Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

05 Mart '11

 
Kategori
Deneme
 

Yalnızlık unutulmuşluktur

Yalnızlık unutulmuşluktur
 

benden


Acayip yalnız bir adam: 

Bir insanın yalnızlığını hiçbir anlatı, şimdi okuyacağınızdan daha iç sızlatıcı anlatamaz: Hikâyeyi kimden duymuşum, kimi anlatırmış hiç hatırlamıyorum. Aslında hikâyenin kendisini de çok iyi hatırlamıyorum; azını veya çoğunu uydurmuş da olabilirim. Anlatanın ve hikâyenin gerçeklik payı bu kıssadan hikâyedeki özlü yalnızlık algısını ne çoğaltır ne azaltır diye düşünüyorum. Esas olan hikâyenin dinleyene göstereceği kendi gerçekliğidir diyerek anlatıyorum: 

Evlendiği günden beri her sabah zamanında işe giden, akşam hep aynı erken saatte eve dönen bir adam varmış. O kadar evcimenmiş yani. Adamın eşi kocasını her akşam erkenden ayakaltında bulmaktan zamanla sıkılmıştır. “Git dolaş, eve biraz geç dön” der sonunda. Ertesi akşam adam eve her zamankinden beş dakika daha geç döner. Eşi bu kadarcık gecikmeyi yetersiz bulduğundan ertesi akşam on beş dakika, bir sonraki akşam yarım saat geç döner. Gene yetmez, karısı yatıncaya kadar söylenir durur. 

Ertesi günün akşamüstü kadın her zamanki gibi demlediği çayı arka bahçeye bakan balkona getirir. Her akşam burada oturup kocasıyla karşılıklı çay içmeyi alışkanlık yapmıştı. Çayın yanında muhakkak bir dilim kek veya bir poğça börek illa ki olurdu. Demini alıp almadığını görmek için çayı önce kendi bardağına koyardı. Gene öyle yaptı. Çay demini almış, mis gibi olmuştu. Kocasının bardağına da çay deminden koymuşken kadının aklı başına gelir; “Aa! Adam gelmedi ki ayol!” der şaşkınlıkla ve, “Bilseydim gecikeceğini çayı demlemezdim” diye geçirir içinden. Sonra adamın bardağındaki sıcak çay demini balkondan aşağı atar. “Aahh! Yandım!” diye bir haykırtı gelir aşağıdan; baktığında ne görsün? Kocası balkonun altında yakalarını silkeleyip durmaktadır. 

- Aa! Ne işin var senin orada be adam? Yoksa çay sana mı geldi?
- Yok bir şey hayatım. Yakacak kadar sıcak değilmiş. Birden panik yaptım. 

Meğer adamcağız aslında eskisi gibi hep aynı saatte dönermiş evine de, karısı kızacak diye sessizce arka bahçeye geçip beklermiş. Küçük balkonun altındaki kütüğe oturup vakit dolduruyormuş meğer. O gün için adam bir buçuk saatlik şahsiyet gecikmesi yapmayı kafasına koyarak dönmüş eve. Karısı günlük alışkanlığıyla kocasını evde sanarak balkonda bardaklara çay koyarken adam aşağıda meşe kütüğüne oturmuş zaman dolsun diye eline geçirdiği eğri bir değnekle toprağı eşeliyormuş… Unutulmuşluk hazin bir yalnızlıktır…
** 

“Tıpkı kalabalık bir asansöre tıkışmış gibi yaşıyoruz. Her birimiz kapıya doğru dönmüş, ellerini ya önünde birleştirmiş ya da iki yana sıkıca yapıştırmış, kimseye dokunmamaya ve dokunulmamaya çalışarak durmaktadır. 

Ara sıra duyduğum tipik asansör müziğini, sokaklarda yürürken de duyuyorum sanki: Yalnızsın, ama korkma, kalabalığın arasındasın. Meraklanma, herkes senin kadar yalnız. Endişelenme; kimse dokunmayacak sana. Diğerleri de senin kadar korkak. Hiç kimsede; ‘Ben geldim. Beni dinler misin? Tanımaya çalışır mısın?’ diyecek cesaret yok. Aman sakın, gözlerini yana kaydırma. Dümdüz, duygusuz bir ifadeyle bakışlarını sabitle. Asansör durunca da oyalanma hemen koridora çık ve işlerin canına okuyacak yalnız kahraman edasıyla doğru çalışma odana yürü. Yoldaysan, sert, kararlı adımlarla yürü yolunda. Sanki çok önemli bir işin varmış, kime, nereye gideceğini dünden biliyormuşsun gibi. 

Yanlış insanlara rastlamaktan veya incitilmekten korkmayın. Elinizi verdiğinizde kimliğinizi de verecek değilsiniz; gene de benim bile ödüm patlıyor tanımadığım insanlarla sohbet etmeye. Yine de yabancılara dokunmaya ve onlarla konuşmaya fırsat çıktığında seviniyorum; çünkü çok basit bir matematik hesabım var benim: Terapiye başvuran herkes yalnızlıktan, iletişimsizlikten ve anlaşılamamaktan şikâyetçi değil mi? Aynı şikâyetle yakınan binlerce insan dışarıda dolaşmıyor mu? Öyleyse bu yalnızlık acısının gerçek çaresi içeride benim yanımda değil; dışarıda”
(Psikoterapist Jülide SEVİM’ in modern hayat yalnızlığına bakışından yapılmış bir düzenlemedir) 

