavaş başlayalım hikâyemizin içine girmeye…
Hikâyemizin başkarakterini tanıştırmama izin verin lütfen. Adı Esma. Kim mi? Esma sonraları benim büyük büyük babaannem olacak lakin o dönemlerde daha yeni yeni serpilmeye çalışan çocuk diyebiliriz. Ben bu hikâyeyi birçok kez defalarca dinledim. Hem de büyük annemin yatağının başında beni yaşlılıktan tanımayışına aldırmadan başka biri gibi olana kadar defalarca dinledim. Her dinlediğimde ise gurur ve ağlamak arasında kaldığım anlarım çok olmuştur.
Bir hikâyeye başlamadan önce hikâyenin içine girmeye çalışmak, kim kimdir, olay nerede, nasıl oluyor gibi sorulardan dolayı birçok kitabı başlangıçta bıraktığımı bildiğimden sizi fazla detaylara boğmadan ve sıkmadan olayın genel hatlarını çok sade ve akıcı bir dil ile anlatmaya çalışacağım. Benden size küçük bir tüyo, isterseniz kendinizi bu olayların baş aktörü olacak olan Esma’nın yerine koyarsanız, bu hikâyenin daha sonraki safhalarında tuhaf bir kaderin çizdiği yoldan ilerleyip hiç görmediğiniz bir adama tutkuyla âşık olacağınızı ve benim büyük babaannem olacağınızı söylemeden edemeyeceğim. Olayı baştan kafanızda oturtmak için kısaca özetlemek gerekirse o zor dönemlere yani savaşın en kızgın günlerinde Kurtuluş Mücadelesinde Yunan kuvvetlerinden kaçırılıp güvenli bir bölgeye gönderilen Esma, hiç tanımadığı bir başka Esmanın yerine geçmek zorunda kalır. Derken bir gün babasından mektup beklerken hiç tanımadığı cephedeki bir adamdan aşk mektubu alır. Sonrasında yerine geçtiği Esmanın kimliğine bürünerek cephedeki bu kişiyle mektuplaşmalar başlar. Arkasına Vatan Mücadelesi gibi imkânsız görülen bir aşk hikâyesi başlar. Olaylar ise giderek tuhaflaşır. Tuhaflaştıkça karmaşıklaşır. Bence bu kitaba başlamadan önce mendilini yanına almanda fayda var gibi geliyor. Şimdiden iyi okumalar…
Kısaca Esmayı tanımak gerekirse, Esma o dönemlerde on altı yaşlarında toprak ağası bir babanın, Fransa’da okutulmuş oldukça varlıklı büyük ve ileri gelen ailenin küçük kızıdır. Babasının soyu Osmanlı Sarayına dayanan bir sülalesi vardır. Abisi Cemil, babası İsmail Efendi ve bir dadısından başka konaklarında iki hizmetli ve seyisleriyle birlikte yaşamaktadır. Annesi beş yıl önce o zamanlar ecel diye adlandırılan, şimdilerde kalp krizi denilen ani bir hastalıktan otuz üç yaşında iken ölmüştür. Bir sabah kalktıklarında annesi artık yaşamamaktadır. Annesi yatağında gözleri kapalı nurlu yüzüyle “hayırlı sabahlar anne” diyen Esmaya cevap vermeyince olay anlaşılmış, Esma eliyle bu olaya itiraz edercesine annesini sallasa bile olayın hazin sonunu değiştirememişti. Oysa annesi o akşam şakalaştıktan sonra kucağında saçlarını sevmiş ve ona o güzel sesiyle son ninnisini söylemişti. Babası İsmail Efendi ise daha sonra evlenmemiş, belli etmese bile sanki içten içe ölen eşinin yasını sevgisiyle beraber yaşamıştı. Babası ve annesi büyük aşk ile imkânsızlıklar içinde bir araya gelmiş iki farklı sınıfın insanıydı. Babasının ikinci eşi olan annesi ve babasının ilginç bir hikâyesi vardı. Babası İsmail Efendinin ailesinin görücü usulü evlendirdiği ilk eşi o dönem Bursa’nın ileri gelen diğer bir ailesinin