- Kategori
- Doğal Hayat
Virüsle Kırsal Yaşamın Önemi
Kırsal yaşam alanı, doğanın verdiği olanaklarla yaşamın sürdürülebilir olduğu yerlerdir. Kırsalda teknoloji ilkel ya da gecikmeli ulaşılır. Üretim endüstriyel değil tarım ve hayvancılıkla yapılır. Bazı insanlar da bu üretimi sadece kendi yaşam döngüsü için uğraş edinir.
Kırsal alan tanımı ile taşrayı uzak tutuyorum. Çünkü taşradaderecelendirme vardır, idari bir tanım vardır. Hatta dışlamaya yönelik anlamlar içerir. Benim sözünü ettiğim kırsal alan: kendi seçtiğin, özlem duyduğun, kalabalıkların yükünden, hatta kendi ağırlığından kurtulduğun doğayla içi içe yerlerdir. Kırsalda yaşam dingin ve yavaş seyreder. Toprağın, suyun, havanın kadim bir sabrı vardır. Hayvanların da öyle ve insan da zamanla bu sabrı edinir. Doğaya saygılı olduğun sürece doğa sana bir sorun yaşatmaz. Doğayla bir bütünlük içinde uyumla yaşar gidersin. Kırsalda kendi özel alanın çok geniştir, yalnız gibi görünürsün ama imece vardır; birlik ve dayanışmanın gücüyle birçok sorun aşılır.
Ülkemizde bir zamanlar nüfusun yüzde yetmişi, köy ve kasabalarda yaşıyordu. Çoğunluk ordaydı ama kalabalık değildi. Telaşsız, dengeli, doğal bir yaşam vardı. Ticari rekabet, risk yoktu; ne ekersen onu biçerdin. Güneş, toprak, su ve insan doğanın çok değerli elementleriydi. Bu dördü Aşık Veysel’in dediği gibi. Et verdi, süt verdi, ekmek verdi; usul usul hem kendini besledi hem şehirlerimizi.
Üreten köylü bir yıllık buğdayını ambara koyar. Yazdan sebzesini kurutur. Armuttan, elmadan hoşaflık kakını, üzümünü, incirini, eriğini kurutur. Yazın, güzün bereketiyle yağını, peynirini derilere basar. Bir yıl boyunca kimseye ihtiyaç duymadan beyler gibi yaşar.
Evet orda kilim dokurlar; aşklarını desen yaparlar, acılarına türküler yakarlar; demez mi Bedri Rahmi, ne zaman bir köy türküsü duysam şairliğimden utanırım, diye.
Evet su kadar aydınlık bir Türkçeyle, hikayeleri, masalları anlatarak büyütürler çocuklarını. Şiirler, maniler okurlar sevdiklerine. Kırsalda yaşam aslında bir masal ülkesi gibi uzak, yüzümüze değen rüzgar gibi, güneş gibi yakındır.
Ve doksanlı yıllarda oldu ne olduysa, her şey birden bire oldu. Nüfus piramidi tersine döndü. Şehre göç başladı. Arkalarında tarlalar, ölü toprağı gibi uzayıp kaldı.
İnsanlar zamanla şehrin konfor ve istikrarına alıştılar. Ama birbirine kayıtsız, kalabalık içinde yalnızlığı yaşamaya başladılar. Baş döndürücü bir hız ve rekabet girdabına kapıldılar. Kalabalıklar, kuyruklar, stres, hava kirliliği derken daha ilk kuşak, tam şehirli olamadan yoruldu, yıprandı. Çocuklarımız böyle bir dünyanın içinde buldu kendilerini. Doğal yaşamdan bihaber, betonların arasında sıkışıp kaldılar.
Gürültü, kalabalık, stres çağın hastalığı oldu. Ardı arkası kesilmeyen salgınlar gelmeye başladı. Kuş gribi, domuz gribi derken şimdi de küresel bir korona virüsümüz oldu. Çin’de bulaşan virüs birkaç saat sonra başka başka ülkelere ulaştı. Oysa doğaya uygun hareket ettiğimiz dönemlerde doğa bizi koruyordu. Örneğin Çin’deki bir hastalık baharat yolunda kervanların altı aylık yolculuğu sırasında bitiyordu. Çünkü hastalık kapan varsa o zaten yolda ölüyordu. Ülkesine sağlıklı olanlar ulaşıyordu. Tekrar kervanlı zamanlara dönecek değiliz ama doğaya aykırı her harekete doğanın vereceği bir yanıt var.
Şimdi her şey birden bire oluyor. Bilgi, ulaşım, hastalıklar her şey birden bire. Hem iyi hem kötü. Bütün dünyada insanlar virüs yüzünden dev insan ambarları dediğimiz evlerine kapandılar. Sokaklar boşaldı. Bir aydır pencerelerden bakıyoruz dünyaya.
Bu dönemde bana göre kırsal yaşamın önemi arttı. Belki de çoğunuz bundan sonra bir “b” planı olarak kırsal yaşamı bir kenarda tutacak. Çoğumuzun zaten kırsal alanla kestiğimiz veya kesmediğimiz geçmişe dair bir bağlantısı var. Çoğumuz o geçmişi hayal ettik, “ Şimdi keşke köyümde olsaydım. Dağda bayırda, kalabalıklardan, virüsten uzak; sakin, sessiz, dolaşsaydım,” dedi. “Şimdi tam da bahar ayları: kuş sesleri mis gibi, kokan papatyalar, menekşeler, sümbüller, şifalı otlar; şöyle kendimi kırlara bir atabilseydim,” dedi. Olanağı olan gitti. Odun sobasını yakıp bir nefes aldı. Çoğumuz da kaldı tabi.
Onlar, “keşke yıllar önce terk ettiği baba ocağına kendini bir atabilseydim” dedi. Doğduğun topraklar seni hep çağırırdı zaten. Bu çağrı içinde bir bomba etkisi yaratıyor şimdi, biliyorum. O ses şimdi o kadar çok yürekten çağırıyor ki seni… O sese kulak verip dönersek sıla-i rahime dönmüş olacağız ve bu giden için de kırsalda seni bekleyen için de çok büyük bir bahtiyarlıktır olacak.
Evet, kendi yazdığım sıla-i rahim şiirlerimden birinin sadece iki dörtlüğünü okuyarak konuşmamı bitireceğim:
Dağ dediğin koca bir Yörük
Memleket annemin bastığı her yer
Anımsar mı bilmem omzuna kuşlar konan babamı
ardıcın pürcü, rüzgârın sesi
karların duman olup dağlara yürüdüğünü.
Ası sabahlarda ilk annem avuçlardı suda hamuru
ilk annem sunardı çocuklarına ekmeğin ve ateşin kokusunu
Ta kaf dağının ardından hızır gibi duydum da geldim o kokuyu.
O mübarek ellerinden, nur yüzünden öperim anne.
Halil erdem
TRT Antalya Radyosu Çarşamba konuşmalarımdan.