Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Kasım '08

 
Kategori
Sosyoloji
 

Yanyana yaşama bilinci

Yanyana yaşama bilinci
 

OSMANLI döneminde bir aile (20.yy başı. Sanal ortamdan alınmıştır.)


İşte nice beylik sözlerden biri:
'Dünyaya gelmek kolay yaşamak zordur!'

Çünkü o an, ne olup bittiğini bilemeyiz. Yeni bir oluşum için yeni bir ortama çıkmak zorunda kalmışız: Bilincimiz de her şeyi algılayacak durumda değil. Çevremizin o çok çeşitli etkileri ile bilincimiz, yeteneklerimiz gelişir, davranışlarımız çeşitlenir. Bir aile, bir sokak, bir okul, bir topluluk içinde yaşamakta olduğumuzu anlarız. Bütün bunların bir geçmişi olduğunu; anılarımız da çoğaldığını öğreniriz günden güne.

Duygularımız da çeşitlenir: Sevinçli, üzgün, şen, tasalı, umutlu, umutsuz, ürkek, korkak, heyecanlı, kaygılı, öfkeli, sabırlı ya da sabırsız olabiliriz. Bütün bunları yaşarken, kendi özel çevremizde 'bir kişi olarak' gelişirken hem eleştirir hem de eleştiriliriz.

Çatışmalarımız, tartışmalarımız, bilgisizliklerimiz, kızgınlıklarımız, övünçlerimiz yanında pişmanlıklarımız da olur. Verdiğiniz emeğin karşılığını da gönlünüzce alamayabilirsiniz. Size bazı adlar yakıştırıldığı gibi siz de başkalarına bazı adlar, bazı özellikler yakıştırırsınız.

Kendinizi açıklamaya başladıkça çevrenizden haklı ya da haksız eleştiriler alırsınız. Önce evde başlayan 'sevgi de çatışma da' giderek dışarıya doğru gelişir: Seven, sevilen ya da sevilmeyen birisi olabileceğimiz gibi hırçın ya da uysal bir kişi olarak yaşamaya tutunarak büyürüz.

Sonra isteseniz de istemeseniz de ''tarih'' denilen bir bilgi alanına çekilirsiniz: Derin mi derin, karanlık mı karanlık bir ortamdasınız artık. İnceledikçe karanlık da derinleşir! Belge, bilgi olmadan ''yorumlama'' sürecine girersiniz. Sonsuz denilebilecek kadar pek çok unsurun karşılıkı olarak birbirini etkilediği bilgiler içinde kendinizi, öğrendiklerinizin de büyüsü ile bir yere yerleştirirsiniz! Burası sizin fil dişi kulenizdir. Eğer orada, hiç değişmeden oturur kalırsanız vay halinize! Bir de ''sürekli olarak kendinizi üstün görmeye başlarsanız'' sonunuz ne olacak? Arkeoloji, antropoloji, el sanatları, toplum bilim, dil bilim, edebiyat, hukuk, ekonomi ile siyaset olmadan geçmişin bir muhasebesi demek olan ''tarih'' bilinebilir mi?

İşte ülkemizin; pek çok konuda olduğu gibi ''Ermeni Olayları'' ile son otuz yıldan bu yana ulaştığı, içine düştüğü acıklı durum budur. Olaylara tek yönlü olarak bakmak yanlışını sanırım bizim kadar inatla savunan başka bir toplum yoktur. Sürekli olarak gözle görülenlerle kapışmak, dünü unutmak, olayların karmaşıklığını çözmeye çalışmamak siyasiler dahil çoğumuzun kolayına gidiyor olsa gerek. Bu durum ne yazık ki yirmi beş yıldan bu yana en acımasız bir biçimde tırmandırılan ''bize özgü olduğu özellikle vurgulanan TERÖR olayları'' ile de ortaya çıkmış bulunmaktadır.

