Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

26 Mart '09

 
Kategori
Doğal Hayat / Çevre
 

Yağmur Berekettir...Ama Hangi Yağmur?

Yağmur Berekettir...Ama Hangi Yağmur?
 

Kendi adıma konuşmam gerekirse; her yağmur yağdığında, bereket yağıyor diye düşünürüm. Özellikle mevsimlerden bahar ya da yaz ise yağmur sonrasında toprak ve çimen kokusunu derin derin içime çekerim.

Ayrıca yağmur altında yürümeyi ve ıslanmayı da severim. Ama her defasında aklıma bir soru takılır. Yağmur berekettir de ama hangi yağmur?. Şu anda gelişme, ilerleme adına düşüncesizce doğaya verdiğimiz zararın bir yan etkisi olarak ortaya çıkan asit yağmurları mı yoksa geçmişte büyüklerimizin temiz olduğu için kovalara doldurulup saçlarını yıkadığı yağmur mu?

Yağmur bildiğimiz yağmurdur sonuçta, ilk önce evet desek bile hemen ardından “Ne yazık ki hayır” diye cevap vermek zorundayız.

Yağmur’dan ve yağmurun getirdiği bereketten söz açılmışken asit ve radyoaktif yağmurdan, yarattığı kirliliklerden kısaca söz etmek istiyorum.

Havaya karışan zehirli gazların neden olduğu yağmurlara kısaca asit yağmuru denilmektedir. Bu asit yağmurları toprağın kirlenmesine ve topraktaki kirliliğin daha da artmasına neden olmaktadır. Ayrıca, havaya karışan radyoaktif atıklarda toprağa ulaşmakta ve toprakta radyasyon kirliliğine neden olmaktadır. (¹)

Hava kirliliği dolaylı olarak toprak ve su kirliliğine neden olmaktadır.

Biraz bu yağmurlardan söz edelim; Ne zaman ortaya çıkmaya başladığından….

“Civa ve hava kirliliğinin farklı olarak çevre sağlığı sorunları arasında dünya ekosisteminin tümünü birden etkileyebilecek nitelikte kirlenme sorunları da mevcuttur. Bu örnekler arasında belki de en eğitici olanı nükleer deneme nedeniyle ortaya çıkan radyoaktif kirlenmedir.

Bilindiği gibi atom bombası ilk kez 1945’te kullanılmıştı. II.Dünya savaşını izleyen soğuk savaş yıllarında başta ABD ve SSCB olmak üzere dört ülke pek çok denemeler yaparak silahlarını geliştirdiler. Bu denemeler atmosferde yapıldığı için patlayan bombalardan çıkan Sr-90, Cs-137 gibi zararlı radyoaktif maddeler atmosfere yayılıyordu. Bombanın patlama gücüyle ortaya çıkan radyoaktif zerrelerin büyük kısmı yukarı atmosfere (stratosfer) taşınıyordu. 1950’li yıllarda nükleer denemelerden ortaya çıkan radyoaktivitenin yeryüzünü pek etkilemeyeceği , çünkü stratosfere giden bu zerreciklerin orada zararsız hale gelinceye kadar kalacağı varsayılıyordu. Zamanın bilimsel çevrelerinde stratosferdeki dolaşım sisteminin aşağı atmosfere karışmadığı görüşü hakimdi Bilimciler yanıldıklarını kısa bir süre sonra anladılar. 1953 yılında bir Nisan günü New York’un kuzeyinde bir üniversite kenti olan Troy’a düşen yağmur üniversitenin fizik laboratuarındaki tüm radyoaktivite sayaçlarını harekete geçirdi. Bu olayı takip eden aylarda ABD’nın çeşitli yerlerinde buna benzer gözlemler yinelendi. Nükleer denemeler batıda Nevada çöllerinde yapıldığı halde radyoaktif kalıntılar ABD’nin her köşesinde havada, toprakta suda yiyecek maddelerinde ortaya çıkıyordu. Fizikçiler ve diğer bilimciler kafalarına yağan bu radyoaktif yağmuru konuşuyorlardı. Ama, konuyu kamuoyuna açıklamaya kimse cesaret edemiyordu. Çünkü devir McCarthy devriydi. Nükleer denemelerde devlet güvenliği ile ilgili sayılıyordu.







