Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Ağustos '07

 
Kategori
İlişkiler
 

Yağmurlu bir günde… (3)

Yağmurlu bir günde… (3)
 

Kadının asiliği ta çocukluğuna baba evine dayanıyordu aslında. Dört duvar arasına hapsedildiği, yorgan altında radyo dinlediği günlere döndü. Ve yorgan altında dinlediği arkası yarın kuşaklarını düşündü. O dinlediği kuşaklardan birinde kâbus şatosu adlı bir hikaye vardı. Babasını o hikayede adı geçen baba figürüyle özdeşleştiriyor, on santimlik dilme parçası ile kolunu bacağını kıran, kafasını gözünü kafasını gözünü patlatan bu adamdan nefret ediyordu. Dayak konusu genellikle radyo ve okunan kitaplar oluyordu. Gerçi dayak atmak için sokağa çıkmak, egzersiz yapmak, kilo almamak için az yenen veya yenmeyen ekmek, etek altına giyilmeyen pijama her şey, her şey etkendi. Zaman zaman kendini yok yere döven bu babayı, lavaboda abdest alırken arkasından bıçaklamayı aklından geçirmemiş değildi. Genç kız yaşadığı bu kabus şatosundan on sekiz yaşında kurtulmayı kafasına koymuş, dediği gibi de yapmıştı. Babanın o anki pişmanlık gözyaşları ise onu engelleyememişti. İşte evi terk olayından altı ay sonra bu adamla tanışmış, kendinden on dört yaş büyük olan bu adamda biraz da baba şefkati aramıştı, dünya’yı gezip görme sevdasının yanında. Fakat yağmurdan kaçarken doluya tutulmuş beklediğini bulamamıştı. Evine iki aylığına diye gelip başına musallat olan görümceleri de kendini o evde misafir gibi hissetmesini sağlamış olayın tuzu biberi olmuştu. Tüm bu gerçeklerin ışığında ikide bir seni boşarım tehditleri savuran adama ve evliliğine güvenmiyordu artık. Onun için onu terk edeceğinde kendine ve çocuğuna bakabilecek yetenekler edinmeliydi. Tam bu sıralarda duydu kadın; turizmle ilgili özel bir okul açıldığını. Evet, ne yapıp ne edip o okula gitmeliydi. Bu onun son şansı, kendinin ve oğlunun geleceğiydi.

Kocasının kendine bıraktığı altı aylık paranın tümünü yanına alarak okulun yolunu tuttu. Fakat onu tatsız bir sürpriz bekliyordu. Tüm parasını ve valizlerini yanına alarak kapısına dayandığı bu okul en düşük ortaokul düzeyindeki öğrencileri kabul ediyordu. Oysa o ilkokul mezunuydu. Kararlı olduğunu gördükleri kadına, en azından bir hafta denemesini, ondan sonra kayıt yaptırmasını önerdiler. Çünkü şimdi kayıt yaptırırsa, yatıracağı parayı geri alma şansı yoktu ve rakam da yüksekti. Kadın geçici kaydı kabul etmedi. Ben buraya valizlerimi toplayıp geldim ve başaracağıma inanıyorum dedi. Çaresiz kaydını yaptılar. Kursun süresi beş aydı ve yatılıydı. Bu sürede çocuğunu önce görümcesine bıraktıysa da bir hafta sonu eve geldiğinde çocuğu buz gibi betonda çıplak ayakla gezer görünce, çocuğu alıp annesine bıraktı. Çünkü yalnızca hafta sonları eve gelebiliyordu.

Sınıftaki en düşük öğrenim düzeyi lise idi. Aralarında Amerika’da eğitimine devam eden kolej mezunları bile vardı. Yabancı dil eğitimi yanında mesleki eğitimde verilen sınıfta kadının bildiği tek İngilizce sözcük “What is your name” idi. Kadın İngilizce kelimeleri telaffuz ettikçe sınıfta kıkırdaşmalar başlıyor, diğer arkadaşları ona gülüyordu. Bu da onun daha fazla hırslanmasına zemin hazırlıyor ve yabancı dilde olmasa da mesleki eğitimde birinciliğe imza attırıyordu dönem sonu final sınavlarında. Bu duruma en çok üzülende geceleri dahi saati kurup ders çalışan ve birinciliği kıl payı kaçıran kız arkadaşı olmuştu. Çünkü onun yanına gelerek “nasıl becerdin kız cadı” demişti. Daha önce ona gülüşen diğerlerinin hepsi ise gelip özür dilemiş ve tebrik etmişlerdi. Bu onun için en büyük ödüldü işte. Yine başarmıştı. Oradan diplomasını alarak ayrıldı.

Fakat bu durumun şu an dünyanın bir ucunda bulunan kocasının hiç hoşuna gitmeyeceğini de adı gibi biliyordu. Nitekim de öyle oldu. Büyük kavgalar yaşandı. Ve on beş gün sonra, yine bir başka ülkeye gitmek için yola çıkan kocası bu defa onu da götüreceğini ancak kendisini bir hafta sonra yanına aldırabileceğini söyledi. Ama çocuk onunla gelecekti şimdi. Kadın içinde şüpheler olsa da kabul etti, etmek zorunda kaldı. Çocuğu da yanına alarak İstanbul’a giden baba, oradan da çalışacağı ülkeye geçecekti. Fakat kadından gizlenen bir şey vardı. Bu gidiş başka gidiş olacaktı. Ve baba bunu o zaman dört yaşlarında olan çocuğa İstanbul’da söylemişti.

Bak seninle çok güzel bir yere gideceğiz ve orada sana Arap bir kız bakacak. Bunu duyan ve o ana kadar annesinden hiç ayrılmayan çocuk ise baba ben Arap kız istemiyorum, annemi istiyorum diye ağlamaya başlamış ve babasının eve telefon açarak çocuğun vizesi alamadım, gel çocuğu al demesini sağlamıştı. Oysa kadın daha İstanbul’a gitmeden çocuğun vizesinin halledildiğini biliyordu. Kadın toplam on bir saat gidiş, on bir saat dönüşü süren yolculuğun nasıl geçtiğini bile anlamadı. Yalnızca babasının eve telefon açmasını sağlayan oğluna var gücüyle sarıldı ve tanrıya binlerce kez dua etti o an. Oğlunu ona bağışladığı için.

 
Toplam blog
: 669
: 1503
Kayıt tarihi
: 19.01.07
 
 

Bir on dört mart sabahı güneş henüz arz-ı endam ederken üzeri yongalarla kaplı, küçük pencereli, ..