Gerçekleri görmekten ve kimi bağlarsa bağlasın bazı haksızlıkları da söylemekten kaçınıyoruz. Osmanlı döneminde de olduğu gibi işin içinde nice hinlikler olduğunu dile getirmekten ekiniyoruz. İyi ki geçen yüzyılı en önemli buluşlarından ''televizyon yayıncılığı'' giderek yaygınlaştı da bazı kıstlamalardan, adım adım kurtulmaya başladık. Bu gibi gelişmelerin itici gücünün Fransız Devrimi (1789) yanında İnsan Hakları Evensel Beyannamesi (1948) ile onun genişletilmesi çabası gibi yayınlanmış olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (1952, 1998) ve onları bütünleyen diğer uluslararası sözleşmelerdir.

1800'lerden bu yana giderek büyüyen Ermeni Olayları konusuna dönecek olursak:

1071'deki Malazgirt Savaşı'nda 1230'daki Yassıçemen Savaşı'nda, Kosova Savaşı'nda, İstanbul'un Fethi'nde dökülen kanların hesabını bize kimse sormamaktadır. Neden Cengiz Han için Moğollar ile ortakları Türk boylarına hiç kimse bir şey sormamaktadır? Bu bakımdan Büyük İskender, Daryus, Attila, Sezar ile pek çok önder yanında Çin, Japon, Rus İmparatorları da masum sayılamaz. Ne yazık ki herşeyi kara bulutlara bağlı olarak yağmaya başayan bir yağmura birlikte ortaya çıkan bazı felâketler gibi görmek eğilimimiz var.

Ayrıca Maya, İnka, Aztek ile yüzlerce kızılderili kültürlerinin nasıl çökertildiğini yazılı kaynaklardan da efsanelerden de öğrenmekteyiz. Bu bakımdan bugün İnsan Hakları havariliği yapmakta olan çoğu Batılı Devlet de masum değildir. Yeri geldiğinde onlara gerektiği gibi cevap veremeyenlerin aklına şaşarım!

Fakat 1915 yılı ile birlikte Avrupa ile Asya'da egemen durumdaki Osmanlı Devleti yurttaşlarından Tebâyı Sâdıka sıfatı ile de anılan Ermeniler söz konusu olduğunda durum değişir! Doğu Adadolu'daki Osmanlı Ermenileri Çarlık Rusyası ile yapılan savaşlarda gönüllü olarak onların safında yer alırlar. Çünkü onlara Osmanlı Devleti'ni el birliği ile yıktıktan sonra, tarihte ilk kez ''bağımsız bir devlet'' kurma sözü verilmiştir. Bu uğurda da gizli ve âşikâr neler yapıldığını yazıyor tarih kitapları. Bir bölümünde de belgeler var; karşılaştırmalar yapılmış uzun uzun. Dün olduğu gibi bugün de bu konulardaki bilgi ve belge çatışmaları bitmiş değil. Tartışmalara vuzuha kavuşturabilecek belgelerin Osmanlı Aşivleri yanında Çarlık Rusyası, İngiltere, Fransa ve Almanya arşivlerinde bulunduğunda şüphe yok.

Sonuç ise 1200'lerde Bizans'a bağlı Kilikya Ermeni prenslerinin başına bir türlü hiç bir makan tarafından, bir krallık tacı konulamayışı kadar da hazindir: Bizans İmparatorluğu'ndan ve Papalık'tan gerekli ''devlet olma'' yetkisini koparamayan Kilikyalı Ermeni Prensleri ; Bizans ile İslam güçleri arasında sıkışıp kaldıkarı için yoğun bir ''mekik diplomasi'' uygularlar. Cengiz Han ile çevresine ''Batı'daki Bizans oyunlarını'' anlatırlar. Belki Moğollar'ın Selçuklular ile Abbasiler üzerine saldırmalarının bir nedeni de bu yakınmalardır. Ancak hiç bir şekilde istedikleri olmaz. Bağlı oldukları, çekiştikleri Bizans ise günden güne zayıflar.(Kaynaklar: 1. Rene Grousset: Bozkır İmparatorluğu... Çev.Dr.M.Reşat Uzmen. Ankara 1996. 2. Prof. Dr. Mehlika A. Kaşgarlı : Kilikya Tâbi Ermeni Baronluğu Tarihi, Ankara 1990).

