Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Aralık '08

 
Kategori
Blog
 

Yakınları uzak edenler

Yakınları uzak edenler
 

yüzler


En uzak mesafe ne Afrika'dır
ne Çin, ne Hindistan
ne seyyareler
ne de yıldızlar geceleri ışıldayan...
En uzak mesafe iki kafa arasındaki mesafedir
Birbirini anlamayan

Can YÜCEL


Bu günlerde anlamak eylemi üzerine modalar var. Anlamak...anlamamak.. anlatmamak..anlatamamak... anlatılsa da anlamamak..

"Anlatsam da siz anlamazsınız.."
"Bir anlat hele, belki anlarız.."
"Yok, boşuna nefes tüketmem ben.. anlamazsınız!.. Daha doğrusu anlayamazsınız!"
"Niye ki? Biz geri zekalı mıyız?"
"Yok, estağfurullah, öyle demek istemedim..!"
"Pardon, ne demek istemiştiniz öyleyse ? Ne demek istediğinizi anlayamadım da.."
"Bakın, ben demiştim size.. Anlayamazsınız.."

En çok da öğretmenlerde vardır bu "bir türlü anlamıyorlar!" saplantısı.. Bayılırlar anlatmaya... Döne dolana anlatırlar, ama bir türlü tatmin olmazlar anlattıklarından. Çünkü öğrencilerinin hepsi de silme aptaldır öğretmenlerin gözünde! Şekil çizerler, anlatırlar...örnek verir anlatırlar.. Bir daha.. bir daha anlatırlar. Sonunda zil çalar, onlar anlatmaktan.. çocuklar da anlamaktan kurtulur!

"Oh be! Dünya varmış. Ders bitti de nefes aldık! Hadi top oynayalım!"

"Yahu arkadaş... anlatıyorum, anlatıyorum.. anlamıyorlar bu veletler. Analarında babalarında iş yok bunların. Saldım çayıra, mevlam kayıra! İlgilensene kardeşim, çocuğunla.."

Öğretmenler ana babaya, ana baba da öğretmene suçu atar durur. Ne öğretmen.. ne ana baba bir türlü anlatamadığı için, olan, anlatılanları bir türlü anlayamayan zavallı çocuklara olur!

*****

İlkokul birinci sınıftaydım. Okulda toplam 30 öğrenci vardı, beş sınıf için tek öğretmen.. Beş sınıf bir arada ders yapardık. Ben, cingöz bir çocuk olarak, okula gitmeden okuma yazmayı sökmüştüm. Bu nedenle öbür arkadaşım (iki kişiydik birinci sınıfta) sayfalar dolusu "Ali okula koş" yazarken, ben ellerimi çeneme dayar, büyük sınıflara anlatılan dersleri dinlerdim. Birşey anlamazdım ya, dinlerdim işte..

Bir gün, öğretmen beşinci sınıflara Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u karadan gemileri yürüterek nasıl fethettiğini anlattı. Çok milliyetçi bir öğretmen olmalıydı ki, coşmuştu derste. Sıraları ortaya çekti, bazı ablalarla abileri tahtaya çağırdı, onlara çeşitli görevler verdi ve hep birlikte gemilerin karadan nasıl yürütüldüğünü, düşmanın nasıl gafil avlandığını canlandırdılar. Bizim öğretmen, Fatih Sultan Mehmet'ti tabi bu canlandırmada.. Ne İstanbul, ne gemiler ne de Fatih Sultan Mehmet çekmişti ilgimi. Bana ilginç gelen tek şey, "Teksas" kitabındaki Kızılderili şefi "Oturan Boğa" gibi sürekli kürsüsünde oturan öğretmenimizin, İstanbul'u fethetmek için sıraların üzerinde keklik gibi sekmesiydi.

O günden sonra biz de her teneffüste İstanbul'u fethettik durduk :)

Yıllar sonra Hababam Sınıfı'nda Şener Şen'i Badi Ekrem rolünde izlerken, Fatih'in gemilerini karadan yürüten ilkokul öğretmenimizi hatırladım.

Ayasofya, önceden kiliseyken, fetihin üçüncü gününde camiye çevrilmiş.

AGD Genel Başkanı İlyas Tongüç fetih günü dolayısıyle bir dolu laf etmiş gazetelerde de şu sözlerini aktaracağım yalnızca: "İslam’ın fetih anlayışının imhayı değil, ihyayı esas aldığını görmelidirler. İslam medeniyeti fethettiği topraklara zulmet değil adalet, külfet değil rahmet, eziyet değil şefkat getirmiştir."

