Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Kasım '07

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Ya ifrat, ya tefrit...

Ya ifrat, ya tefrit...
 

Bizim yapımızda var bu, genlerimize dizilmiş, hücrelerimize nüfuz etmiş…

Bir kıvılcım yeter; hemen parlayıp alevleniverir kanımız, gözlerimizden ateş fışkırır, ağzımız dilimiz kalemimiz öfke saçan bir silaha, fırlayıp dökülen sözcüklerse mermiye dönüşüverir.
Bir gürültü, bir patırtı, bir hengame, bir ses ve görüntü kirliliği yaşanır ki, öyle böyle değil.
Hep bir ağızdan konuşmalar, saygı eşiği git gide aşağı çekilen bol lãf üretimi, dalaşmaya, atışmaya, suçlamaya hatta yargısız infaza varan, çözümsüzlüğe endeksli seviyesiz tartışmalar..

Ardından bir “günah keçisi” aranır hemen.
Öyle ya!, faturayı kesecek biri bulunmalıdır hiç zaman kaybetmeden.
Ya bir kondüktör bulunur hızlı tren faciasında olduğu gibi ya bir iki müteahhit, bozuk zeminler üstüne kurulu mevcut düzeni temelden sarsan Marmara depreminin vebalini yükleyecek…
Yada göz önünde, kolayca işaretlenecek, işaret parmağıyla gösterilebilecek birileri bulunuverir tez elden, “aha işte bu !, bütün bu olayların sebeb-i müsebbibi !!” demek için.

Sonra bir rehavet, bir gevşeklik, bir hafiflik ki sormayın gitsin!
Bir iş bitirmişliğin, bir misyon tamamlamışlığın gururlu ve afili azameti yerleşir dudak kıvrımlarının uç köşelerine.. Unutulur gider günah keçisi de, olayın kendisi de.
Yerli yerinde kalır; eğitimsizlik, cahillik, sorumsuzluk, plansızlık, programsızlık, düzensizlik, adaletsizlik, haksızlık, kural tanımazlık, kadına yönelik şiddet, acizlik, adı ve kendi batasıca töreler, kutsana kutsana dokunulmazlık zırhıyla kat kat giydirilen yüce değerler, toplumsal kültürel ve bilimsel gelişmenin önünde bir Çin seddi gibi dikilen tutuculuk, çözümsüzlük, çaresizlik, acı, kapanmayan yaralar, yoksulluk, yoksunluk ve daha nicesi…

Bizim yapımızda var bu, genlerimize dizilmiş, hücrelerimize nüfuz etmiş…

Yumurta kapıya gelmeden hiçbir işe girişmeyiz. Gelince girişir miyiz sanki?
Girişiriz girişmesine de, ya çözümün değil sorunun bir parçası olarak ya görünüşü veya anı kurtarma telaşıyla, ya ucundan köşesinden kenarından ya kelle koltukta, artık hangisi denk gelirse.
Ya ifrat ya tefrit dozundadır tepkilerimiz.
Ya uçlarda dolaşırız, ya diplere vururuz.
Ya bas bas avaz avaz, ya vurdumduymaz.

Bizim yapımızda var bu, genlerimize dizilmiş, hücrelerimize nüfuz etmiş…

Kolaycılığın bir yolunu şip şak buluruz da, zora yeltenmez aklımız elimiz ayağımız.
Sorunu çözmeye değil ãnı kurtarmaya, problemi kökünden halletmeye değil yamama çözümlerle geçiştirmeye bakarız.
Araştırmak, incelemek, değerlendirmek, analiz etmek, planlamak gibi süreçlerden olabildiğince uzak dururuz. Anlık ve duygusal kararlar alıveririz çoğunlukla, sonuçlarını sonra düşünürüz nasılsa. Bunun adına da “pratik zeka” deyip çıkarız işin içinden.
Yüzümüzü dev aynasına çevirip narsis söylemlerle bir güzel ahkam kesmeyi de ihmal etmeden.