Eğer egemenlikte bir sıralama yapmak gerekir ise Selçuklular, Beylikler, Osmanlılar ile Türkiye Cumhuriyeti birbirini izler bu topraklarda.O dönemlerde olduğu gibi Osmanlılar döneminde özellikle 1880'lerde başlayan gizli gizli silahlanma, örgütlenme ve suikastlar birbirini izler. Yine Kafkasları kasıp kavurarak gelen Ruslar 'a karşı verilen savaşlarda, Ermeni yurttaşlarımız din duygusu ile de olsa onların yanında yer alırlar. Silahlanarak, çeteler oluşturmaya başlarlar. Kendilerine ''bağımsız bir Ermenistan'' sözü verilmiştir! 1914'te Rusların yoğun saldırıları karşısındaki Sarıkamış yenilgimizden sonra: Kars, Iğdır, Ağrı, Erzurum, Muş, Bitlis Rus Orduları tarafından işgal edilir.

Bu gelişmelere de bağlı olarak, şaibeli duruma düşmüş olan Ermeni yurttaşlarımız Suriye Vilâyetimiz'deki şehirlere 1915'te yürürlüğe konulan 'zorunlu göç' (t e h c i r) kararı ile Osmalı güvenlik güçlerinin denetiminde, elbette Rus güçleri ile ilişkileri kesilsin, bir iç ayaklanma olmasın düşüncesi ile göçe zorlanırlar! Bir de bu ''tehcir işini Hollandalılar nasıl görüyor'' hiç bilenimiz var mı? Hollandalı bir bilgine göre ''Ermeniler'e uygulanan zorunlu göç'' bal gibi bir ''Made in Germany'' dir! (Bu yakıştırma Hollandalı Dr. Snouck Hurgronje'nindir).

Onun bu yakıştırmasını destekleyen bazı Osmanlı kayıtlarının var olduğu da çok açık. Birinci Dünya Savaşı'nı kaybedecekleri çok belli olan Alman Genel Kurmay yetkilileri, 1914'teki gizli yaklaşımları doğrultusunda 1917'de Şehzade Vahdeddin de bu konuda sigaya çekilmek istenir bir akşam yemeğinde sonra Adlon Oteli'nde. Liman Von SANDERS ile diğer Alman Subayları ne yazık ki bu konularda hiç bir belge bırakmadan gitmişlerdir. Bilinenler birkaç telgraf metni, bazı tahminler ile Gen. SANDERS'in içinde gerçekelerin saklanmakta olduğu Türkiye'de Beş Yıl (Berlin 1920) adlı anılarıdır.

Almanya İmparatoru 2. WILHELM ise bu tehcirden dolayı bir anda milyonlarca müslümanın da koruyucusu olur! (Kaynak: Mete TUNÇAY. Cihat ve Tehcir: 1915-1916). Olaylara dar açılardan bakmamak gerekiyor sanırım. Almanya'nın 19. yüzyılın başından beri Batılı diğer devletlerden az farklı da olsa bence ''geniş bir Osmanlı planının var olduğunu'' da unutmamak gerekiyor.

Oysa bu tür ''zorunlu göç''(tehcir) Ermenilerin hiç de yabancısı olmadığı bir tarihi vakıadır (Kaynak: Kevork ASLAN L'Armenie... İstanbul 1914). Osmanlılar kendi yurttaşlarını z o r u n l u olarak, eğemenliği altındaki Suriye ile Lübnan topraklarına yerleştirir. Anadolu'da bırakmış olduklarına karşılık, onlara evler, araziler verilir. Olan bitenler gerçekten acıdır: Yaklaşık 850 yıllık komşuluk ilişkisi, yerini ''yayılmacı güçler ile iş birliğine kalkışmış'' olan, yer yer de çevresindeki konukomşusuna silahlı saldırılar yapmaktan çakinmeyen Tebayı Sadıka'nın zorunlu göçüne bırakmıştır. Yıllardır tartışılan budur. Tarihçilerin görevleri bitmemiştir. Osmanlı Arşivleri bütün dünya tarihçilerine açık olduğu halde ne Rusya ne de Ermenistan arşivlerinden hiç bir belge, süregelen tartışmaları durultacak nitelikte bulunmamaktadır. Gerçekte bugün ulaşılmış olan demokratik süreçte bile bir devletin sınırları içerisindeki bazı kesimlerin, bazı ayrılıkçı toplulukların ister savaşta ister barışta olsun hasım bir devlet ile işbirliği kurması ahlâken de hukuken de mümkün görülebilir, alkışlanabilir mi?

