Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Şubat '07

 
Kategori
Tarih
 

Ya tarih başka türlü aksaydı...

İzmir Yunan eyaleti olalı üzerinden neredeyse bir asır geçmişti. İzmir ve Küçük Asya eyaleti valisi Spiros Papageorgiu istemeye istemeye yatağında doğruldu. Bu törenleri de neden öyle sabahın körüne koyuyorlardı ki sanki? Oysa, şöyle öğle siestasından sonra yapılacak bir tören herkes için daha uygun olmaz mıydı? Ama yok! Yukarıdaki ağalar beyler böyle isteyince bunu böyle yapmak gerekirdi.

Mikra Aziya (Küçük Asya) harekatının başladığı tarih olan 15 Mayıs 1919 gününün yıldönümü bu yıl da görkemli törenlerle kutlanacaktı. Eğer bu hükümet bir süre daha iktidarda kalır ve Yunanistan ve Küçük Asya Büyük Helen Krallığının kralı, Tanrı uzun ömür versin, III. Antoniu de uygun görürse 2009 yılında kutlanacak 90. Kurtuluş yıldönümünde de kendisi vali olarak büyük sükse yapacaktı. Tabii, Tanrı ve Kutsal Meryem bu naçiz kullarına o kadar ömür verirlerse elbette. Bunu garantiye almanın bir yolu da Konstantinopol’de Patrikhane’ye gidip II. Bartholemeo’nun o aziz ellerinden tekrar tekrar öpüp, mum yakmaktı herhalde. Hınzırca güldü, kendi kendine.

Törenler, yine her zaman olduğu gibi bir zamanlar Türklerin Kadife Kale diye bildikleri o antik yunan kalesinden yapılacak top atışları ile başlayacaktı. Pire’deki Pasalimano sahiline nazire olarak aynı adla adlandırılan ve Türklerin zamanında Kordon diye bilinen sahildeki o muhteşem kilisedeki ayine katılacak, kilise bahçesinde Küçük Asya’yı barbar Türklerin elinden kurtaran büyük komutanlar Hacı Anesti ve Trikupis’in mezarları ziyaret edilecekti. Ama şimdi bunların sırası mıydı, Allah aşkına? Bakıcı kız Eleni yine kısacık önlüğünü giymiş, o enfes vücudunu vali beye cömertçe sergiliyordu. “Vali olduk dedikse de manastıra papaz olmadık ya!” diye düşündü sayın Papageorgiu ama bu kızla, hazır eşi de Atina’da akraba ziyaretindeyken, oynaşıp vakit kaybetse seksen türlü adam çıkar gelir onun izini sürerdi. Evet, lanet olsun giyinip gitmek gerekiyordu. Oysa şimdi sade bir vatandaş olmayı ne kadar da isterdi.

Sıvas başkent olalı böyle heyecan yaşamamıştı. Türkiye Sultanlığının genç sultanı yine özel dairesinde Şeyhülislam efendi’den hafif yollu bir zılgıt yemişti. Artık bu boşvermişliği ve haylazlığı bırakıp acilen evlenmeli ve bir oğlan babası olmalıydı. Genç Sultan VI. Murat büyük dedesi, şanlı Osmanlı sultanı VI. Mehmet Vahidettin’in hık demiş burnundan düşmüş bir kopyasıydı. O soru işareti gibi duran vücut, boynu yok eden hafif kambur omuzlar, “Fatih ahfadındanız” dedirten burun, hepsi belki oldukça çirkin bir adamı niteliyordu ama nitelenen Osmanlı’nın devamı Türkiye Sultanlığı’nın sultanı olunca pek de önem arzetmiyordu. Irak sultanı’nın Harvard eğitimli kızı kendisini reddetiği için morali ciddi şekilde de bozuk olan Sultan Murat, kendisini daha fazla içkiye vermiş, ülkesinin en büyük şehri 1, 5 Milyon nüfuslu Sivas’ın Malatya yolu üzerindeki sayfiyesine çekilmiş ve çaresizlik içinde günlerini geçiriyordu. Osmanlı İmparatorluğunun o kıtadan kıtaya yayılmış günlerinden sonra Anadolu’nun çorak bağrına hapsolmuş bu ülkenin sultanı olmak kendisini üzüyordu. Ama yapılabilecek pek bir şey de yoktu. Maalesef, dedeleri korkaklık ve basiretsizliklerinin bedelini Türk ulusuna çok ağır ödetmişlerdi. Bu bir zamanların dev ülkesi artık yok sayılabilecek bir duruma indirgenmiş, birkaç tarım ürününden başka birşeyi olmayan sıradan bir üçüncü dünya ülkesi olmuştu.

Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda imzalanan Mondros ve daha sonra Sevr Anlaşmaları sonucunda Osmanlı İmparatorluğu parçalanmış, ve müttefikler tarafından işgal edilmişti.Türkiye sultanlığı, sınır illeri batıda Ankara’nın Polatlı köyü, kuzeyde Gümüşane, doğuda Kars ve güneyde Antep’e kadar uzanmış denize kıyısı olmayan bir ülke halini almıştı. Osmanlı Devleti’nden koparılan Boğazlar Birleşmiş Milletler’in kontrolüne verilmişti. Son zamanlarda Yunanlılar buranın da kontrolünün kendilerine verilmesini ister gibi göründüler ama Rusya buna karşı çıktı. Başkan Dobrinin, “Yunanlılar bir saysın bakalım Boğazlar’dan kaç Rus gemisi ve kaç Yunan gemisi geçiyor da ona göre konuşsunlar!” diye hafif de sopanın ucunu göstermişti. Sevr’in sağladığı şartlarla küçük Yunan Devleti artık eski şaşaalı dönemlerine dönmüş, İtalyanlar’ın da bıkıp bıraktıkları 12 Adalar ve İzmir-Bodrum-Alanya üçgenini de içine alan ve Ankara-Aksaray-Alanya hattıyla tanımlanan sınırlara ulaşınca ülkenin adı “Yunanistan ve Küçük Asya Büyük Helen Krallığı” olarak değiştirilmişti. Her zaman hallerinden şikayet eden Ermeniler Kilikya’yı alamadıysalar da, Kars Türklerde kalacak şekilde Van-Muş-Bingöl ve Bitlis’i içine alan geniş bir araziyi topraklarına katmış, Azerbaycan’ı da böylece marjinalleştirmişlerdi. Türkiye sultanlığı, son nüfus sayımında 20 Milyonu bulunca üyesi olduğu İslam Birliği Örgütü’nde daha fazla oy hakkı kazanmıştı ama Moritanya delegesi, Türk delegesinin başkan adaylığına destek isteği karşısında, “Bir zamanlar islam’ın halifesi sizin sultanınızdı; hristiyanlara hilafeti ezdirdiniz. İslam halifesiz kaldı. Şimdi bizden destek istiyorsunuz. Sizi aramıza aldığımıza şükredin!” diyerek Türkiye sultanlığının uluslararası camiadaki saygınlığının ölçüsünü de gözler önüne sermişti.

Şeyhülislam efendiyi kızdıran tek konu elbette Sultan hazretlerinin ülkenin gidişatını ve saltanatının devamını ciddiye almaması değildi. Ülke içinde bir grup genç “Yeniden Kuvva-i Milliye” adıyla bir dernek kurmuşlar, bir zamanlar birkaç asi osmanlı subayının yapamadıklarını şimdi yapmaya kalkmışlardı. Bu kadarla da kalsalardı iyiydi; işin içine Küçük Asya’daki başka maceraperestleri de katmışlardı. Bu da iyi komşu Küçük Asya devletini bu gibi faaliyetlerin Anadolu’nun etnik Türklerini hepten harekete geçirmesi endişesiyle rahatsız etmekteydi. İşin kötüsü Sultan VI. Murat da sağolsun bu birkaç başıbozuğa hoşgörüyle yaklaşmaktaydı. Eyalet valisi Papageorgiu, din adamları heyeti maskesi altında istihbarat örgütlerinin en üst adamlarından birini Şeyhülislam efendiye göndermiş ve onun yardımını istemişti. Ülkedeki her imamın, her müezzinin amiri durumundaki Şeyhülislam efendi her caminin cemaati hakkında detaylı bilgi almaktaydı. Şeriat polisi, erkekleri gerektiğinde zorla camiye gönderdiği için Türkiye’nin tüm erkek nüfusunu camide tanımak mümkündü.

Cemil aslında Küçük Asya’nın şirin ili, eski adı Uşak olan Vezalion’da doğmuştu. Eğitimini Selanik Teknik Üniversitesi’nde kimya mühendisliği üzerine yaptıktan sonra doktorasını da aynı konuda Sorbonne’dan almıştı. İyi bir yunan vatandaşı olarak devlet kademelerinde görev almayı bekliyordu ama bunun bir türlü de olamayacağını biliyordu. Çünkü Türk asıllı idi. Ataları On Birinci Yüzyıl’dan başlayıp Yirmici Yüzyıl’ın başına kadar bu güzel ülkeyi ellerinde tutmuştu. Ama maalesef Osmanlı sultanlarının işbilmezliği ve son Osmanlı sultanı VI. Mehmet Vahidettin’in düşmana boyun eğmesiyle ülke Sevr’de parçalandığı şekliyle büyük kısmı Yunanistan’a verilecek şekilde parçalanmıştı. İtalyanlar daha sonraları hisselerini Yunanistan’a Tiren Denizi’nde özel haklar ve birkaç ada karşılığı vermişlerdi. İtalyanlar’ın Türklerle uğraşmaktan daha önemli işleri vardı. Cemil’in büyük dedesi Bekir Sami bey önceleri, organize olmaya çalışan ve kendilerine Kuvva-i Milliye diyen bir grup maceraperestle birlikte olmaya çalışmış ama bu girişim gibi birkaç girişim daha başarısız olunca çaresiz boyun eğip sonunda Vazelion’a vali olmuştu.