(Karada ve deniz altında yapılan nükleer denemeler)

Aylar sonra ABD Atom Enerjisi Komisyonu (ABC) radyoaktivite konusunda resmî sessizliğini bozdu. Evet, radyoaktif kalıntıların yağdığı doğruydu. Ama ABC’ye göre bunun insan sağlığına tehlikesi yoktu. Çünkü çevreyi kirleten miktar çok azdı Üstelik Sr-90 gibi maddelerin radyoaktivitesi insan vücudunda bir santimden derine işleyemeyeceği için zararlı olamazdı. .Bu konuda araştırmalar yapan fizikçiler ve kimyacılar arasında ise başka bir düşünce oluşmaktaydı. Stronsiyum kimyasal özellikleri bakımından kalsiyuma benzediği için, doğadaki kalsiyum döngüsüne karışmaktaydı. Sr-90 havadan toprağa, topraktan bitkilere bitkilerden besin zincirinin çeşitli halkalarına kalsiyumla birlikte taşınmaktaydı. Sr-90’ın insan vücuduna dışarıdan pek zararlı olmayacağı doğruydu. Ama insan vücuduna kalsiyumun başlıca kaynağı olan süt yoluyla alındığı; hele büyüyen çocuklarda kemik yapısını oluşturan kalsiyumla birlikte kemiklerin dokusuna işlediği zaman ne olacaktı?

Bir yandan bu bilgiler gün ışığına çıkarken bir yandan da Kuzey Yarımkürenin tüm ülkelerine radyokativite yağdığı anlaşılmaktaydı. Bir bulguya göre sütteki en yüksek radyoaktivite oranı bilinmez nedenlerle İtalya’nın Milano şehrinde çıkmıştı. Diğer ilginç bir bulgu insan vücudundaki en yüksek radyoaktivite oranlarının beklenildiği gibi bombanın atıldığı enlemlerde değil çok daha kuzeyde, Kuzey Amerika Eskimoları ile İskandinav Lapland’lılar (Laponlar) arasında rastlanmasıydı.

1963 yılında ABD,SSCB ve daha sonra İngiltere atmosferde yapılan nükleer denemelere son vermek için bir anlaşma imzaladılar.

Bu iniş ve çıkışların insan sağlığı açısından anlamı tartışmalıdır. Ancak yükselen radyoaktivitenin ölüm oranlarını istatiksel olarak etkilediği bilinmektedir. Hava kirliliği konusunda olduğu gibi radyoaktivitenin ölümle sonuçlanan etkileri tüm zararlı etkilerinin sadece küçük bir kısmıdır.

1963 yılında imzalanan anlaşmanın çevreciler için büyük bir zafer olduğu belirtilmişti. Ancak nükleer kirlenme sorunu bu anlaşmayla sonuçlanmış sayılmaz. Birinci sorun anlaşmayı imzalayan üç nükleer güçten başka pek çok ülkenin atom bombası yapabilecek düzeyde olmasıdır. İkinci sorun nükleer santrallerin yaygınlaşması. Elektriğin %10 kadarını nükleer kaynaklardan sağlayan İngiltere ve Japonya gibi gelişmiş ülkelerden başka pek çok ülkede nükleer santral kurulmaktadır. Ayrıca, nükleer teknoloji üreten ülkeler arasında büyük çapta dış satım rekabeti sürmektedir. Enerji açığını kapatmaya çalışan gelişmekte olan ülkeler bu rekabetin çeşitli şekillerinin sahnelendiği yerlerdir. Üstelik Batı Dünyası’ndaki tüm zenginleştirilmiş uranyum yakıtı tek bir uluslararası kartelin denetimindedir.

Nükleer yakıtın kullanılmasından sonra ortaya çıkan nükleer artıklar içinde pek çok tehlikeli madde bulunduğu bir karışımdır. ABD’deki Hanford santrali örneğinden de bilindiği üzere bu artıklar 10-15 yıllık bir depolama süresinden sonra bazı durumlarda çevreye sızmaktadırlar Örn,adı geçen santralin artıkları Pasifik Okyanusundaki planktonda kıyının 300 km açığına kadar izlenmiştir. Nükleer artıkların sağlıklı bir şekilde depolanması büyük bir sorundur. Çünkü bu depoların binlerce yıl sızıntı yapmadan dayanabilmeleri gerekir. Yeni geliştirilen teknolojilerin hiç biri tam güven vermemektedir. Uygun bir teknolojik çözüm bulunsa dahi bu çözümün bir ülkede başarılı bir şekilde uygulanması o ülkedeki denetim mekanizmalarının iyi işlemesine, yüksek düzeyde teknolojinin varlığına ve koruma önlemleri için gerekli masraflardan kaçınılmamasına bağlıdır.

