Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Nisan '09

 
Kategori
Blog
 

Ya aynalar yalan söylerse?!..

Ya aynalar yalan söylerse?!..
 

Kaynak: nazmi-sal.spaces.live.com


Sevgili Sivyus kardeşimiz, kendi kendine ‘bir marka değeri’ biçerek, ve kendi kendine puan vererek bir blog yazmış. Ve o blog yazısında, zaman zaman, başka bloglar yazılması için ilham kaynağı olduğundan bahsetmiş.

Aynaya bakmış sevgili Sivyus kardeşimiz ve sormuş ‘’Ayna ayna, söyle bana, en iyisi kim bu blogda?’’ diye ve ayna da (tıpkı masaldaki yalan söyleyen ayna gibi) cevap vermiş; ‘’Sensin ey Yusuf!’’ diye..

Ama kandırmış sanki biraz onu. Ne bileyim, en azından bana öyle geliyor.

Ama bir konuda haklıdır, ilham kaynağı oluyor gerçekten. Madem ben de, onun kendi deyimiyle ‘çok iyi yaptığı bir şekilde, ustaca(!) yazdığı’ bloglarından birinden esinlenerek yazıyorum bu blog yazımı; o halde kaynak belirtmeden geçmek de olmazdı, değil mi?

Sivyus kardeşimin bende yol açtığı düşünce ve değerlendirme fırtınasını da, yazımın sonunda, ‘bilahare’ dile getireğim zaten.

Evet..

Nerde kalmıştık?

……

Bundan yaklaşık üç yıl kadar öncesine denk geliyor Milliyet Blog ile tanışmam.

İnternet ortamında gazete okurken, sayfadaki bağlantı linkine tıklamış ve o dönem, sayıca çok az olan birkaç ‘yazan’ arkadaşın yazılarıyla buluşmuştum.

Uzun süredir, yazılarından (en azından bu platformda) mahrum olduğumuz Fulya, öylesine güzel bir lezzet bırakmıştı ki okuma damağımda, beni de bu zengin sofraya çağıran tat olmuştu aslında.

Okumayı sevdiğimden yazıyor, yazmayı sevdiğimden, doymamacasına okuyordum yıllardır. Hatta okulumu bile, kalem sevdasıyla seçtiğim ve aklım sıra ‘gasteci yazar’ olmak için ‘gazetecilik’ okuduğum bilinir yakınlarımca..

Çocukken sorulur ya hani ‘’Büyüyünce ne olacaksın bakiim’’ diye.. Ve şöyle biraz dudak bükülerek, düşünmenin ardından gelir ya o çocuksu cevaplar. İşte ben de, bana sorulmaya başlandığından bu yana hep ‘’Gasteci yazar olucam ben’’ demişimdir ama ne hikmetse; 'oldurmayan Allah oldurmuyor’ işte! :))

Okulumuzu okuduk ve ‘çarşaf gibi’ diplomamızı alıp, koyduk döşeğimizin altına yıllardır; kırışmasın diye.

Göz-dudak kenarlarımız, ellerimiz kırıştı; gelen yıllarla tam buruşmasak bile, hızla buruşmaya yüz tuttuk ama diplomamız ’dipçik gibi maşallah’ ve bekler durur, yatağımızın altındaki siperleri yıllardır.

Neyse..

Çok uzadı bu diploma mevzuu ve konudan uzaklaştırmaya başladı beni.

Ne demiştik en son, hatırlayalım:

‘’Fulya, öylesine güzel bir lezzet bırakmıştı ki okuma damağımda, beni de bu zengin sofraya çağıran tat olmuştu.’’ demişiz.

Doğrudur. Bu ‘lezzetli’ sofraya beni davet eden oydu ama, ben de kendi yemeklerimi Milliyet Blog sofrasına çıkarmak için, adeta bir ‘şef’ edasıyla girmiştim mutfağıma.