Ama Cemil’in içi içine sığmıyordu. Bin yıllık Türk toprağı bugün de Yunan boyunduruğu altında da olsa, kendisi gibi düşünen önemli sayıda Türk gencine ulaşmıştı. Oysa, Türk nüfus büyük çoğunlukla asimile edilememiş olmakla birlikte eğitim imkanları ve yükselme imkanları genellikle engellendiği için kendi köylerine çekilmiş ve şehirleri Yunanistan’dan getirilen nüfusa terketmişti. Genel bir duyarsızlık içinde Cemil ve arkadaşları Küçük Asya’yı, hay lanet olsun bu Yunan isminin de, Anadolu’yu evet Anadolu’yu bu boyunduruktan nasıl kurtarırız diye kafa patlatıyorlardı. Ne yapabilirlerdi acaba? Arkadaşlardan biri Filistin Cumhuriyeti’nin kuruluşuna neden olan olayların ilk adımı olan intifadadan mülhem bir Türk intifadası başlatmayı önerdi. Kara kuru bir oğlan olan Levent, kalıbının herkesi çok yanılttığı bir kişiydi. Canı tez, fişek gibi ve Yunanlılar iyi bir eğitim görmesine müsaade etseler, çok iyi bir orkestra şefi olabilirdi. Olsun şef batonu tutamamıştı elleri ama şimdi silah tutacaktı. Bir dizi eylemler planladılar, bir diskoteğin deposunda. Diskoteği seçmelerinde iki neden vardı. Birisi İzmir gibi bir yerde bu kadar çok Türk’ün bir araya gelmesi kuşku uyandıracaktı. Oysa diskoteklere kimin girip çıktığı belli değildi. İkinci neden de, diskoteğin bulunduğu binadan etraftaki üç binanın bodrumlarına ve oradan da sokak katındaki sahipleri Türk olan dükkanlara çıkış vardı. Bir baskında kaçmak kolay olacaktı. Ama bu plan mutlaka yürümeliydi. Eğer herkes görevini doğru yaparsa, İzmir Türk kurtuluş hareketinin başladığı şehir olacak, Türk savaşçıları Yunan’a ilk kurşunu Hasan Tahsin’den sonra bir kere daha İzmir’de tekrar sıkmış olacaktı. İş Kanas tüfeklerine ve Cemil’in ikinci doktoram diye övündüğü silah eğitimine kalmıştı. Valinin o koca kellesi, dürbünün hedef çaprazına düşmeliydi. Baksındı bakalım Trikupis’in yanına gitmek nasıl oluyormuş!

Konstantinopolis müftüsü Şuayyip Erolan çok şikayetçiydi. Metropolit efendi son Küçük Asya’nın kurtuluşu gününde kendisinin mutlu görünmemesinden rahatsız olmuş, “Müftü efendi, pek mutsuz görünüyorsun, Neden acaba? Bu mutlu günümüzü bizimle paylaşmazsan o zaman endişeleniriz.” diye konuşunca kanı beynine sıçramıştı müftü efendinin. Müftü efendi gizli gizli şu “Yeniden Kuvva-i Milliye”ci gençleri destekliyor ama elinden çok da fazla bir şey gelmiyordu. Elen istihbaratı ensesinde boza pişirmekteydi. Ama Müftü efendi tüm tehditlere rağmen Küçük Asya’da Cuma namazı kılınmasını engellemişti. Düşman çizmesi altında Dar-ül İslam olmaz, orada da Cuma namazı kılınmaz diye fetva vermişti. Bu Metropolit efendiyi ve eyalet valisi Papageorgiu’u çıldırttı ama olayın büyümesini engellemek için konunun küllenmesini tercih ettiler. Evet, Elen Krallığı’nın bir müftüsü olmak, hele de Konstantinopolis gibi bir kentte kolay olmuyordu.

“Ey güzel Asitane, ey güzel Istanbul sen ne hallere geldin? Neden seni bir kurtaran çıkmadı Allahaşkına” diye düşündü müftü efendi. Ne güzel demişti Namık Kemal:

Vatanın bağrına basmışsa düşman hançerini

Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?

Ama, Namık Kemal Gelibolu’da hala yattığı yerde bu soruya cevap verecek birini bekliyordu.

