Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

22 Temmuz '08

 
Kategori
Siyaset
 

Yar bana bir Obama medet

Yar bana bir Obama medet
 

Siyasi derbide, Amerika’daki Türk diyasporası yanlış ata oynama eğiliminde nedense. Türkiye’nin çıkarları Cumhuriyetçilerle örtüşür diye bir şablona takılıp kalmışız yıllardır. Nedeni malum. Ermeni soykırımı idialarının yarattığı kronik panik hali. Yani bir başkan adayı Ermenilerin soykırımı iddialarını kabul etmiyorsa tamam. İsterse adam Dünyayı ateşe versin. Farketmez. Destekleriz.

Zincir emailler alıyorum. Obama’yı desteklemeyelim vs. diye. ABD’de Türkiye kökenli Ermenilerin en yoğun olduğu eyalet California. Demokratların en fazla oy aldığı eyalet de California. Eski tip politikacıların oy toplamak için herşeyi yapmaya, her sözü vermeye teşne oldukları gerçeği ise evrensel. Seçimden seçime bazı Demokrat adayların artık bu konuyu kollektif saplantı haline getirmiş Ermeni diyasporasına göz kırpmalarına rağmen, ben ABD Kongresinden Türkiye’yi haksız bir şekilde soykırımcı olarak damgalayacak bir yasa geçeceğine inanmıyorum. Nedeni: ABD, Türkiye’nin ittifakını kolay kolay gözden çıkaramaz. Ayrıca Ermeniler, Avrupa’da özellikle Fransa’da olduğu gibi yasamayı etkileyecek bir çoğunluk teşkil etmiyor ABD’de. Üstelik giderek bu konu bayatlıyor yeni kuşak Ermeniler arasında. Çok tekrarlanan birşeyin yarattığı usanma duygusunu bilirsiniz. California’da karşılaştığım Ermenilerle konuşurken dikkatimi çekti. Türk olduğumu öğrenince önce bira soğuk davrandılar ama tarih, kültür ve duygu planındaki planındaki yakınlık bir süre sonra buzları eritmese de inceltti. Bir Ermeni hanımla tanıştım Sona (Anadoluda Suna, buralarda Sonya) adında. ABD de doğup büyüdüğü halde Anadolu lehçesiyle Türkçe konuşuyor. Babaannesinden öğrenmiş. “Nefret etmekten yoruldum” diyor. Artık geleceğe dönük yaşamak istiyorum. Global ısınma benim için 1915 de Anadolu’da olanlardan daha önemli. Hem hangi ülkede haksızlıklar, katliamlar olmamış ki. Babaannem hayattayken ona saygısızlık olmasın diye dinlerdik. Sonra Türkiye’ye gittim. Orda çok akıllı, iyi insanlar tanıdım. Hiçbiri bana soykırmcıymış gibi görünmediler. Dostlar edindim. Kendimi evimde hissettim. Biribirimize ne kadar benzediğimizi şaşarak gördüm. Sarıgelin türküsünü dinledim. Bana sorarsan bu Ermeni soykırım tasarısı bir sanayi, para kazanma yolu olmuş California’da. Aslında kimsenin pek de umurunda değil.”

Kongre Başkanı Nancy Pelosi, Ermeni seçmenlerine seçim öncesinde verdiği sözü tutmanın politik kariyerine pek hizmet etmediğini gördü geçen yıl. Yine de sevimsiz bir manzaraydı. Koltuk değnekleri, tekerlekli sandalyeler üzerinde boğazlarından pabuç kadar haçlar sarkan doksanlık ihtiyarlar, yüzleri nefretten gerilmiş rahipler, kabuki tiyatrosu oyuncuları gibi hareketsiz yüzlerle Kongre koridorlarında sıra sıra oturmuş bekleşiyorlar.

Ülkeleri iki adet savaşta, emlak fiatları düşüyor, ekonomi tepetaklak, benzin çıkmış 4 doların üstüne, Amerikalıların 1915 de Osmanlı İmparatorluğundaki tehcir olayını kınayan yasa çıkaracaklarını düşünmek bile saçma geliyor bana. Öte yandan Türkiye Devleti ABD’deki lobi şirketlerine müstehcen miktarlarda paralar ödüyor. Kongre’den bence hiçbir zaman çıkamayacak olan “soykırım tasarısının” çıkarılmasını önledikleri iddiasını satıyor bu şirketler Türk vergi mükellefine.