kızıymış. Ailelerin istediği bu izdivaçta evliliklerinin ilk yılı eşi vereme yakalanmış o zamanın eldeki imkânları ile kurtulması için büyük çaba sarf eden aileler kendisini yaşamamıştı. Babası İsmail Efendi yirmi üç yaşındayken dul kalmıştı. İlk eşinden çocuğu olmayan İsmail Efendi bir süre olayın etkisinden evlenmemişti. Fakat yakışıklılığı dillere destan bu adamın peşinde çok kadın olmasına karşın kesinlikle kimseye yüz vermeyen evinden işine, işinden evine bir yapısı vardı. Şeytanın işinin gücünün olmadığı o gün yani babası tam otuz yaşına girme depresyonunun arifesinde iken annesi arkadaşlarıyla İpek handaki dükkânından ipek kumaş almak için geldiğinde babası tarafından çok beğenilmişti. Babası, annesi kumaşı sırf kendi dükkânlarından alsın diye maliyetine yakın fiyatlarına verdiği için akşam kendi babasından fırça yemeyi bile göze almıştı.
-“Bu yeşil size çok yakışacak hanımefendi. Gözlerinizin renginden biraz daha açık bir renk olduğu için gözleriniz ön plana çıkacak diye düşünüyorum.”
-“Teşekkür ederim beyefendi de benim derdim gözlerimi öne çıkarmak değil ki!”
-“Ama çıkmalı bence hanımefendi, bana güvenin bu kumaş size çok yakışacak. Hem alacak iseniz elimde az kaldığı için size özel bir indirim yapacağım.”
-“Peki, tamam ne kadardan yapacaksınız okkasını?”
-“Siz kaçtan derseniz ondan yapacağım hanımefendi”
Evet, gerçekten bu olaydan sonra babası rahmetli annesi ne dediyse, ne istediyse onun istediği gibi yaptı. Onun bir kerecik dudaklarının düşmesine ve üzülmesine izin vermedi.
Annesi de bu yakışıklı ve zarif beyin kendisine ilgisini anlamış olaya duyarsız kalamamıştı. Herkesin bildiği gibi ne kadar inkârcı olsa da aşk, karşılıklı gelişen sür realist bir eylemdi. Çok geçmeden aralarında mektuplaşmalar ve tutkulu bir aşk yaşanmaya başlamıştı.
Zamanında annesinin o dönem Bursa'da yaşayan bir Rum ailenin kızı olması yanında aralarındaki on yaş farkı da problem yaratmış, babasının ve annesinin ailesi bu evliliğe onay ilk önce vermek istememiş diye biliyorum. Buna rağmen babası, direnerek evlenmek için inat etmiş sevdiceğini kaçırarak evlenmiş ve nihayet sonunda başarmıştı. İlk zamanlar annesi, kayınvalidesi ve kocasının ailesinden çok çekmişti. Sonra babası bu işin önüne geçmek için evini ayırmış, daha mutlu olabileceklerine inandığı başka bir eve yerleşince, babasının ailesi, yaptıkları hatadan abisi Cemil doğunca dönmüşler bir süre sonra da bu yaşadıkları konağı evin bir tek oğlu olan babası İsmail Efendiye bırakmışlardı. Fakat kader mi dersiniz bilmem ama annesinin bu rahat hayatı fazla sürmemişti. Ecel annesini çocuklarından eşinden ve bu güzel dünyadan bir Nisan sabahı şaka yapıyormuş gibi ayırmıştı. O yüzden mi bilinmez Esma babaannem ömrü boyunca baharı hiç sevmezdi. Ona doğanın tekrardan uyanışı aslında bir ölüm ardında yaşadıklarını hatırlatırdı.