Ayrıca, santral artıklarından çıkan maddeler arasında plutonyum özel bir önem taşır. Plutonyum, bazı işlemlerden sonra nükleer silah yapımında kullanılabilir.

Nükleer santrallerin yaygınlaşması, nükleer silahların yaygınlaşmasına; nükleer güç sayısının artması da nükleer savaş olasılığının artmasına neden olacağı belirtilmektedir” (²)

Asit ve radyoaktif yağmurlardan, nedenlerinden söz ettik.

Başımıza taş değil ama yıllardır asidik ve radyoaktif yağmurlar inmekte. Topraklarımız, sularımız kirlenmekte. Besinlerimiz sağlıklı değil. Çünkü asit yağmurunun sebep olduğu kirlilik sonucunda topraklar ne denli temiz olabilirse o kadar temiz.

Çocukluğumda, Sıhhiyeden Kızılay’a yürümek isteyen kişiler başlarını gazete, çanta ve benzer eşyalarla kuş pisliğinden korumaya çalışırlardı. Çünkü kuş o kadar çoktu ki. Kuş sesinden araba sesi duyulmazdı neredeyse.

Yaklaşık bir ay önce eczaneye gittim. İçeri girdiğimde 5-6 yaşlarında bir kız çocuğu annesinin elinden tutmuş ilaçlara bakıyor annesi de eczacıdan çocuğu için aldığı astım ilacının nasıl kullanacağını öğreniyordu. Bir yandan sıranın bana gelmesini beklerken bir yandan güzeller güzeli çocuğu seyrettim.

Çocuklarımızın her şeyin en iyisine sahip olmasına isteriz. Elimizden geldiği gücümüz yettiğince. Şimdi aklıma geliyor da bu küçük kız çocuğu büyüdüğünde annesine “Benim için neler yaptın ya da beni çok mu seviyorsun” diye sorduğunda annesinin vereceği cevap sanrım şu şekilde olur. “Seni elimizde geldiğince iyi okullara gönderdim, giysiler, oyuncaklar aldım.Sana güzel bir gelecek hazırlamak için elimden gelenin en iyisini yapmaya çalıştım. Tabii ki seni canımdan çok seviyorum”

Peki ya, çocuk annesine saydıklarının dışında “Benim geleceğim için ne yaptın anne” diye inatla sorarsa…. Verilecek cevapların hepsi tüketildiğinde yine ve inatla diğer yaptıklarını geçtim nasıl bir gelecek bıraktın diye soracak olursa anne nasıl bir cevap verebilecek çocuğuna.

Anne “Ben tek başıma ne yapabilirdim?” diye düşünebilir. O zamanda çocuk, "Tek başına belki bir şey yapamazdın ama anneannemin söylediği bir elin nesi iki elin sesi var düşüncesinden yola çıkarak da bir şeyler yapamaz mıydınız ?Beni en iyi okullarda okutmuş bir dediğimi iki etmemiş olabilirsiniz Ama sağlığım için yaşayacağım çevre, içeceğim su, yiyeceğim besin, gölgesinde dinleneceğim ağaçlar, yazın gireceğim deniz, denizdeki balıklar, doğadaki canlılar için ne yaptınız? Hani çocuklarınız, torunlarınız sizin geleceğinizdi. Onları gözünüzden bile sakınırdınız? Peki o zaman nasıl bir sağlık ve gelecek bıraktınız çocuklara…Ne yaptınız anne, ne yaptınız?"

Çocuğun annesine ısrarla ve inatla sorduğu sorunun cevabını dürüstçe, elimizi vicdanımıza koyarak kaçımız doğru cevaplayabiliriz.

http://www.greenpeace.org/turkey/news/ilovvenuclear

(¹) Çevre Politikası – Ruşen Keleş-Can Hamamcı / İmge Kitabevi

(²) Ekoloji ve Çevre Bilimleri- Mine Kışlalıoğlu-Fikret Berkes/Türkiye Çevre Sorunları Vakfı

var gaJsHost = (("https:" == document.location.protocol) ? "https://ssl." : "http://www."); document.write(unescape("%3Cscript src='" + gaJsHost + "google-analytics.com/ga.js' type='text/javascript'%3E%3C/script%3E")); try { var pageTracker = _gat._getTracker("UA-7006964-1"); pageTracker._trackPageview(); } catch(err) {}

 
Toplam blog
: 226
: 1337
Kayıt tarihi
: 26.01.07
 
 

1960 İstanbul doğumluyum. Kitap okumayı, yazı yazmayı, resim yapmayı ve yabancı dil'den Türkçe'ye..