Obama’ya işte bu nedenle muhalif olmalıymışım. Benim de bulunduğum bir toplantıda bir Ermeni dergi yazarı senatöre bu konuda ne düşündüğünü sordu. O da “I don’t know the issue well to speak about. I will look into it” dedi. İkinci diliniz İngilizce değilse, bunca yıl ekmek teknem olan tercüme yeteneğime güvenin. Bu sözler ancak “Bu konuda fikir yürütecek kadar konuyu bilmiyorum. İnceleyeceğim” mealinde yorumlanabilir bu sözler. Ne desindi “Yok asla öyle bir şey olmadı, oldu diyeni kulaklarından duvara çivilerim” mi? Türk-tezi-sentrik olmayan her sözü en büyük tehdit olarak algılayan bir kafa yapısı dünyada olan bitenlere kapatıyor kapılarını Türkiye’nin.

Türkiye, bu Ermeni soykırım yasa tasarısı paranoyasından kurtulmak zorunda. Bu yasa tasarısı çıkacak ise birgün mutlaka çıkar. Çıkmasını önlemek için bu kadar çırpınmak yerine, çıkarsa ne olura hazırlanmak gerekir. Türkiye’de Prof. Halil İnalcık, Prof. İlber Ortaylı gibi ünleri Türkiye sınırlarını aşmış tarihçiler var. Objektif gerçekle yüzleşmek için malzeme mevcut. Heşeyden önce şu vurgulanmalı: 1915 de Türkiye diye bir ülke yoktu. İmparatorluk ise yedi düvelin saldırısı altında, bir nefsi müdafaa refleksi ile hareket ederken belli ki endazeyi kaçırmış. Suçlular yargılanmış. Şimdi hangi ülke bu konuda Türkiye’yi kınayacak kadar sütten çıkmış ak kaşık bir tarihe sahip sorarım size? Amerikalılar, Fransızlar, İtalyanlar mı? Yoksa komşularını katletme işine utanmadan etnik temizlik adı veren Sırplar mı? (Bu arada bu sabah Rıdvan Karadiç’in yakalandığını duydum haberlerde sabah gayfem daha bir hoş tattı.)

Murat adında, bir Ermeni sınıf arkadaşım var üniversiteden. ABD’deki soykırım yasası için bastıran Ermeni diyasporasına çok ama, çok kızıyor. Şaka yollu “ Ya sana ne, sen Ermenisin. Hadi ben kızsam yeri var” dedim. Murat : “Ben önce Türküm. Ülkemin soykırımcı olarak damgalanmasına izin vermem. Burda doğdum, burda büyüdüm. Beraber büyüdüğüm müslüman Türk arkadaşlarıma bakıp ‘ben ne şanslı insanım” diye düşünürüm hep. Beni ben yapan, iyi, dürüst, duyarlı bir insan yapan bu topraklarda büyümüş olmamdır. Birinci Dünya Savaşı sırasında benim de mensup olduğum bir Hristiyan azınlık acılar çekti. O güne kadar mesut, müreffeh yaşadıkları topraklardan sürüldüler. Ben Amerika’daki, Fransa’daki tuzu kuru Ermenilerin bu acılar üzerinden politika yapmasını çok iğrenç buluyorum.” dedi. Ben de ona takıldım “ Ya şu sizin Bakırköy’deki küçük kilisenizin kapıları neden kitli artık. Eskiden ziyaretçilere hep açıktı. Şamdanlarınızı çalacağız diye mi korkuyorsunuz?”. “Hale’ dedi Murat “Sana sebebini söylemeyeyim, çok kızacak, sinirleneceksin”. Israr ettim ve anlattı. Birileri dışkılarını küçük bir çıkın yapıp mihrabın önüne bırakmış. Zavallı rahip de bu ne acaba diye açmış. Evet gerçekten çok kızdım. Hatta utandım. Murat “Sen ne utanıyorsun yapan utansın” diye teselliye uğraştı. Hrant’ın öldürülmesi ve başka olaylar gösteriyor ki, Türkiye’de AKP iktidarının yarattığı İslam şovenizmi ortamından beslenen Hristiyan, Yahudi düşmanlığını korkutucu bir boyuta çıktı. Öte yandan lümpen ‘nasyonalizmin’ kışkırttığı Kürt, Ermeni, Yahudi ve kan tahlilinde Türk çıkmayan bilumum Türkiye vatandaşlarına karşı kışkırttığı düşmanlık ne yazık ki olmayacak yerlerde hissedilir olmuş. İşsiz, güçsüz, kızgın, mutsuz insanlar kendilerine düşman arar. Bulamayınca da yaratır. Ya Yahudidir ya Ermeni, ya Kürt ya da Alevi. Olmadı kaynatası, kayınbiraderi. Kaynataya kayınbiradere sözümüz yok ama Türkiye gibi etno-kültürel yapısı kozmopolit bir toplumda Sünni-Müslüman-Türk şovenizmini körüklemek tehlikeli bir eğilimdir. Hiçbir ulus anasının karnından soykırımcı olarak doğmaz. Toplumlar, gizli ve hain bir görünmez el tarafından ağır ağır bu kollektif cinnete itilirler. II. Dünya Savaşı öncesi Almanya’sında hiçbir Alman bir sabah yatağında doğrulup “Hadi gidelim yahudileri toplayıp fırınlara atalım.Belki keyfimiz yerine gelir” demedi. Ama iktidardaki naziler halka, “Tüm sorunlarınızı kaynağı yahudilerdir. Serveti saman onların elinde. Almanlar acından ölüyorsa sebebi bunlar. Onları yok edersek Almanya gülgülistan bir ülke olacak” propogandasını öylesine ustaca sattı ki, sonunda olanları anlatmama gerek yok sanırım. Ötekileşmek, ötekileştirmek heyelan gibidir. Yuvarlandıkça büyür hızlanır ve önüne kattığını sürükler. Amanın dur, yavaşla da bir düşünelim, acaba, belki de, filan dinlemez. Olan olur sonra bakarsınız ki dönüşü olmayan yoldasınız. Bir de herkesin katıldığı haksızlıkların, adaletsiliğin muhasebesi iyi yapılamaz. Herkes katıldığına göre belki de doğru olan budur diye düşünür kitlelerin kollektif dimağı. Sonra anlaşılır işin içyüzü. Genellikle muazzam bir yıkımdam sonra. Almanya’da savaştan sonra 30 yaşın altındaki nüfusta intihar oranının neden o kadar yüksek olduğunu anlayabilirsiniz sanırım. Bazı günahlar vardır ki babalar işler, kefaretini ise evlatlat öder.