Neticede bir dayanağımız da vardı aşçı olmak için. Lezzetleri tanıyorduk, dünyanın değişik mutfaklarından tatmışlığımız ve kendi mutfağımızda yeni lezzetler denemişliğimiz, hatta bunları zaman zaman kurul önüne çıkarmışlığımız da vardı.
Okul yıllarında, kompozisyon ve şiir yarışmalarında, o kurullardan ödülleri kapmışlığımız da.

Neden olmasındı yani? Fulya beni (bilmeden) davet etti o lezzetli cümleleriyle, Milliyet Blog ‘’Buyrun, siz de aramıza katılmak istemez misiniz?’’ diye sordu ve biz de ‘evet’ dedik bu çağrıya tam otuz dört ay önce.

Hem de büyük bir istekle ve memnuniyetle ‘evet’ dedim ve girdim kendi mutfağıma, canım çektikçe pişirdim ve pişirdiklerimi de sofraya getirip, beni okumak isteyenlerle, keyifle paylaştım. Güveniyordum da kendime neticede. Okuluna da gitmişlik var serde; istek de var, istidat da! E, bundan iyisi Şam’da kayısı’’ dedim ve açtım mutfağımı üç sene evvelinde.

Baharat niyetine ne lezzetli kelimeler topladığımı, bir ben bir de Allah bilir yıllardır. Şimdi, bu kelimeleri alıp, bazen bir tutam hüzün, bazen bir tutam merak, bazen bir tutam heyecan ve bazen de ‘ağızlara sürmek’ için bir tutam acı biber katkısıyla, bir güzel harmanlayıp harmanlayıp, sürüyorum MB sofrasına.

‘’Aman pek lezzetli, ellerine sağlık’’ diyeni de var..

Yemekteyiz katılımcılarına öykünerek, ‘’Berbat olmuş canım. Aç kaldık, aç!’’ diye azarlayanı da.

Olacak elbette. Olmalı da!


İnsanlar farklı; duygular, düşünceler, eğitimler, zekalar, algılama ve anlama kapasiteleri ve bunlarla doğru orantılı olarak ‘okuma damağı’ da farklı. Herkes, kendini ve kendinde geliştirdikleri oranında yükseltiyor/alçaltıyor çıtasını.

Doğaldır; olacak! Beğenileceğiz de, yerileceğiz de! Alkış tutanı da çıkacak, işaret parmağını dikleştirip, yüzümüze sallayanı da! Hayat bu!


Kimselere duyurmadan, kokusunu yaymadan, kendim pişirip kendim yesem farklı. O zaman, karışanım, görüşenim, övenim veya yerenim de olmazdı. Ama değil mi ki; mutfağımı orta yere açmışım ve pişirdiklerimi servis ediyorum, o halde katlanacağız.

Sadece, haksızlık yapan olduğunda, ‘dur kardeşim, hayırdır’’ demesini bilelim, yeter de artar, öyle değil mi?

Ama, hani ‘’Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var’’ der ya üstat Ataol Behramoğlu?

Ona bir selam çakalım ve devam edelim.
Benim de yaşadıklarımdan öğrendiğim hem bir şey hem de çok şeyler var. Ama yaşadıklarımdan öğrendiğim en önemli şeylerden biri; kendine paye verenlerden olmamak gerektiği!

Hem de bol keseden! Hem de hak etmeden!

Hele hele, bunu hiç yapmamak gerektiğini unutmamalı insan!

Hayattan öğrendiğim şeylerden çok önemli bir detay da;kendin çalıp, kendin dinlememek’ gerektiği.

Kendin çalıp kendin söyleyebilirsin. Sonuna kadar hakkın var! Ama kendin çalıp/söylerken, sadece kendin dinlersen, objektif olamazsın.

Kendin çalıp/söyleyip, kendin dinliyorsan zaten bir derece! Objektif olmadığınla, kendi gözünde kendini büyüttüğünle kalabilir insan neticede. Ve bu sadece ona zarar verir; veya sadece onu hoşnut eder. Başkalarını çok fazla bağlamaz.

