Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Temmuz '12

 
Kategori
Deneme
 

Vişne ağacı

Vişne ağacı
 

Herkese, ama aslında en başta da kendime uzun yıllardır söylediğim bir yalanın, dün bir kez daha farkına vardım. Neredeyse Rusya'ya ayak bastığım ilk günden beri üzerimde bir ağırlık gibi taşıdığım ve ne yaparsam yapayım bir türlü kurtulamadığım, 'Ertesi günü memlekete dönüyorum'' hali vardır.

Bizimkiler,

''Neden bu çocuk bütün işini gücünü bıraktı da taa oralara gitti acaba?''

diye bazı zamanlarda içlerinden, kimi zamanlarda da yüksek sesle sorarlarken, ben ise gayet sakin bir şekilde ve sanki sabahları sadece biraz daha uyuyabilmek için çalar saatini on beş dakika sonrasına kuran bir adamın ifadesi ile,

''Azıcık daha işim var, bitsin sonra hemen memlekete dönüyorum''

derdim hep.

Bahçeye çıktım, söğüdün gölgesindeki bahçe salıncağına oturdum. Bu arada söğüt deyip de geçmemek lazım. Sözü geçen söğüt; koruluğun kenarına mahalle kurup ardından da, ''Aman o fırtınalarda devrilip evin çatısını falan kırar mazallah'' dedikten sonra yıllardır orada yetişmiş ağaçları kökünden kesip, kendilerini Rusya'nın ortasında Arabistan çölü gibi ağaçsız, kupkuru bir yerde oturmaya mahkum eden komşularımdan kurtarabildiğim tek büyük ağaçtır.

Daha ben buralarda yok ve Türkiye'de öğretmenim çarpım tablosunu bana ezberletmeye çalışırken, o söğüt birilerini yaz aylarında gölgesinde ağırlıyordu muhtemelen.

Neyse, oturmuş türlü çeşitli hayaller kurarken bir de baktım ki bahçedeki vişneler tam da rengini bulmuşlar. Bir avuç topladıktan sonra, yıkamak ve temizlemek gayesinden çok, soğutup tadını daha iyi çıkartabilmek için musluğun altına, buz gibi akan suya tuttum.

Çehov'un 'Vişne Bahçesi'ni ilk defa, daha ortaokul yıllarında Üsküdar Doğancılar'daki tiyatroda seyretmiştim galiba?'' diye düşündüm. O zamanlar onlu yaşlarının ortasında olan ben, bir gün koskoca Sovyetler Birliği'nin devrinin kapanacağını, benim de oralara gidip yaşayacağımı değil düşünmek, aklımdan bile geçirmezdim.

Sovyetler Birliği... Ben arkadaşlarımla Salacak'ta top peşinde koşarken kuzeydeki büyük komşu(!), boğazdan geçen ve güvertesinde kimsenin olmadığı tankerleri ve şilepleri, Kızıl Ordu'su, her yerde kitap okuyan yoldaşları ve uzaya gitmiş insanları olan bir büyük devletti. Doğal olarak, dostu kadar da düşmanı vardı, yani seveni kadar sevmeyeni de. Ama benim için hepsi o kadar, çocuk aklımla ne daha fazlası ne de azı.

Rusya'ya ilk geldiğim zamanlarda ben de herkes gibi kiracıydım. Aman allahım, ne zordur o kiracılık? Hayır parasından değil, ev sahibi yasal sözleşme yapmaz, yapsa da polise bildirip senin pasaportuna kaşe vurulmasına yardımcı olmaz. Gider başka yerlerde tanımadığın adamlara, olmadık komisyonlar ödersin ki, pasaportuna ne kadar anlamlı olduğu tartışılır bir mühür vurulabilsin. Bilmeyene anlatılır 'dert' değildir. Geldiğine geleceğine pişman olmana neden olan 'En temel 101 Rus İşkencesi'nden belki de birincisidir.

Evlerini yabancılara kiraya verenler de genelde bu evsahipleri familyasının en cinlerinden olurlar. Suratsız, paragöz ve dediğim dedikçilik, en belirgin karakter özellikleridir.

Hani şimdilerde memlekette kentsel dönüşüm diye ağızlara pelesenk ettiğimiz bir kavram var ya, işte Çeboksar'da da bundan 6-7 sene önce tam da böyle bir durum söz konusu olmuştu.

Yıllardır şehrin sınırlarında yaşayan Çingeneler, Moskova Oblastı'na biraz da zorunlu olarak giderlerken, bıraktıkları bölge imara açılıyordu. Artık nasıl olduysa, hangi masada kulağıma çalındıysa, ''Hadi'' dedim kendi kendime, ''Bu sefer aldım aldım, yoksa ömrübillah kiracılığa devam.''

Çuvaşların komşusu da olan, Marilerin yaşadığı Mari El Cumhuriyeti'nin başkenti Yoşkarola'ya doğru güzel güzel akan nehirler ve etrafında da çam fidanlıkları vardır.

Evi aldığım yaz, uzun gündüzlerin olduğu bir akşamüstü, anayoldan arabamı toprak arayola sokup, ardından da bir kaç yüz metre gittim. Bagajı açıp küreği çıkartırken, bir yandan da çevreyi kesiyorum. Fidanları sökerken yakalanırsam ''Ben yabancı, anlamaz'' yapacağım, yok dönüş yolunda enselenirsem de o zaman da ''Arkadaşım bahçesinden bana fidan verdi'' diyeceğim ama, ne olursa olsun enseyi ele verdiğimde biliyorum ki bu bana oldukça tuzluya patlayacak.

''Eh madem biliyorsan, niye girip de bir fidanlıktan iki tane ağaç almadın o zaman?'' derseniz de, ''Maceranın dayanılmaz çekiciliği ve adrenalin'' diye yanıtlar,''Zaten macera sevmeyen adam kalkıp da Rusya'lara gelir mi?'' diye de sorarım...

Yine de sonradan fidanlık çalışanlarını da mağdur etmeyip vişne, erik ağaçları da almıştım. İşte ; Zenginlerin ve aristokratların, devrimin ayak sesleri olarak da algılanabilecek bir biçimde gittikçe yoksullaşarak emekçi sınıfa kaptırdıkları vişne ağaçları ile dolu bahçelerinin hikayesi olan Çehov'un Vişne Bahçesi'nden, Rusya'daki kendi vişne bahçeme gelişimin kısa öyküsü.

Buz gibi olmuş vişneleri mideme indirirken, benim yalanımı ortaya çıkartan; beş altı yıl öncesinin vişne fidanlarının, bugün üstünden meyvelerini topladığım ağaçlar haline gelmesinden daha somut bir gösterge olabilir mi acaba diye de düşünüyorum.

''Yarın, olmadı öbür gün, en geç haftaya, diyelim gene dönemedim o zaman, en son gelecek ay başında Türkiye'ye dönüyorum''

diyerek benim her gün hem kendimi hem de başkalarını kandırmaya çalışmam, acaba daha ne kadar sürecek dersiniz?

 
Toplam blog
: 344
: 1122
Kayıt tarihi
: 22.07.09
 
 

Okur yazarım. Okur yazarlıktan kastım, okuduklarımı yazmamdır ki, bu yazılarımı genellikle 'kitap..