Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

26 Kasım '10

 
Kategori
Öykü
 

Yangın ile sevda

Yangın ile sevda
 

albatros


Çok kitaplar yazılmış sevdanın kütlesine dair. Külçeliliğine dem vurulmuş, taş gibi maden gibi ağır kılınmış etkisi. Sabitmiş de kalıcı bir saplanmaymış gibi anlatılmış şarkılarda, şiirlerde, hikâyelerde.

Oysa göçmendir, bir küçük albatrostur sevda…

Yıl 2000:

Zafer ziyaretine geldiği arkadaşının dükkânın önünde sohbet ederken, çöpü karıştıran bir kız gördü. Kız sırtını döndü, onun küçük bir kadın olduğunu gördü. Sırtına bağlı bir bebeği vardı, bebek ağlamıyordu. İkisinin de yüzü kir pas içindeydi. Etraftakiler gözlerinin aşinalığından olmalı, onlar yokmuş gibi davranıyordu. Dayanamadı Zafer; kimdir bu kız diye sordu.

Yıl 1991:

Okula başladıkları günden beri üçünün de tek hedefi vardı. Üniversiteyi başka kıtalarda okuma fikri, başlı başına kışkırtıcıydı. Kim hangi kıtada olmalı diye didişiyorlardı yine. Nedense Afrika rağbet görmüyordu. Amerika’yı isteyen bir kişi olduğundan o netleşmişti. El becerileri, iyi İngilizceleri, okuldaki başarıları onları şimdiden böbürlenecek kadar büyümüş insanlar yapmıştı. Tüm dünyaya meydan okuyacak kadar cesurdular. Ülkenin yoksul, çaresiz insanlarından olmayacaklarına dair birbirlerine verdikleri söz; tanımsız bir güçle kenetlenmelerini sağlamıştı. İmkânsızlıkların üstesinden gelmek için, var güçleriyle çalışıp; sistemin göze batan parçaları olmayı becermişlerdi. Sınıflarında ilk sıralarda yer alan üç kafadar, ne üzerine okuyacakları konusunda da hemfikirdiler. Üçü de mimar olmak istiyorlardı. Doğal afetlerle yerle bir olan şehir yeniden kurulurken, her zamanki estetik yoksunu haline tepki olarak başlayan bu istekleri, daha sonra akılcı bir tutkuya dönüvermişti.

Onlarla gururlanacak kimselerinin olmayışı, böyle bir eksikliğin farkında dahi olmamaları hayatlarının gerçeğiydi. Bir yetiştirme yurdunda büyüyen, yaşamı öğrenen bu üç kafadar; ellerinde dünya atlası kendilerince eğleniyorlardı. Adlarının asıl adları olup olmadıklarına takmışlardı bir süredir. Bu yüzden lakap taktılar birbirlerine. Zıpır, Yangın ve Kumar diye seslenir olmuşlardı birbirlerine. Tüm yurttakilerin illallah dediği şakaları yüzünden Zıpır makamına yükseldiğine sevindi biri. Her zaman birine, bir olaya, bir manzaraya âşık olması yüzünden Yangın dediler birine. Yaşamın şansa, tesadüflere bağlı ve çok kısa olduğunu savunduğundan Kumar oldu ötekinin adı.

‘havaryu’ dedi Kumar ‘fayn lan fayn’ dedi ikisi birden, gülüştüler.

Atlastan yer beğeniyorlardı, milli takımı yüzünden Berezilya olsun istiyordu Zıpır. Kumar Amerika kıtasının kuzeyini gösteriyordu parmağıyla. Başka kıta sayılır mıydı tartışması vardı aralarında, Alaska için. Gazetenin birinde gördüğü fotoğraflar yüzünden, kendine benzeyen tipteki insanların yanına yerleşmekti niyeti. Zorda olsa kabul ettirdikten sonra ikisi birden Yangına sordu.

‘Fransa’ dedi o, ‘Eyfeli görmeden bir günüm geçsin istemem, büyüdüğümde’ diye de ekledi.

Ranzanın üstünde yan yana yatan üç can, birbirlerinin omuzlarına kaynamış ellerinden geçen sevgileriyle, aynı hayale odaklanmışlardı.

Yıl 1995:

Kurban bayramında kesileceğini anlamış gibi kaçan koçların, bakışlarının hemen üstüne işlenmiş hareleri, alnının çatında peydahlanmış üç noktalı işaretleri, anlamındaki duruşlarından bahsediyordu Yangın.
Zıpır ‘bizim gibiler’ deyiverdi, ‘koçlar aynı bizim gibiler’. Kimsesizler yurdundan çocuk almak için genellikle küçük yaşları tercih ediyordu aileler. İşin farkında olanlar, en cici hallerini takınıp, bekleşirlerdi o günlerde. Bizim kafadarlar ise, hiçbir dönemlerinde aile yanına gitmek istememişti. Kaçak binecekleri gemilerin hayaliyle, bugüne kadar yaşamışlardı. Makine dairesinde çalışmak zorunda kalacakları için veya açlıktan değil, havasızlıktan korktuklarından bugüne dek cesaret edemedikleri bu kaçış serüveni; yaşları ilerledikçe daha da zorlaşıyordu sanki. Oysa yaşları arttıkça bu korkunun azalması gerekmiyor muydu?