1915 de Ermenilere olan, bu güzelim bayrak altında bir daha asla ve kala kimselere olmamalı. Bir milyon ile bir kişi arasında fark sadece sayısaldır. Sırf başka etnik kökenden, dinden, mezhepten, ırktan olduğu için bir tek silahsız, masum insan öldürülse ismi soykırım olmuş, olmamış farketmez. Adını siz ne koyarsanız koyun. Bir ulusun uygarlık düzeyi azınlıklarına gösterdiği hakkaniyetle ölçülür. Ölçülmüyorsa da ölçülmelidir. Sınırları insan erdemi ile çitlenmiş bir dünya görüşünden yola çıkmak zorundayız. Ermeni soykırım iddialarını nötürlemek ve bunun yarattığı kronik panik halinden kurtulmak için, objektif bilime gönül vermiş, yerli-yabancı güzide tarihçilerden bir komiyson kurup konuyu enine boyuna araştırmak gerekir. Boğayı boynuzundan yakalamalı. Bu arada Türkiye’deki azınlıkların hak ve özgürlüklerine saygılı olmak, Hrant Dink cinayetinin tetikçisi o sümüklüye kahraman muamelesi yapmamak, onun arkasına saklanan azmettiricileri tek tek adaletin eline teslim etmek, komşumuz Ermenistan ile iyi ilişkiler kurmak, yazar- çizeri, ulusunun tarihini sorguladığı için vatan haini ilan edip, mahkeme koridorlarında süründürmemek de, her ay binlerce doları ABD’deki lobi şirketlerinin cebine göndermekten daha etkili tedbirlerdir.

Daha düne kadar Beach Boys grubunun Boomerang adlı parçasına uyarlayarak bomb bomb bomb İran diye türkü çağıran, ABD askeri varlığının Irak’da gerekirse yüz yıl kalması gerektiğini savunan Cumhuriyetçi başkan adayı senatör McCaine, Ermeni soykırım iddiaları konusunda Türk tezine yatkın mı bilmiyorum. Olsa da ne yazar diye düşünüyorum. Bu zat-ı muhterem Irak savaşına oy verdi. Daha sonra birliklerin arttırılması kararına da. Kerameti kendinden menkul bir kahraman. Vietnam savaşı gibi haksız ve güç dengesi yamuk bir savaşta, savaş uçağı pilotluğu yaparken, yani aşağıda çoluk çocuk 1, 5 milyon sivili öldüren bombaları atarken uçağı düşü ve savaş esiri olarak Vietkong elinde beş yıl eziyet çekti. Agent Orange’ı (2, 4-dichlorophenoxyacetic acid) hatırlayan var mı bilmem. Bu bir pestisitin, yani bitki öldürücü kimyasalın Amerikan askeriyesindeki kod adıydı. Uçaklardan serpildi. Amaç ağaçları öldürüp, orman içine saklanan, yurdunu düşman çizmesi altından kurtarmak için ölümüne çarpışan Vietkong milislerini görmek ve bombalayarak öldürmekti. Beş yıllık savaş esirliği ABD’nin dünyaya egemen olma çabasının, yayılmacı politikasının çarpıklığı konusunda McCain’e pek birşey öğretmemiş gibi görünüyor.