Esma, annesinin ölümünün kötü etkilerini atlatması biraz uzun sürmüştü. Ama her nihayetinde bu kabullenilemez durumu ailesinin diğer üyelerinin ve özellikle dadısı Ayşe Hatunun desteğiyle atlatmıştı. Esmanın günleri kitap okuyarak, dikiş iğnesini eline batırmadan nasıl dikiş yapılır konusunda ihtisas sahibi dadısından azarlar ile nakış öğrenerek, piyano çalmaya çalışarak, bazen de erkek abisiyle önceleri yaptıkları alışkanlıktan kaynaklanan boğuşmalarıyla geçmekteydi. Dadısı, arkalarından şov yapan güreş ağası misali çığırtkanlık yapar ve bazen avazı çıktığı kadar bağırırdı. O bağırdığı zaman babasının evde özel davetler için Avrupa’dan getirttiği kristal cam bardaklar bile sanki korkudan sallanırdı. 
-”Sizi gidi haylazlar sizi, koşup durmayın siz abi kardeşsiniz niye dalaşıp durursunuz, maazallah bir şey olacak bir yerlerinize çabuk herkes dersinin başına mari!” diyerek sesini yükseltirdi. Dadısının ilginç gelebilecek bir aksanı ve konuşma şekli vardı. Zira inadından ve beyaz tenli olmasından olsa gerek ona arkadaşları lakabıyla kökenine uygun bir tamlamayla Arnavut Ayşe derlermiş. Çok mu çok inatçı, Esmanın annesi gibi merhametli bir kadınmış. Lakin Esmanın annesinin narin ve ince yapısı yerine dadımızın iri kıyım ve uzun boylu bir cüssesi varmış. 
Evet, bir gün bizim Esma abisinin uyuduğu bir anda bahçeden kopardığı bir çimenin siyaha boyayan polenleriyle abisine bıyık yaparken, uyanan abisi tarafından kovalanmaya başlamış ve bu kovalamaca sonucunda merdivenlerden aşağıya bir top gibi yuvarlanmış. O an abisi dadısı ve evdeki diğer hizmetliler donakalmış, yine abisi yattığı yerden kardeşini kaldırarak,
-”Esma bir şeyin yok ya kardeşim. Özür dilerim” diyerek ağlamaya başlamıştı.
-“Bıyıkta yakıştı abi, biraz erkek oldun” dedikten sonra gülüşmeler bu büyük evin şekilli tahta tavanlarında yankılanmıştı. Tabi ki bütün haylazlıklar ve haşarılıklar baba gelene kadardı. 
Zira abisi ile annesi öldükten sonra daha da birbirlerine bağlanmışlar, lafın tam tabiriyle beraber ağlayıp beraber gülmüşlerdi. Geleneksel olarak iki ayrı cinsiyetteki insanın farklı yetiştirilme tarzları olsa da sonuçta onlar kardeştiler ve bu kan bağlılığının üzerine bir de annelerinin yokluğu eklenince, arada dalaşsalar da birbirleri için vazgeçilmezdiler. Babaları İsmail Efendi eşi öldükten sonra içine kapanmasından olsa gerek disiplini daha da fazla arttırmıştı. Aslında olması gerektiği gibi çocuklar babalarından çekinirlerdi. Olaylar iyice çığırından çıkmadan gerektiği yerde tavrını koyup en çözümsüz anları bile idare etmeyi çok iyi bilirdi.
Esmanın ise hayatı daha erken yaşlarda büyük acıları tatmasından olsa gerek, o gün ve ondan sonraki günler hiç bir zaman ne olursa olsun her zorlukta sapasağlam ayakta kalmayı başarmıştı. Lakin annesi olsaydı da böyle zorluklarda “Tamam kızım bir şey yok, bak geçti” deseydi. Maalesef, artık annesini kulakları gerçek bir ses olarak hiç bir zaman duyamayacaktı. Annesini her yatağa yatışta çok özlemekte, “benim prensesim” diyerek başını okşadığı, hayali bile güzel o günleri aklına getirmekteydi. Şans işte annesi yanında olsaydı keşke!

 
Toplam blog
: 7
: 168
Kayıt tarihi
: 17.02.18
 
 

1976 Ağustos ayının başlarında gözlerini açmıştır. Okul hayatını İstanbul'da tamamlamıştır. Elekt..

 
 
 
 
 
Toplam blog
: 7
: 168
Kayıt tarihi
: 17.02.18
 
 

1976 Ağustos ayının başlarında gözlerini açmıştır. Okul hayatını İstanbul'da tamamlamıştır. Elekt..