Üzücü olan şu ki: Bugün 850 yıla yakın bir süredir bir arada yaşamış olduğumuz Ermeniler ile ilişkilerimiz, bazı acılarımıza rağmen dostça olmuştur. Ermenice'ye geçmiş olan binlerce Türkçe kelime, mutfak kültürümüz, bazı tavır alışlarımız, hiç bir aracı olmadan Tanrı'ya yakarmak; tarlada, bahçede, değirmende, nevruzda ve müzikdeki ortaklıklarımız nasıl unutulabilir? Ortak mutfak kültürümüzü ne yapacağız? Gezip gördüğüm ve okuyabildiğim kadarı ile ne Fars ile ne de Arap ile bu kadar ortak yanımız yok!

Şam'da 2001 yılında karşılaştığım Ermenilerin o güzelim Türkçeleri ile candan konuşmalarını nasıl unutabilirim! Bu konuşmalarda hiç bir peşin hüküm yoktu. Dostluktan, karşılıklı anlayıştan biribirimizi yeniden görmek isteğinden başka ne düşünülebilir ki? Bu sıcaklığı ancak yıllarca arkadaşlıklar kurduğunuz ''bir başkasından'' görebilirsiniz. O da artık başkası değil dostunuz, arkadaşınızdır. Birbirinize ne sözlü saldırı yapabilir ne de el kaldırabilirsiniz! Kırk yıllık dostluklar da böylece eklenerek yüzyıllar boyu sürebilir. Türkiye'de dostluklar böyle kurulur, böyle gelişir; dün de bugün de.
.
Türkiye'de yüzyıllarca Ermeni halk ozanlarının ''saz çalıp Türkçe türküler söylediğini'' kaç kişi bilir? Bu konudaki kişisel duyumlarıma ek olarak Başbakanlık Osmanlı Arşivleri'nin 2000'deki Ermeni halk ozanları'nın çalıp söyledikleri dörtlükleri görünce hiç de yanılmadığımı anladım... Dadaşlar diyarı Erzurum kaynaklı SARI GELİN türküsü bugün aynı duygular ile çalıp söylediğimiz ''yanyana yaşamanın getirdiği bir duygudaşlık'' değil mi? Yanyana yaşamış olan iki komşu milletin tasada kıvançta, neş'ede ve uzun havada buluşması değil mi türkülerimiz?

Ermeniler 'in Türkçe'yi çok da güzel olarak kullanıyor olmalarının derinlemesine incelenmesini bırakalım da bu durumun nedenlerini, nasıllarını ''uyuklayıp duran bazı tarihçilerimiz'' ile ''dil bilginlerimiz'' bir zahmet açıklasınlar. Ya kullanılan ortak çalgılara, ortak halı kilim desenlerine ne demeli? Birbirine düşman oldukları var sayılan, birbirine karşı bilenen milletler böylesine yüzlerce paydada nasıl buluşabilir? Bu konuları inceleyen bilim kişileri tez elden gerekli belgeleri, bilgileri politikacılara sunmak durumundadırlar.