Çarenin dışarıda olduğunu söylüyor… Çarenin yalnızların birbirlerini fark edebilmelerinde olduğunu söylüyor… Sanırım hayatın bir yerinde tek başına kalmışlık değil de birlikte yaşadığı insanların içinde yalnızlığının fark edilir olmayışı insanı daha çok kahrediyor… 

Biz belki de evrenin sonsuz yalnızlığı içinde kendi varoluşuna bir anlam vermenin rahatsızlığıyla baş edebilmek için maddenin doğal evrimine isyan eden bir yalnızlıktan başka bir şey değilizdir… 

*
Düşünülen şey yalnız değildir:
Düşünüyorum öyleyse yalnız değil miyim? Sanırım düşünülen şeyin yalnız olamayışı ancak düşünüldüğü duyusuna sahip bir düşünülen için geçerlidir. 

Yalnızlığın terk edilen hali olmaktan korkarken bir yandan da yalnız kalabilmeyi yani terk etmeyi özleriz. Bazı terk edilişler sadece düşüncede ve duyuda gerçekleştiği için “düşünülüyorum öyleyse yalnız değilim” diyebiliriz. Çünkü ayrı kalmış olsak da terk edilmiş değilizdir… 

Yalnız kalmaya, hele de geceleri yalnız yatmaya hiç gelemeyen insanlar vardır. Ben kadınlarda bu yalnız kalma korkusuna daha sık ve güçlü biçimde şahit oldum. Böyleleri sırf yalnız geçecek bir gecenin ürpertici yok edişine kapılmaktan korktukları için "şıpsevdi" olmayı göze alırlar. Yalnızlığı böyle ürkütücü gelmesine rağmen insanın asıl derdi bence yalnızlık değil. Zaten hep biliriz içimizde bir yerde yalnız birinin var olduğunu; birçok şeyin paylaşılamadığını, en fazla paylaşılıyormuş gibi yapıldığını çocuklar bile sezerler. 

Yetişkinliğe giriş yalnızlığa "giriş" yapmaktır belki de. İçimizde bir yerde saklanan yalnız kimliğimizle tanışmak yetişkinliğin en yiğit sınavıdır bana göre. Hayattaki varoluş gücümüz (yani sosyal, ekonomik ruhsal iktidarımız) gelişip serpildikçe yalnızlığımızın üzerine daha özenle kapanmaya başlarız. Güçsüzken yalnızlıktan kaçıp korkarken, güçlü olduğumuzda hevesle kucaklarız onu... 

Haşmet Babaoğlu unutulmuşlukta hissedilen yalnızlığa örnek verirken şöyle der. Aslında onun deyişinde bu “düşünülmeyenin yalnızlığıdır”. Kısadan toparlayıp geçiyorum: 

“Yatakta yatıyorsunuz. Yalnız değilsiniz. Fakat yanınızdakinin ne düşündesiniz ne de düşüncesinde... Aldatılmak değildir bu. İhanet hiç değildir; belki hiçbiri asla olmayacaktır. Gene de o an anlamışsınızdır çok daha büyük, çok daha şahsi bir yalnızlığın içinizi boşaltmakta olduğunu... Birdenbire kalabalığın ortasında kaybolmuş, yolunu unutmuş bir çocuk gibi hissedersiniz. Ne sevişmek ne de alışkanlıkların ortak sıcaklığı keser içinize üfüren bu serin duyguyu. 

Onda yaşamak... Bir başkasında varlığını sürdürmek... Onun düşünde, düşüncesinde var olabilmek! Bence budur asıl istediğimiz. İlle de en şahanesinden aşk veya benzer tutku ilişkisi gelmesin aklınıza: 

Sevişmek: Çarpışmak, çarpmak, duyuların içine girmek, duyuları içeri almak...
Sevmek, sevilmek: İçinde kalmak...
Nedir bu?
Ölümsüzlük arayışıdır belki de...” 

Yalnızlık bu arayışa en büyük ve yıkılmaz bir engel olabildiği için insan onu kendine sorun etmektedir. Gerçekte insanın derdi sonsuza dek hatırlanıp bilinmektir. Belki de bu yüzden sevişmek ölümlü dünyadan bir ölümsüzlük payesi kapmanın en zevkli yoludur… Leyla ile Mecnun gibi… 

Belki de aşk bu ölümsüzlük arayışının en büyük hilesidir. Her âşık kendini sonsuzluğun efendisi sanmaz mı? Gene de ölümsüzlük arayışı ille de aşk ile yapılmaz. Yalnızlık içinde, kimseye dokunmadan, hatta kimseyle sesli ve görüntülü konuşmadan da insanların düşüncesinde var olabilmek sanatla mümkündür. Şair hiç tanımadığı insanların düşüncesinde ve gönlünde sonsuza kalabilir. Besteci de öyle. Ya da bir başka sanatçı… Bu bağlamda sanatçı tek başına yaşasa ve ölse bile sanatından dolayı yalnız kalamaz. Hatırlanan şey yalnız değildir. Hele de sevgiyle hatırlanıyorsa… 

Muharrem Soyek 

** 

 
Toplam blog
: 363
: 1765
Kayıt tarihi
: 04.08.08
 
 

Parasız yatılı Darüşşafaka Özel Lisesi'nde iki yılı hazırlık sınıfı olmak üzere yedi buçuk yıl ok..