Cemil, gece kilisenin çan kulesinin çatısına çıkmış, yarın sabah törenleri için Kanas tüfeğinin dürbününü nefesiyle parlatıyordu. Cemil susturucuyla ateş ederken, Levent ve diğer çocuklar aynı anda etrafta birkaç binaya yerleştirdikleri patlayıcıları patlatacak ve ateşin geliş yönü konusunda şaşırtmaca yapacaklardı. Bu da Cemil’e kaçmak için süre kazandıracaktı. Kalabalık bir kiliseden nasıl kaçılır diye itiraz edenler oldu planlama sırasında ama, Cemil o işi de pek zorlanmadan halletmişti. Kilisenin zangocunun o müthiş sırrını keşfeden Cemil, tehditle kendisini hem çan kulesine çıkarma hem de gizlice kaçırma sözü almıştı. Zangoç sırrının duyulmasına müsaade edemezdi. Plan mükemmeldi. Kiliseyi, bahçesini ve çevreyi günlerce gözlediler ve zamanlama egzersizleri yaptılar; hatta, bir gece zangocun yadımıyla çan kulesinden inip kaçma süresini de ölçtüler. Artık hazırdılar.

Vali Papageorgiu ayini her zamanki gibi uzun buldu. Ne olurdu ortodoks olmayıp katolik olsalardı. Bu ortodoks ayinlerinin ayakta yapılması gereği onu öldürüyordu. Papazların hiç bitmeyen dua şarkıları uzadıkça dizleri onun yüz yirmi kiloluk cüssesini daha ağır hissediyordu. Papageorgiu bugünden sonra artık kesinlikle bir dahaki seçimde başbakanlığa oynayacaktı. Bugün elde edeceği zafer, yılanın başını küçükken ezebilen bir idareciyi ülkesi için bir kahraman yapacak ve anavatandaki yandaşları ile yakında yapılacak seçimlerde kesin iktidara getirecekti. Bunu hakediyordu Vali Papageorgiu çünkü bu zafere hazırlanmak hiç kolay olmamıştı. Türkiye Sultanlığı’nın şeyhülislamını kendi istihbarat örgütüne almak öyle her adamın yapabileceği bir cinlik değildi. Dudağında hafif bir gülümseme ile cebinden ufak bir kağıt çıkarıp tekrar okudu. Bugün kendisine suikast girişimi olacaktı ve suikastçı dürbünlü tüfeği ile çan kulesinde olacaktı. Yazıyı cebine koyarken önüne bakmaya özen gösterdi. Bu yaşlı kilisenin merdiven mermerleri eskimişti; dikkat edilmezse kayıp düşmek işten bile değildi.

O sırada bir patırtı ve bağrışmadır koptu ama vali hiç istifini bozmadı ve Hacı Anesti ve Trikupis’in mezarlarına doğru yürümeye devam etti. Patlayan silah sesleri dahi valiyi ürkütmemişti. Güvende olduğundan emindi çünkü adamları, kendisi kiliseden çıkmadan çan kulesinde gereğini yapacaklardı. Gelen silah sesleri bunun işaretiydi.

Cemil ve Levent’in kefenleri henüz daha donmamış kanlarının renklendirdiği kırmızı beyaz bir örtü halini almıştı. Polatlı yakınlarındaki şehitlikte Cemil’in küçük kardeşi Cemal, abisinin cansız vücudunu mezara indirirken içinden onun mücadelesini sürdürme yemini ediyordu. O kefendeki renkler bir zamanlar ülkesinin bayrağının renkleriydi ama şimdi öyle bir ülke yoktu; ama, olacaktı. Yemin olsun, olacaktı. Görevini bitirip mezardan çıktı ve hemen yanında bir grup mezarın bulunduğu yeri işaretleyen büyükçe anıt kayanın kenarına yaslandı. Hınçla kenetlenmiş dişlerini hafifçe aralayıp sigarasını kuvvetle sömürdü. Evet yemin ediyordu, ağabeyinin hatırasına ve bir de şu mezarda yatanların anısına yemin ediyordu.

Kafasını hafifçe yukarı çevirip kayanın üzerindeki yazıyı içinden sessizce okudu:

3. Kolordu Müfettişi

Mustafa Kemal Paşa

ve arkadaşları burada yatıyor.

Bindikleri Bandırma Vapuru

17 Mayıs 1919’da Sinop yakınlarında

Yunan Averof Zırhlısı tarafından batırıldı.

Şehadet mertebesine ermiş ruhlarına,

el Fatiha!

İşte Mustafa Kemal'siz neler olabileceğinin kısa bir hikayesi. O'na inanmayanlar ders çıkara; ona inanlarsa, O'na daha bir sarıla!

Benden söylemesi...

 
Toplam blog
: 14
: 3754
Kayıt tarihi
: 29.06.06
 
 

1953 Trabzon doğumluyum. TED Ankara Koleji (1971), ODTÜ Makina Müh (1976) lisans, University of New ..