Çünkü siyasiler tarafından yıldan yıla alınan yanlış kararlar birbirini izliyor. Arkeolojik, sosyolojik ile dilbilim (lingüistik, etimolojik) bilgilerinden yoksun ''o çok bilgili şahin kanatlı bazı siyasiler'' eski çağlarda olduğu gibi değil, bugünün gerektirdiği gibi toplumlarına doğru bilgileri sunmak zorundadır. Ne yazık ki doğru bilgi, doğru karar gerektirmez diyenler de günden güne çoğalıyor! Körü körün sıralanan bazı ''nedensellikler'' bir tek açıdan çözülmeye çalışılıyor: Ya askeri açıdan ya da siyasi açıdan! İçinde propaanda unsurları bulunan bu yaklaşımlar ise toplumsal bilimlerin yöntemleri ile de uyuşamaz. Oysab tür yklaımlar yüzünden, bazı farklılıklarından dolayı kaynaşması, tokalaşması gerekenler, günden güne düşman kardeşlere dönüştürülüyor.

Bu konudaki ''oy kaygısının varlığı'' ise bazı demokrasilere ''kara bir leke olarak'' yapışıveriyor. Çoğu ülkelerde iktidara gelebilmek için ne tür yollara başvurulduğu, nice şaklabanlıklar yapıldığı ise uygulanan demokrasinin ne kadar zavallı bir durumuna düştüğünün de bir göstergesi olsa gerek! Herşeye rağmen ABD'de çok acı dönemeçlerden geçmiş olan siyah beyaz anlaşması ve uyumu insanlık için bir kazanç değil mi? Yoksa ABD, Çin, Rusya, Hindistan, Endonezya ne kadar zor durumlara düşerdi!

Arkadaşlıkların, dostlukların günden güne geliştirilmesi, yanyana yaşama bilincinin gelişmesi karşılıklı anlayışı, barışı da geliştirmez mi? Barışı, uyumu, farkılıklara rağmenbirarada yaşamayı da bilen insanoğlu nice silahlar yanında atom bombasını da bulmadı mı? Ne mutlu o kişilere ki ''atom bombası adlı o cehennem ateşini'' kimseleri öldürmek için, umulur ki artık kullanamayacaklar!

Atalarımızın : ''Bir müsibet, bin nasihatten iyidir'' sözü savaş ile barış için de kullanılamaz mı? Bir anlamda çok acı da olsa, sonunda savaşlar bile bir barış için yapılmıyor mu? İnsanoğlunun artık savaş korkusundan sıyrılması gerektiğini kim anlatacak? Silah fabrikalarının kapatıldığını; bu muştuyu duyurmak için barış orduları kurulduğunu insanlığa kim duyuracak? Artık insanlık neden bu tür bir beklenti içinde olmasın?

19 Kasım 2005 günü asılsız Ermeni İddialarıyla Mücadele Federasyonu (ASEF) tarafından The Marmara Oteli'nde düzenlenen ''Millet-i Sadıka: Ermeniler'' konulu konferansta Kandilli Ermeni Kilisesi Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Dikran KEVORKYAN, her iki tarafın çekilen acılar için üzüntülerini beyan etmesi gerektiğini kaydederek: ''İnsanlığımızı ortaya koymalıyız. Aksi takdirde bir noktaya varmak mümkün değil. Bir noktaya vardırmak mümkün değil. Çünkü bu işe çomak sokanların kendi menfaatleri var. Dış güçlerin Türkiye üzerindeki oyunları var. Türkiye'nin jeopolitik durumu, topraklarının sahip olduğu değer var. Kurtuluş Savaşı 'ndaki zaferin emperyalist güçlerce hazmedilememesi var'' diyor.
''Kabul edilen soykırım tasarılarına ne diyeceksiniz?'' sorusuna da Dikran KEVORKYAN şu yanıtı verir:

''Soykırım tasarıları neye istinaden kabul ediliyor? Ermeni diasporasındaki reyleri elde etmek için, yaptıkları yağcılıktan başka bir şey değil. Bütün mesele menfaat ve rey meselesi. Fransızlar, Almanlar, İngilizler, Ruslar ve dolaylı olarak Amerikalılar, hep Ermenileri kullanmışlardır. Bugün onun bedelini ödemeye çalışıyorlar. Kendi pisliklerini örtmek için o abideleri kuruyorlar. Bunları tasvip etmiyorum. Her iki tarafın ölülerinin manevi mevcudiyeti önünde saygıyla eğiliyorum. Ama şu ölümlü dünyada değmiyor. Politikacıların rey için kini, nefreti körüklemelerini tasvip etmiyorum.''