Barak Obama ise barış içinde birarada yaşanacağına inanan, çözümler üretebilen, ABD’nin askeri bir süpergüç değil, insancıl bir süpergüç olması gerektiğini savunan yeni bir siyasetçi türü. İran ile doğrudan görüşmelere açık. Üstelik siyah olmanın getirdiği bir ezilmişlik psikolojisi, bir mağdurluk kompleksi içinde değil. Bu bağlamda bana, Stanley Cramer’in yönettiği, baş rollerini Sydney Potier, Spencer Tracy, Katharine Hepburn gibi dev oyuncuların paylaştığı “Guess who is coming to dinner” (Bil bakalım Akşama Yemeğe Kim Geliyor) klasiğini hatırlatıyor. Orda Dr. John Wade Prentice rolündeki Sydney Potier babasına derki : “Baba sen bir siyahi erkek gibi düşünüyorsun, bakıyorsun hayata, ben ise bir erkek gibi...”

Obama diğer Amerikalı siyahilerden farklı olarak, dini ve etnik açıdan kozmopolit bir göçmen aileden geliyo. Büyükannesi müslüman, ismi de o nedenle Barak (İbranice Baruk) Hüseyin Obama. Bu nedenle beyaz Anglo-Amerikanın Müslüman eşittir terörist hezeyanı ona bulaşmamış. Kocaman gülüşü, bembeyaz düzgün dişlerini gösterirken ona bakınca aklıma hep Nazım Hikmet’in zenci şarkıcı ve aktivist Paul Robeson için 1949 da yazdığı o şiir takılıyor:

Hani şöyle gider

Bize türkülerimizi söyletmiyorlar Robeson
kartal kanatlı kanaryam
inci dişli zenci kardeşim
türkülerimizi söyletmiyorlar bize

Korkuyorlar Robeson
şafaktan korkuyorlar
görmekten, duymaktan, dokunmaktan korkuyorlar
yağmurda çırılçıplak yıkanır gibi ağlamaktan
sımsıkı bir ayvayı dişler gibi gülmekten korkuyorlar
sevmekten korkuyorlar, bizim Ferhat gibi sevmekten
(sizin de bir Ferhadınız vardır elbet Robeson
adı ne?)
tohumdan ve topraktan korkuyorlar
akan sudan ve hatırlamaktan korkuyorlar
ne iskonto, ne komisyon, ne vade isteyen bir dost eli
sıcak bir kuş gibi gelip konmamış ki avuclarının içine
ümitten korkuyorlar Robeson, ümitten korkuyorlar, ümitten
korkuyorlar, kartal kanatlı kanaryam
türkülerimizden korkuyorlar Robenson

Ben isterim ki birgün Türkiye’de bir Kürt, örneğin cumhurbaşkanlığına ya da başbakanlığa seçilsin. Herhangi bir Kürt değil ama, Kürt etnik kimliğini saklamak ihtiyacı duymayan, Kürtlüğünü de bir sopa gibi başımıza vura vura “Ben Kürdüm, bana kötü davranıldı, şimdi sıra bende” tavrıyla, mağdur psikolojisiyle toplumun etnik ahengini daha da zehirlemeyen bir Kürt. Bir Kürt Obama. Türküyle, Kürdüyle herkesin anlayıp, sayacağı bir insan. Önce insan, sonra Türkiyeli sonra Kürt bir cumhurbaşkanı fena mı olur yani.

Uçukluk olsun diye yazmıyorum bunları vallahi billahi.

Bu yazıyı bitirmek üzereyken Obama’nın Irak ve Afganistan’ı içeren yurtdışı ziyaretleri başladı. Politikacıdan ziyade star basketbolcuya ya da rock stara benzeyen bu genç adam en azından benim gibi siyasi romantiklere daha adil bir Dünya’nın müjdecisi gibi görünüyor.

Saygılar

Hale Koray

 
Toplam blog
: 7
: 992
Kayıt tarihi
: 02.07.08
 
 

ABD'de yaşıyorum. Mesleğim öğretmenlik. Çeşitli yayın organlarında, internet dergilerinde yayınlanmı..