İlyas Tongüç'ün sözlerine bakarak şunu anlıyorum:

Ayasofya kiliseyken, pazar duasına gelen hırıstiyanlara kilisede papaz tarafından zulüm ve eziyet ediliyordu her halde.. Hıristiyanlar için kiliseye gelmek külfet olmalıydı. Aslında Konstantiniyye'de yaşayan Hıristiyanlar Müslümandılar da Ayasofya'nın rahibini kandırıyorlardı herhalde..
Ayasofya, cami olur olmaz, bütün hırıstiyanlar sandıklarına sakladıkları takkelerini çıkarmışlar, böylece hıristiyanlığın zulmünden, eziyetinden ve külfetinden kurtulmuşlar!

"Doğru anlamış mıyım öğretmenim?"

"Çık dışarı!"

"Dışarı mı çıkayım ? Neden ? Daha zil çalmadı ki!"

"Çık dışarı geri zekalı! Kovuyorum seni sınıftan, anlamadın mı?"

"Aslında pek anlamadım! Neyse.. Çıkalım bakalım."

Yazılanlar.. okunanlar.. söylenenler.. söylenmeyenler.. anlatanlar.. anlatmayanlar.. anlayanlar.. anlamayanlar.. uzar bu liste!

"Herkese hak ettiği yazar ya da okur!" diyerek kestirip atmaktır en iyisi. Okur ve yazarları böleceksin. Aydın olmanın baş kuralı budur! Bölmek ve bölünmek. On iki kişiyi geçmemeli klikler. On iki oldu mu bölüneceksin. Sonra sayıyı yükselteceksin biraz. On iki oldu mu gene bölüneceksin.. Yazarsan, önce okurunu bölmelisin. Okurlar ve okuyucular.. Sonra okurları ve okuyucuları da kendi aralarında böleceksin. Yazılanları anlayanlar ve anlamayanlar.. Birileri karşı çıkacak olursa yazdıklarına, onları da "anlamayanlar" hanesine kaydıracaksın. Böylece, çevrende sana karşı çıkacak kimse kalmayınca da mis gibi yazarsın yazılarını. Resmî Tarih yazarları gibi..
Özgürsün artık. İstediğine atıp tutabilirsin! Hatta okurlara değil, ölmüşlerin ruhuna da atıp tutabilirsin. Özellikle de gözleri görmeyene atıp tutacaksın ki yazdıklarını okuyamasın ve sana cevap veremesin! Hem kör, hem ölü oldu mu daha güzel atıp tutarsın. "Sapık" de örneğin otuz kırk yıl önce aramızdan ayrılmış halk ozanına... Nereden duyacak seni?! Evrensel şairlere "gavur" de, üç yüz dört yüz yıl önce yaşamış halk ozanına "boynuzlu" de, kendine de "edebiyatçı" de, "yazar" de, ne dersen de!

Ama okurun aptal olmadığını asla unutma ve kimseye de yutturmaya kalkışma!..

Okur aptal değildir.

Yazarın okur seçme hakkı yoktur. Çünkü yazarın tekelinde değildir, yazın dünyası. Bu nedenle, özellikle de okuruna cepheden saldıran yazarın, kedinin kuyruğuna teneke bağlayan ve saldırganlık duygularını tatmin eden birinden farkı yoktur. Tangur tungur teneke seslerine ve kedinin miyavlamalarına çıkan mahalle sakinlerine, "rahatsız oluyorsanız, çıkmayın evinizden, kulaklarınızı tıkayıp oturun" demek, saçmalamanın daniskasıdır. Demek ki okura "siz aptalsınız, anlamazsınız" diye hakaret etmek, sonra da sen benim yazdıklarımı okumayı hak etmiyorsun zaten, diyerek zeytinyağı gibi suyun yüzüne çıkmak, bir yazarın yapacağı davranış değildir. Eğer yazar değil de yazıcı olduğunu düşünüyorsa, susup oturmalıdır.

Evet, yazarın okurunu seçme hakkı yoktur. Ama okur, yazarını seçer..

Kendinden başka herkesi küçük gören, aşağılayan, salt egosunu tatmin etmek için kalem oynatan yazarları; kapitalist sistemin insan ilişkilerine balta vurup çocuğu anadan babadan, kardeşi kardeşten, dostları, sevgilileri birbirinden ayırıp ırağa düşürdüğü yetmezmiş gibi; buz tutmuş bencillikleri yüzünden, buz tutmuş yürekleriyle yakınları uzak edenleri protesto ediyorum.

Bundan böyle yalnızca emeğe ve emekçiye değer veren, hayatı ve insanları "sevgi dolu bir öfkeyle" sorgulayan "sevgideğer" yazarların yazdıklarını okuyacağım.



http://www.megakomik.com/wide_show_video.asp?movie=66 (Hababam Sınıfı/Badi Ekrem)


 

 
Toplam blog
: 142
: 969
Kayıt tarihi
: 04.07.08
 
 

Yaşam, sorulardan ve yanıtlardan oluşmuş. Her soru, aynı zamanda kendinin yanıtı... Çift yumurta ..