Sayın Kevorkyan'a katılmamak mümkün mü? Görmesini bilen, dinlemeye sabrı olanlar için yaşamak nice güzel gerçeklerle dolu...Yeter ki tek yönlü olmadan bakmasını, görmesini, sevmesini bilelim...Kendimizi barış adı verilen o güzelim sürece kaptıralım. Fakat Orta Çağın o karanlık dehlizlerinde, ikili üçlü dolaplarında dolaşmayı sevenler de ne kadar çokmuş yer yüzünde! Bu tür akıl almaz düşmanlıklar peydahlamanın altında bazı demokratik süreçlerin de var olması yeni yeni sorgulama alanları oluşturmaya başlamıyor mu?

Gerçekten ''yaşamak adlı bilmece'' pek çok sorunu da içinde barındırıyor: Çelişkiler, umutlar, çözümler, karşı öneriler, çatışma, uzlaşma, kâr, zarar; sen-ben, bizler-onlar! Bütün bunların içerisinde nerede durduğumuz önemli. Yeni bir dünya düzeni kurmak pek de kolay olmuyor. Naram Sin, İskender, Cengiz Han, Napolyon, Hitler, Stalin, Saddam, Nasır bize yanlış da olsa gerçek bilgiler bıraktılar!!! Bu bilgileri iyi yorumlamak, herşeye rağmen barış içerisinde yaşamak gerek! Tek çıkar yol bu bence.

1970'lerde bile ABD'de ''köpeklerle bir tutulan Zenciler'' bugün ortak yaşama bilincinin zorunluluğu ile yeteneklerine, çalışkanlıklarına göre Amerikan Rüyası içerinde mutlu yaşamıyorlar mı? Aynı durum Türkiye'de yaşayan ''maalesef kendilerini azınlık olarak gören ya da AB tarafından ısrarla azınlık olarak dayatılmaya çalışılan'' bazı kesimler için de düşünülemez mi?

Yüzlerce hatta binlerce ortak paydaları görmezden gelerek bazı farklılıkları bilemek, teröre prim vermek yerine; demokrasi, eğitim, kültür, insan hakları potasında BEYAZ ADAM, ZENCİ ADAM gibi yanyana yaşamak mümkün olmaz mı? Oysa bazı aykırılıkların, bazı derin politikaların, gizli raporların, bir kaç yılda bir Ermeni tasarısının ABD'de gündeme gelmesi, insanlık tarihi açısından gerçekten kaygı verici bir durum. İkide bir tarihi olayların bilimselliği de bir tarafa bırakılarak ''abanın altından sopa göstermek'' gibi bir heyheylenme hangi devlet ciddiyeti ile bağdaşabilir? Burada siyasal olduğu kadar, parasal bazı durumların da baskın çıktığını kim açıklayacak bir gün?

1919 sonbaharında İstanbul İskenderun Sivas, Erzurum ile Erivan arasında; ezcümle ''bir araştıralım bakalım, kimler bizim dolaylı egemenliğimizi kabule mazhar olabilecek nitelikte ve niceliktedir'' kapsamında yayılmacı eğilimli köklü bir mandacılık (mandatery) araştırması için görüşmelerde bulunan Gen. General James C. HARBORD ile arkadaşlarının iki ayrı raporu Türkler ile Ermeniler için her bakımdan nice dersler taşımaktadır.

Bu konu elbette öncelikle tarihçilerin, sonra da karar verici güçler olarak da politikacıların işidir. Bu nedenle üzerinde çok çalışılması gereken bu konuları, hiç kimse bir çırpıda kesip atamaz. Duygusallık yerine bilimsel bilginin, belgelerin ve barışın yüceltildiği bir dünya yaratmak gerekmektedir. Nerde olur ise olsun barış içerisinde; ifade özgürlüğünü, kimseyi rencide etmeden, efendice kullanarak yaşamak gerek. Gerisi tek kelime ile ''ilkellik''tir!