Bizim yapımızda var bu, genlerimize dizilmiş, hücrelerimize nüfuz etmiş…

Otoriteye eğeriz boynumuzu başımızı, sıkarız dişimizi, kapatırız ağzımızı.
Ha çuval, ha şapka. Tükürük - yağmur misali…
Zayıfa güçsüze gür çıkar sesimiz, kalkar gözümüz kaşımız beş parmağımız, elimiz kolumuz ve dahi başka organlarımız.
Tecavüzcüsüyle evlendirilmeyi çözüm sayar hukuk, adalet, insan hakları anlayışımız.
Adam oohh(!) “aile çatısı”nın koruması altında, bir eli yağda, bir eli balda. Canı mı çekti, gelsin kuma gitsin kuma. Her birinden de birkaç çocuk, ama illa erkek olacak! erkek adamın erkek evladı olur. Hele biraz büyüsün, eline silah verecek oğlunun. Eh birkaç kız da olsun bari, başlık parası eder onlar da hiç olmazsa.
Kadın mı? kumalarla birlikte, dayak mayak, çocuklarını büyütüp yaşayıp gidecek işte, Allah ne verdiyse, kaderine ne yazıldıysa, ne çizildiyse…

Bizim yapımızda var bu, genlerimize dizilmiş, hücrelerimize nüfuz etmiş…

Gerçekleri biliriz, hem de çok iyi biliriz ancak halının altına süpürüvermeyi tercih ederiz.
Yada kılıflarla, vitrinlerle, renkli ambalajlarla içi boş görsellikler yaratmakta üstümüze yoktur.
Törenlerle, nutuklarla temelleri atılıp kırmızı kurdeleleri kesilen nice tesis orda unutulur gider; okullar, derslikler, sağlık ocakları öğretmen doktor hemşire bekler.
Toplanan paraların akıbetinin ne olduğuyla ilgilenmeksizin bağışlar yaparız, tisunami zedelere, deprem zedelere, “haydi kız çocuklarımızı okutalım!” kampanyalarına yaptığımız bağışlarla vicdanımızın huzurlu sesinin volümünü yükseltiriz.
Televizyon kanallarında paneller, tartışmalar, canlı yayınlar düzenleriz, nasıl da “batılı” olduğumuzu, sosyal toplumsal sorunların üzerine nasıl eğildiğimizi cümle aleme gösteririz, susturulmuş kadının sesini duyurur, aile kurumlarını çökmekten kurtarırız…

Bizim yapımızda var bu, genlerimize dizilmiş, hücrelerimize nüfuz etmiş…

Boş laf üretmek, atıp tutmak, babalanmak, hamaset edebiyatı yapmak, laf sıkıştırmak sokuşturmak, lafı cebinde öfkesi burnunda nutuk atmak derseniz, üstümüze yoktur!
Akıl ve sağduyu süzgecinden süzülemeden dökülmüş, terazisi bozuk söylemlerle duygu taşımacılığı yapmakta da.
“Dinlemek” -en iyi ihtimalle- karşımızdaki konuşurken geçirilecek bir bekleme süresidir bizim için…
“Konuşmak” ise; bir güç iktidar ve gövde gösterisi, sözü bir kere ele geçirdin mi bırakmayacağın, her türlü demagoji ve laf cambazlığının prim yapacağı bir ifade biçimi.


Bizim yapımızda var bu, genlerimize dizilmiş, hücrelerimize nüfuz etmiş…

Sapla samanı ayırt etmeyi de beceremeyiz.
Her tepki “duyarlılık” mıdır?
Her suskunluk “tepkisizlik” midir?
Kural tanımazlık “özgürlük” müdür?
Yıkıcı öfkenin, şiddetin, saldırganlığın, terörü terör yaratarak protesto etmenin adı ne zamandan beri “demokratik tepki” oldu?

Ya ifrat, ya tefrit… işte becerebildiğimiz bu!


Yeşim Esemen

 
Toplam blog
: 45
: 2228
Kayıt tarihi
: 30.06.06
 
 

"Artık makine ile değil, insanla iletişim kurma" kararımın ardından IT sektöründeki kariyerimi nokta..