Odasına kapanır, alır eline sazını, akustik şekilde dımbırdatabilir. Hatta güzel-çirkin fark etmez, sesiyle eşlik edip söyleyebilir de! Eksik çalar, tam çalar, hatalı seslere basar, detone olur, sözlerini yanlış söyler şarkısının; fark etmez. Kendine kalmış artık. Yanlış yunluşta çalsa, eksiksiz, harika da yapsa o işi, kendi çalıp, kendi söylüyordur ama en önemlisi, sadece kendi dinliyordur. Kimseyi rahatsız etmez.

Ama çaldığı sazın kıçına bir jak takıp, onu da hoparlörlere bağladıysa ve başkalarına da duyurma çabasındaysa sesini, işte o zaman sakat!

O durumda, eksik çalma, hatalı söyleme gibi bir lüksü kalmıyordur. Notaları doğru düzgün basmalı, sesinin güzel olması gerektiği gibi, bir de sesini doğru ve düzgün kullanmalıdır ki; dinleyeni olsun.

Dinleyip alkışlayanı da çıksın hatta!

Kafasına domates yemek istemiyorsa eğer ve sağdan soldan ‘Kes sesini! Kapat şu berbat müziğin sesini artık!’’ gibi uyarılara maruz kalmak istemiyorsa, bu dediğimi yapmak ve kendini o konuda geliştirmek zorunda.

‘Yazı yazıyorum’ diyebilmesi için insanın, yazı diline biraz saygı göstermesi zorunluluğuna bağlayalım burayı ve senin enstrümanın harflerse eğer, ‘’O harfler, önce diline, sonra eline, en son da kağıda yakışmalı’’ diyelim bence. ‘’O harfleri düzgün kullanmayı bilmelisin, yan yana getirip önce kelimelere, sonra cümlelere, daha sonra da satırlara, paragraflara ve sayfalara ‘adam gibi dönüştürmelisin.’’ Bunu demekte, yapmakta gerektir artık, değil mi sevgili dostlar?!

İnsan yazıyorsa, harfleri, kelimeleri, noktalama işaretlerini bilmeli ve bilmiyorsa da öğrenmeye çalışmalı en azından!

Okumalı, okuduklarını kayda almalı, kendi beyninde ve yüreğinde harmanlayıp, kağıda ondan sonra dökmeli ki; ‘ben de bu sofrada varım, hem de üstat olarak varım’ diyebilsin.

Gerisi bence hikaye.

Aynalara da bakmalı elbette.

Zaman zaman sorular da sormalı. Ama cevapları dinlerken, biraz aklıselim davranıp, aynanın bazen yalan söyleyebileceğini, ya da daha hafif bir tabirle ‘gerçekleri bazen gizleyebileceğini’ unutmadan bakmasını da bilmeli kanımca.

‘En büyük sensin’ diyen bir ayna, belki de korkudan veya kırmamak için bunu söylemiş olabilir. Ne yani? Olamaz mı?!

Ama illa da, Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler masalındaki, kötü kalpli kraliçenin korkak ve işgüzar aynası ise kulak vermek istediğiniz? Siz bilirsiniz vallahi!

Ondan ötesi beni aşar zaten.

...

Kimsenin akıl hocası değilim neticede ama ‘Ben çok iyiyim, ben süperim, hatta en bi süperim, yoktur benden iyisi’ diye çalıp söylerseniz bir diyarda. Ve kendi çalıp söylediğinizi, duyan sadece siz değilseniz. O ses, tüm yetersizliğiyle üstelik, ta bana kadar ulaşıyorsa?..

O diyarın bir ferdi olarak, ben de okuduğumu değerlendiririm ve kelimelerle dans etmeye başlamadan evvel, bir dans kursu, hem de 'iyisinden bir dans kursu' önerebilirim bu sevgili kardeşime.