Yangının sessizliği yine birine âşık olduğu anlamına geliyordu. Bu aralar kaçıştan bahsetmiyordu, gözleri hem hiçbir yere bakmıyor gibi dalgın hem de her tarafı gözlüyor gibi titrekti. Öteki mahalledeki kız yetiştirme yurdundaki çocuklardan birine sevdalanmıştı. Yolda karşılaştığı ilk andan beri onu unutamıyordu. Tanıdık biri gibi, yıllardır ona âşıkmış gibi, eskimiş ama yıpranmamış bir şal gibi sarıyordu etrafını o kız. Kokusunu duysa şaşırmayacak, elini tutsa geçmişini de tutacaktı sanki. Arkadaşının bu suskunluğu Zıpırın hoşuna gitmediğinden, kıza Yangının ona âşık olduğu haberini uçuruvermişti. Yangın epeyce bir zaman kızın ona gülümsemesinin asıl sebebini bilmemişti.

Bir yıl sonra görüşmeye başladıklarında, sevgililiğin ne demek olduğunu bilmiyordu ikisi de. Yan yana durmak yetiyordu, sohbet etmek, olmayan geçmişe kızmak ve bu anlarda yüzlerinde benzer şekiller belirmesi, hoşlarına gidiyordu.

Yıl 1997:

Ağlamaktan şişmiş gözleriyle, yıkılmışlığının kanıtı çökmüş omuzlarının söyledikleriyle gelmişti Sevda. Ne dese konuşmadı, ne etse dindiremedi acısının yankısını. En yakın kız arkadaşından nice sonra öğrendi olanları. Yurttaki gece bekçisi zorla sahip olmuştu ona.

Kaçmaya karar verdiler. Nereye gideceklerini bilmediklerinden, yürümeye başladılar. Ayaklarında tüm yaşanmışlıkların gücü, yorulmadan, usanmadan yürüdüler. Kaç köy geçtiler bilinmez, mola verdiler. Elma bahçesinden elma topladılar, kimse görmeden domates kopardılar bir başka evin arkasından. Bir kanyonda buldular kendilerini, iki yanda yükselen dik yamaçları, dikenli çalıları, kestane ağaçlarıyla, ölmüşlerde cennete varmışlar gibiydi durumları.

Gece boyu yürüyebileceklerine karar verdiler; gökyüzünde yarım ayın ışığı, yüzlerinde hayattan alamadıklarıyla çoğalmış kinin gölgesi…
Aylarca elini bile tutmadı korkmasın diye. Saçlarını o uyurken okşadı bir kere hepsi o kadar.

İçindeki çığlık ‘böyle olmamalıydı’ demekteydi, sadece ikisinin duyduğu bir güzellikte olan melodisiyle…

Avare bir Kıpti olan kurtarıcıları ile tanışmaları umut vermişti onlara. Yangın ve Sevda civar köylere işçi olarak gidiyor, geçimlerini öyle sağlıyorlardı. Vecih ağabeyleri onlara yeni bir dünya sunmuştu. Dere kenarında kurulu derme çatma çadırlarında yeşeren sevgi ortamı ile birlikte sevişmenin ne olduğunu da öğreniyorlardı. Yaklaşık bir yıl sonra Sevda hamile kaldı. Balıkçılığı iyice ilerlettiğinden Yangının iş bulması kolay oluyordu. Birkaç kez jandarma baskını yemelerinin dışında bir sorun yaşamamışlardı.

Ta ki çocuk hastalana kadar…

Yıl 1999:

Okul yıllarında en çok bu tarihten korkuyorlardı. Bir rivayete göre dünyanın sonu gelecek, bir başkasına göre uzaylıların istilasına uğrayan dünyada, taş taş üstünde kalmayacaktı.

Ateşler içinde yanan oğullarını hastaneye getirdiklerinde, korkularının yüzlerine vurduğu gerilim herkesçe hissediliyordu. Kimlikleri yoktu, akrabaları yoktu, birbirlerinden ve Vecih’ten başka kimseleri yoktu.

Hastanenin bahçesinde beklerken erkek yurdunun çaycısını gördü, ne yazık ki tanımıştı onu. Dünyanın sonunun 1999 da olacağı doğruymuş meğer. Duydukları dünyanın sonunun geldiğini gösteriyordu. Bahçedeki yaşlı çaycı onu bir kenara çekti ve dinle beni dedi.

‘’Sevda’nın peşini bırak, siz kardeşsiniz’’.

Adam bir şeyler anlatmaya devam ediyordu ama Yangının duyacak hali kalmamıştı. İnanmadı elbette, adam bunun üzerine onu, yurda gidip kayıt arşivlerine bakmaya çağırdı. Adam o sırada bir çocuklarının olduğundan haberdar değildi. Gittiler, önemli bir konu olduğunu anlatıp, rica ile bilgilere ulaştılar. İkisi de aynı gün yurda gelmişti. Anne ve babası akıl hastası olduklarından bir kış günü, denize girmiş ve bir daha çıkmamışlardı. Onları bulduklarında donmak üzere olduklarını anlatırken, Yangın koşmaya başladı. Sadece ‘geliyorum anne’ diyordu ve koşuyordu. Sahile kadar koştu, kimseler yetişemedi. Denize girdi ve bir daha dönmedi.

Sevda bunlardan habersiz, oğlunun düşen ateşine gülümserken öğrendi her şeyi.
O günden beri çöp topluyor yarı aklıyla, herkese gülümsüyor ve Yangını soruyor.

Öğretmenler günü 2010

 
Toplam blog
: 70
: 412
Kayıt tarihi
: 02.11.09
 
 

Gençliğime kadar İskenderun'daydım, sonra Yıldız Teknik'te İnşaat Mühendisliği okudum fakat o mesleğ..