Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Aralık '08

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Viyana sokaklarında akşam konseri

22.Temmuz.2004

Otelde biraz dinlendikten sonra yine otobüsle merkeze geliyoruz. Tur yolcularından bazıları alışveriş yapmak istiyor. Akşama Johann Strauss konserine gidecek bazıları. Bizim ise derdimiz kent merkezini gezip tanımak. İlk günkü kısacık turla hiçbir şey anlaşılmadı. Gerçi ben daha önce iki kez gelmiştim Viyana’ya ama bu kent öyle bir iki kısa ziyaretle keşfedilip bitirilecek kentlerden değil. Bu akşam özgürüz... İki seçeneğimiz var. Konser ya da kenti gezmek... Biz ikinciyi seçiyoruz; ama doğrusu aklımız da Hofburg sarayında yapılacak Johann Strauss konserinde kalıyor...

Kent merkezini çevreleyen Ring adı verilen bulvarda, Kuntsler Haus, yani Sanatçılar Evi’inin önünde otobüsten iniyoruz. Sanatçılar Evi’nin çatısında ayakta durup bulvarı seyreden kadın ve erkek heykelleri... Bunlar sanatçıları mı simgeliyor; bilemiyorum. Elimdeki kitapçık da bu konuda aydınlatmıyor beni. Gerek çatısı heykellerle süslü Sanatçılar Evin’in gerekse Sanat Akademisi’nin, gösterişli binalarını seyrederek ilerleyip Schiller meydanından, Schiller’in heykeline selam vererek karşıya geçiyor ve Burggarden’a giriyoruz. Saray bahçesi çok kalabalık. Çoluk çocuk çimenlere yayılıp piknik yapanlar, güneşlenen ya da kitap okuyanlar, sevişen çiftler, turistler... Mozart’ın heykelinin bulunduğu bölümden geçiyor, genç Mozart’ı selamlıyoruz.

Parktan çıkınca Viyana Opera binası önüne geliyoruz. Yenileme çalışmaları nedeniyle kocaman bir branda örtülmüş binanın üzerine. Operanın hemen yan sokağında ünlü Hotel Sacher var. Bizim amacımız bu otelin kendinden de ünlü Sacher pastasını yemek... Bizim gibi düşünen pek çok turist olduğunu içeri girer girmez anlıyoruz. Boş masa bulmak olanaksız. Garson, bir süre beklememiz gerektiğini söylüyor. Bekliyoruz çaresiz. Bunaltıcı yaz ikindisinde kliması yeterince çalışmıyor olmalı ki içerisi çok sıcak ve havasız. Tek başına oturan bir Japon turist kalkınca masasını bize veriyorlar. Küçücük bir masa, bar tabureleri gibi yüksek sandalyeler... Epeyce beklediğimiz halde garsonun bizimle ilgilendiği yok... Sonunda sıcak ve boğucu ortama dayanamayıp kalkıyoruz. Sacher pasta aslında Viyana’daki her pastanede bulunabiliyor. Bizim dileğimiz onu kendi ortamında yemekti; ama daha rahat bir ortam ve daha ilgili bir servisle...

Az ilerdeki Albertina meydanından ara sokaklara dalıyor, değişik mimaride yapılara, binaların avluların da karşımıza çıkıveren heykellere baka baka Hofburg sarayının yan tarafındaki Joseph Meydanına çıkıyoruz. Meydanın ortasında II.Joseph’in heykeli selamlıyor bizi. Bir yanında Ulusal Kütüphane ya da diğer adıyla Saray Kitaplığı, öbür yanında İspanyol Binicilik Okulu’nun da içinde yer aldığı Reichskanzlei yani İmparatorluk makamı binaları var. Burası şimdi üniversite olarak kullanılıyormuş. Binaların çatılarında yine birbirinden güzel heykeller bize bakıyor... Hemen her binanın çatısında aşağıyı seyreden heykeller... Çoğu ayakta ama oturanlar da var -Anlaşılan o yıllarda bu modaymış-.Buradakiler imparatorluğun askeri gücünü simgeliyormuş.

Meydanı geçip Joseph Strasse No:5 in önüne geliyoruz. Bu binanın çatısında bir asalet armasının iki yanında oturmuş, elinde lir bulunan bir erkek, ve borazan tutan bir kadın heykellerinden oluşan süs bulunuyor. Altında da Romen sayılarıyla yapılış tarihi yazıyor. Bunun dışında çok sade bir yapı... Süslemesiz cephesine görkem katan çok güzel ve etkileyici bir kapısı var. Daha sokağa girer girmez göze çarpan bu kapı masif ahşaptan yapılmış. Aslan başı şeklindeki kapı tokmakları, alınlığın altındaki tahta oymalar ve kabartma kadın başı dışında hiçbir süsü, işlemesi yok... Bu kocaman kapının iki yanında yer alan heykeller sütun görevini görüyor ve alınlığı taşıyorlar. Eski Yunanlılar gibi giyinmiş ikişer kadın, kapının iki yanında durmuş da dedikodu yapıyorlar sanki. Başlarının üzerinde de kapının ağır taş alınlığını değil de su testilerini taşıyorlar sanki. Öylesine rahat bir halleri var. Ardında kimbilir hangi gizleri saklıyormuş da kendini ele vermiyormuş gibi suskun bir kapı bu... Hani oturulup üzerine öykü yazılabilecek kapılardan... Kitapçığa baktığımda buranın 1783-4 de, Ferdinand von Hohenberg tarafından neo-klasik üslupta yapılan Pallavicini Sarayı olduğunu öğreniyorum. Sezgilerim beni yanıltmamış demek.