Bazan İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararları boşuna mı yazılmış diye sorgulamak zorunda kalıyoruz. Uygulamada pek çok sorun var. İçine düştüğümüz çelişki de çatışma da burada işte...

Öncelikle yaşama ve yaşatma hakkına saygılı olmak gerekiyor. Devlet, milletin hizmetindeki bir organ olarak bu konuda daha bir yoğunlaşmalı. Elbette İnsan Haklarına saygılı olmak; şiddeti, işkenceyi, ayrımcılığı, bireysel silahlanmayı, yeraltı örgütlenmelerini de ortadan kaldırmak gerek. Açıklanması da uygulanması da başlı başına bir sorun olan ''sosyal adalet'' soyutlaması yerine; devlet, kişinin insanca yaşama hakkını sağlamak, onun göğsünü gere gere dolaşmasından gurur duymak için çok yönlü hukuki tedbirler (!) almak zorunda. Olaylar olup bittikten sonra ortaya çıkmak, gözyaşları dökmek kaçak güreşmekten başka nedir?

Yaklaşık on yıldan bu yana bir ''hukuk mücadelesi veren Türkiye'' sonunda 1982 Anayasası'nı da değiştirecek. Geleceğin dinamiklerini, toplumsal yapısını belirleyecek olan bu anayasada bakalım; hiç bir açıklama ile olumlu bakılamayacak olan TERÖR nasıl bir karşılık bulacak? Yeni bir tanıma kavuşturulması gereken terör ''sınır ötesi'' adı verilen, o kendinden menkul sarmalı nasıl kapsayacak?

Yıldan yıla çatallaşan bir durum var: Bilim mi siyasete yön verecek yoksa siyasiler bilinçaltlarının da oyununa gelerek her istediklerini yapacaklar mı? Bir başka yönden bakacak olursak; iktidarda kalmak için herşeyi mübah sayan siyasiler, bilimsel bulguları günübirlik esinlenişleri dışında bakalım ne kadar kullanabiliyorlar?

Bu bakımdan Baba Bush ile Oğul Bush arasındaki ayrım; hergün üç beş bombanın patladığı Bağdat kadar uzak mı bize? Bugün öyle bir açmazın, öyle bir kördöğüşünün içindeyiz ki Çernobil Faciası kadar bile tartışamıyoruz Irak'ta olanları! İcad ettiği o korkunç silahlarla insan varlığını yok etmeye çalışan Batı ne zaman yorulacak? Milyonlarca canlar pahasına haritaları sürekli olarak değiştirmeye yönelik propagandaların içini dolduran; o yalan yanlış bilgiler nasıl son bulacak?

Dün olduğu gibi bugün de aynı topraklar üzerinde yanyana yaşamanın verdiği o güzelim yurttaşlık duygusunu sonsuza kadar ciğerlerimize çekmek ne güzel bir duygu!

Son gelişmeler ışığında baktığımızda: Eğer ortak topraklar, ortak meydanlar, daha sıcak ortak değerler, daha olumlu politik açılımlar gerçekleştirebilecekseniz buyrun!

Anlaşılan o ki dünyada giderek artan silahlı baskınlar, terör, örtülü savaşlar, yeniden egemenlik alanları açabilmek hevesleri ve ekonomik dar boğazlar artık insanlığı bir yol ayrımına getirmiştir. Silah üretimindeki aşırı bencilliği ve dünyanın zenginliklerini belirli aralıklarla kendine çekmekteki ustalığı nedeni ile Batı artık bir kurtarıcı olamayacaktır.

Ne yazık ki Batı'nın koruyup kolladığı maddi değerler ile savunmaya çalıştığı manevi değerler hiç de örtüşmüyor! Böyle bir kandırmaca olabilir mi? ''Huylu huyundan'' vazgeçebilir mi? Bunu anlayabilmek için yalnızca Orta Doğu'da yaşananlar ve dönen dolaplar bizim için tutarlı birer örnek olamaz mı?