Yazan olmak için, ‘yazıyım’ dememeli, yazı diline bunu ‘yazayım’ şeklinde dökmeyi, (en azından) öğrenmiş olman gerektir diye de hatırlatabilirim tekrar. (Bunu yorumumda da bizzat belirtmiştim çünkü)

Milliyet Blog'un en iyisi kimdir veya en iyileri kimlerdir, bilemem. Bilmek de ietemem zaten ve böylesi bir sınıflandırma ne kadar doğru olur (mevcut koşullarda) bilemem de!
Zaten, (mevcut koşullarda), böylesi bir değerlendirmeye gitmek, 'elmalarla armutları karıştırmak/kıyaslamak' olur ki; amacından sapar!
Şu durumda, bilen/bilmeyen, becerebilen/beceremeyen, karmakarışmış yazıyor zaten Milliyet Blog'da!

Kendi adıma konuşmam gerekirse, canım istedikçe, içimden geldikçe ve getirildikçe ‘’Akşamdaaan akşama’’ yazıyorum yazılarımı. Üç senede, daha 160 yazı bile etmemiş ki; kayda değer bir yavaşlık bendeki. :))

Beğenen beğenir, beğenmeyen beğenmez ama en azından, yazı yazmak için mutfağıma girdiğimde, özenli girmeye çalışıyorum. Ellerimi ve kullanacağım kelimelerimi tertemiz yıkamaya gayret ediyorum. Pişirirken kıvamına, aromasına, tadına, tuzuna iyice bakmaya çalışıyorum. En büyük kusurum ise, porsiyonları büyük tutmak. Pişirdim mi (maşallah) kazanlar dolusu pişiriyorum! Az miktarda pişirmeyi beceremedim gitti yıllardır!

Ama en önemlisi, sunarken, servis tabağım olan kağıda düzgünce yerleştirmeye ve süslemeye gayret ediyorum ki; onca emeğim boşa gitmesin!


Haa!? Bu arada?

Kendime de '‘En iyi aşçı benim’' diye söylemiyorum, söylemeyeceğim de!

Aldığım insanlık terbiyesi bunu gerektirmekte çünkü!


Bırakıyorum, başkaları bana ‘iyisin’ desin! O takdirde, yüzüm gülüyor zaten. Teşekkür ediyorum, bitiyor.

Ben, hep benden iyilerini görmeye ve seçmeye; hem ülkemin hem de başka ülke mutfaklarının lezzetlerini de bıkmadan, usanmadan denemeye devam edeceğim.

Üstatlardan biri çıkar da bir gün bana, ‘’Sen olmuşsun evladım’’ derse ne ala! Alır, şeref madalyamı takarım.

Ama bunu dese bile bana, ben kendime; ‘’Leyla, daha öğrenecek çok şeyin ve yenecek kırk üstü kırk fırın ekmeğin var kızım! Durma, devam!’’ diyeceğim içimden.

……

Milliyet Blog ortamı, yazma gereklilikleri ve yeterlilikleri ile ilgili söylenecek daha çok sözümüz var torbamızda ama uzun yazıyorum diye zaten beni kimse okumuyor, artık onları başka bir kısa(!) yazımda toparlamak üzere inşallah!

Blog Not:

Aşağıya, meraklısı için, Sivyus kardeşimizin, hem de ‘Blog’ kategorisinde, hepimizi ilgilendiren bir konu olduğunu düşünerek yazdığı blog yazısının bir linkini de vermek isterim. Bu yazımı okuyanların, bana esin kaynağı olan satırları okuma hakkı olduğunu düşünerek yapıyorum bunu ki; hak geçmesin. Sonra kimse bana, gereksiz yere, ‘Marka olmuş bir değer üzerinden, nemalanmaya kalkışıyorsun’’ gibi manalı(!) cümleler kuramasın!

http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=174723

 
Toplam blog
: 117
: 2206
Kayıt tarihi
: 22.06.06
 
 

1969 İstanbul'unda açmışım gözlerimi bu dünyaya... Ege Üniversitesi Basın Yayın Yüksekokulu, şimd..