Birkaç adım daha atınca Michaeler meydanına çıkıveriyoruz. Sağda kapısının alınlığında elinde altın kılıcı ve kalkanı ile bekleyen koruyucu melek heykeli... Hofburg Sarayı’nın Michaeler Kapısı’nın iki yanında, ejderhalarla boğuşan deniz tanrısı heykelleriyle süslü Neptün çeşmeleri... Epeyi yorulduk ve acıktık. Bu yüzden Neptün çeşmesinin tam karşısındaki kafede oturuyor ve kahve eşliğinde yiyoruz Sacher pastalarımızı. Hava giderek kararmakta...

Biraz dinlendikten sonra yine sokak aralarından Stephansdom’a ulaşıyoruz. Meydan çok kalabalık. Sanırım Viyanalılardan çok turistler dolduruyor meydanı. Amatör sanatçılar adım başı gösteriler düzenliyorlar. Kulağımıza gelen müzik sesini izleyerek kalabalığı yarıyoruz. Ortada siyah giysiler içinde genç bir kadın ve erkek... Yanı başlarındaki kasetçaların meydana yaydığı müziğe uyarak jimnastikle dans karışımı bir gösteri yapıyorlar. Biraz ilerde bir başka kalabalık... Sprey boyalarla resim yapan bir ressamı izliyorlar.

Katedralin tam karşısında aralıklı olarak duran iki adam... Biri peruğu, dantelli gömleği ve ipekli ceketiyle 18. Yüzyıl asilzadelerine benziyor. Diğeri Johann Strauss’un altın heykeline öykünmüş. Onun gibi giyinmiş ve her yanını altın yaldıza bulamış. Elinde keman, bir küçük sandığın üzerine çıkmış duruyor. Bunlar heykel adamlar... Kıpırdamadan, ne kadar heykele benzer şekilde duruyorlarsa o kadar çok beğeni kazanıyorlar. Önlerindeki para kutusu da o oranda doluyor. Asilzade kılıklı heykel adam başarılı; ama altın adam kıpır kıpır... Kimsenin kendisine bakmadığını sandığında uyuşan ayağını kıvırıp dinlendiriyor. Gözler de fıldır fıldır etrafı izliyor.

Meydana açılan Karntner Strasse’nin başında üç müzisyen... Bir akordeon, bir normal, bir de dev boyutta iki balalayka... Carmen Opera’sının uvertürünü çalıyorlar... Yine kalabalık çevrelerinde toplanmış, sessizce dinliyorlar. Akşam karanlığı giderek iniyor kentin sokaklarına. Işıklar birer ikişer yanıyor. Vitrinlerin sarı parlak ışıkları çevreyi, sokak lambalarından daha güçlü aydınlatıyorlar.

Biz, yeniden Albertina Meydanına geliyoruz. Zweiginst Üniversitesi ile Burggarten denilen Hofburg Sarayının bahçesi arasındaki Goethe sokağına giriyoruz. Sokağın diğer ucunda ünlü şair Goethe’nin heykeli bizi bekliyor. Koltuğuna kaykılarak oturmuş Goethe ve yine endişeli hatta dehşet dolu bakışlarla gelen geçeni süzüyor. Dünyanın gidişi onu ürkütmüş olmalı.

Bu köşeden parka giriyoruz.Karanlık basınca park tenhalaşmış. Üzerinde I.Dünya savaşı kaputu ve siperliği gözlerine dek inen şapkasıyla yaşlı I.Franz Joseph’in heykeli ayakta karşılıyor bizi;ama derin düşüncelere dalmış olmalı ki yüzümüze bakmıyor. Belli ki I.Dünya savaşının kötü gittiği günlerde yapılmış bu heykel.

Parkın Yeni Saray’a bakan tarafından çıkıyoruz. Burg-Ring denilen bulvarın karşısına, Doğa Tarihi Müzesi’nin önüne geçiyoruz. Karnımız acıkmış. Bir restoran arıyoruz. Ring’de, üniversiteye doğru yürüyoruz; ama çevrede restoran filan göremiyoruz. Üniversitenin karşısındaki U-Bahn yani metro istasyonunda sandviç, döner, börek satan büfeler var. Birer sandviç ve kola alıp yine yürüyerek Doğa Tarihi ve Sanat Tarihi Müzelerinin arasındaki Maria Theresa Meydanı’na geliyoruz. Burası ortada İmparatoriçenin heykeli bulunan geniş bir park aslında. Parka serpiştirilmiş kanepelerden birine oturup bir yandan sandviçimizi yiyor, bir yandan elinde hükümranlık belgesiyle tahtında oturan Maria Theresa’nın heykelini seyrediyoruz. Çevresinde saray doktorunun, bazı asilzadelerin ve danışmanının heykelleri var.Anıtın kaidesinde ise atının üzerinde generalleri... Hava iyice karardığı için park ve heykel ışıklandırılmış. Heykelin yan tarafındaki havuzda fıskiyeden fışkıran sular da... Çok hoş ve dinlendirici bir görünüm. Bütün gün koşuşturduktan ve kent merkezinde yaptığımız uzun yürüyüşten sonra çok yorgunuz. Doğrusu burada oturup parkı ve ışıklandırılmış heykelleri seyretmek, arada başımızın üzerinde parıldayan yıldızlara bakıp kendimizi akşam rüzgarının serin okşayışına bırakmak çok güzel. Az sonra konser dağılacak, tur arkadaşlarımız gelecek ve otelimize döneceğiz.

 
Toplam blog
: 26
: 898
Kayıt tarihi
: 03.12.08
 
 

1946 yılında doğan ve tıp doktoru olarak Türkiye ve Almanya’da çalışan Gülseren Engin’in ilk öyküsü ..