Çünkü biz ''Ermeniler dahil bütün Orta Doğulular'' binlerce ortak paydalarımız yanında, her türlü farklılıklarımızla birlikte burada yaşıyoruz. Unutmayalım ki Orta Doğu'daki halkların yine binlerce de ortak kültürel değerleri ve sanatları var. Bunlar gözardı olunarak hiç bir politika üretilemez! Çizilmiş olan o haritaların da ne kadar iğreti olduğunu kim kime anlatacak? Bakalım: Çekin o barut kokan ellerinizi üstümüzden, diyebilecek bir önder çıkabilecek mi içimizden?


1914 yılında olsa gerek ABD Başkanı WILSON yeni gelen göçmenlere seslenirken, kısaca: Bizler, onlar yok... Ah eski vatanım da demeyeceksiniz.... Omuzlarınızın üstünden gerilere bakmayınız, diyor. Çünkü onlar artık birer Amerikalı oldunuz! Herşeye yeniden başlamanız gerekiyor. Sen ben, bizler onlar ayrımı da olmamalı.


Olaylara barış amaçlı olarak bilgi yükü ile dolu olarak ''tarih bilinci ile baktığımız an'' hepimiz kazanırız. İnsanlık kazanır. Bir savaşı sürdürmenin ne kadar z o r olduğunu, nice c a n la r karşılığında direnildiğini biliyoruz. Kendilerince önemli bazı yerlere sinsi sinsi bomba koyanlar, mayın döşeyenler ile utanmaz yandaşları var olsa da birlik için, dirlik için en güzel girişimlerden uzak durmamak gerekir. Çünkü b a r ı ş zor da o lsa yarattığı ortam ne terör ne düşmanlık ne kin ne de nefret kadar iç karatıcı bir ağırlık yüklüyor üstümüze! Yurttaşlık, komşuluk yanında ortak bir gelecek için aynı yola baş konulması gibi birlikten güç doğacağının bilinci ile yaşamanın güzelliklerine de erebiliyoruz.

Yanyana yaşayabilmek için ''yaşasın barış, yaşasın özgürlük'' demekten başka çıkar yol var mı? Düşmanlıkları sıvazlaya sıvazlaya bir gün kan çıkabileceğini de düşünerek, ulusları birbirlerine karşı bilemenin de artık bir sonu olmalı!

Bu nedenle Cumhurbaşkanı Gül'ün bir günlük Erivan gezisi, yanyana yaşama bilincinin açılımlarını getirir ise ne mutlu bize! Böylece Türkiye komşulararası barış için ''komşuları birbirine düşürmeyi kendilerince bir marifet olarak gören birilerinin'' bütün heveslerini kursaklarında bırakabilecektir. Pek çok gizli ekonomik yaptırımları yönlendiren ve bazı seçimleri etkilemeye çalışan; o bilinen lobilerin ve diasporaların da artık işlerinin bitmiş olduğunu bütün dünya görecektir.

Umulur ki ekilmiş olan kin tohumları beslenemeyecek, çekilmiş olan her türlü silah da susacaktır! Böylece bu uğurda verdiğimiz şehitler için döktüğümüz gözyaşları da barışın ve iyi komşuluk ilişkilerinin gelişebilmesi yolundaki en acı hatıralarımız olarak anılacaktır.

Bu konulardaki katılığı ve tarafgirliği bilinen Batı da yüzlerce yıldan bu yana yapmış olduğu politik yanlışlıkları, büyük bir utanç ile artık ne bu topraklarda yaşayanlar için ne de başka ülkelerdeki toplumlar, topluluklar için uygulamaya koyabilecektir.

Umarım bu konularda gelişecek olan insan sevgisi temelli politikalar, çok yakın bir gelecekte her türlü silah üretiminin de sonunu getirecektir.

Unutulmayan dostluklar, akrabalıklar içinde; şiirler, şarkılar türküler temelinde en güzel arkadaşlıklar ve dostluklar ile dolu ülkeler yaratabilmek umudu ile esen kalınız.

 
Toplam blog
: 570
: 1034
Kayıt tarihi
: 14.09.08
 
 

1974'te H.Ü. Sosyoloji ve İdare Bölümü'nü yüksek lisans tezi ile bitirdim. 1976 yılında yapımcı y..