Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

09 Eylül '09

 
Kategori
Öykü
 

Yaralı adam...

Yaralı adam...
 

''Simi'de akşam...''


Uzun bir zamandır yalnızdı. Eşi ve oğulları ülkede başka başka yerlere dağılmışlardı. Sıkıntılı bir bekar evine dönen taş binanın içinde dolaşıp duruyor, elindeki sigarayı farklı yerlerdeki küllüklere silkip, ev içi gezisini sürdürüyor, arada bir, seramik masanın üzerindeki notlara eğiliyor, eline alıp öylesine bir kaç saniye göz atıp fırça bardağının yanına bırakıyordu. Bu kez bir kitaba uzanıyor, aynı hareketi yineleyip, arkasından tekrar cam kenarındaki divanına dönüyordu...

Dışardaki korkunç sağanağın evin çatısının her noktasında çıkardığı farklı sesler, sanki bir kilisenin orgundan çıkan müthiş bir sesle ve gökler tanrısına biat ettiği anlaşılan genç koronun haykıran sesleriyle de bütünleşerek, bütün evi bir pazar ayinine çeviriyordu... Sakinleştirici özelliğine inandığı, artık sayfaları ve kapağı insan teriyle haylice yıpranmış, nerdeyse beşinci yılına girecek olan bir şiir kitabını, kitaplıktaki sabıkalı yerinden alıp, tekrar divana döndü. Sürekli okunmaktan artık yeri belirlenmiş sayfaya kolaylıkla ulaşıp, ''Bir Yerde'yi okumaya başladı:


''Sokakların meydanlara koştuğu bir akşamdı

rüzgar uykulu yıldızlar mutlu, sandalcı kuşkulu

yerde gökte gönülde ve sarhoş komşunun çalkantılı şişesinde

doğan tüm beyaz mutluluklar teyakkuzdaydı limana doğru.


Zamanın sıcaktan katılıp yorgun düştüğü bir zamandı

ve olan maviler de kırmızı elbiselere sığınmış geceye yürümekteydiler

günü ve günlüğünü kuzeyde unutmuş bir kadın ortada durmakta

göğsü ve saçlarıyla birlikte onlara uzanmaktaydı

ve kilin gizemine kapılmış elleri, içindeki ikonu tutmaktaydı.


Meydandaki gramofonda, balık yüzlü beyaz etli kızın

eski çakıllarla kıyıya gelip toplanan şarkıları çalmakta

yosun, yağmur ve dolu kaybolmakta, şimşekler açığa kaçmaktaydı
,
hüzünlenen yıldırımlar alıp başını gitmişti ve iskele karanlıktı,

müştak balıkçı sandalları gece yürüyüşünden dönüyor

tepedeki ak sakallı gözcü de yitirmiş yıldızları, meydana geçiyordu,

unutulmuş saatlerin matrak büyücüleri aldatılmış taşları boyamakta

uzakta bir gelin ağlara takılı kalıp yuğulmuş çeyizlerini sudan çıkarmaktaydı

ve iskambil fırtınasından dışarı çıkamayan köyün ihtiyarları güneşi çirozlayıp kahveye asmaktaydı.''

Artık iyice kavlanıp, yıllanmış bu dizeleri okurken, gene bir eylülün son günleri yaklaşıyordu. Kitabı ve gözlerini kapattı. Kendini tekrar dışardaki sağanağın o müthiş sesine yönlendirdi. Üç gündür sürekli, hiç yorulmadan çalan ve söyleyen çılgın bir koronun camlardaki o bitmez ritmiyle yinelediği besteye, bu kez uzaklardan gelen bir davul sesi katılıyor, sanki gök tanrının bir fermanını açıklamak için bu kez ada halkını meydana davet ediyordu...


Çılgın bir rüzgarın sabahlara kadar eşlik ettiği böylesine bir sağanak yağışı elli iki yıllık ömründe hiç mi hiç görmemişti!... Üzerinde bu kadar farklı makinaların ve insan kalabalığın doluştuğu ve ilk kez bu denli yürümekte zorlandığı sokakların mahşeri görüntüsünün üstüne, bir de düzdeki tüm evlerin alt katlarını neredeyse işgal eden yağmurla birlikte, her tarafın sele suya gittiği bir gece sonrasında, bu adanın artık kesinlikle batacağını düşündü...

İlk ışıklarını incelmiş bir sağanağın arkasından gri-sarı bir fon yaratarak patlatmaya çalışan güneşin, bulutlarla olan mücadelesini bulutlar kazanarak, güneşi perdelediler. Ve bu zaferin belki de bir bedeli olarak , daha güçlü bir şekilde seslerini yükselterek, toprakla kucaklaşmayı sürdürdüler... Adanın çukurda kalan yerlerini gölete çevirip, hiç gitmeyecekmiş gibi görünen bir davetsiz misafir izlenimini , adanın şaşkın insanlarına verdiler...

Geçen kasımda geçirdiği ciddi bir kaza sonunda, yüz sinirlerini aldırmıştı. Mimiklerini kaybettiği için; ne kızıyor, ne de gülebiliyordu artık. Ve artık onu hiçbir şey korkutmuyordu. Yalnızca bakıyordu; aşağılara doğru akıp giden denize. Sonunda da hiç kimseyle zorunluluk dışında konuşmamaya karar verdi. Paylaşılan, ulaşılması zor, yarım bir dünyaydı artık.

Geçidi geçti. Meydanın solundan biraz daha aşağılara inip kalenin en tenha köşelerinde gizlenmiş melek trampetleriyle vedalaşıp, denize yöneldi. İskelede yan yana bağlı, karşıdaki lokantalarda oturanlara karşı nazlı nazlı o geniş ve sivri kıçlarını sallayan, makyajlanmış iki küçük, tirhandil bozması teknelere, bu kez nedense biraz daha uzun, müstehzi bir bakış attı. Belki de, akşam üstü çarşı da burayı biz yarattık havalarında, sokak taşlarını sanki ayaklarıyla ezercesine dolaşan, anakaradan kalkıp ta buralara gelmiş biri komedyen olmaya çalışan, ikisi de kibirli ve soğuk nevale, obez iki kardeşin tekneleriyle olan cüssesel uyumları, belki de bu derin bakışı tetiklemişti... Gizemini gün geçtikçe yitirmeye başladığına inandığı bu adadan bir zaman için ayrılmaya, karşı kıyıdaki dostlarından, siyaset bilimci bir çiftin yaşadığı, insana rahatlık ve huzur veren o gizemli büke gitmeye karar vermişti... Zaten, dostları orada, onu dört gözle beklediklerini, söylemişlerdi bile...

Rüzgar ve yağmurun haklarını sıcak bir sabah güneşine teslim ettiği, denizin de bu teslimiyeti onaylayıp, kollarını güneşe doğru çevirip hafif hafif dans etmeye başladığı bu saatlerde, küçük bir çanta ve kolunun altına aldığı, sıkıca paketlenmiş en sevdiği tablolardan biriyle, bir bahar akşamı boyasını güçlükle tamamladığı beyaz teknesine, kendinden umulmayacak bir çeviklikle atlayıverdi. Sabah balıktan dönen balıkçı dostları kendisini, gene ona ve özenle boyayıp, cennet yeşili ve derin maviyi ortada, beyazda buluşturduğu teknesine olan hayranlıklarını belirten ifadelerle, kasketlerini çıkarıp sallayarak, onu selamladılar...

Tekne doğal limandan çıkıp, burnunu o sakin denizde sessizce Palamut büküne doğru çevirdi ve adadan yavaş yavaş uzaklaşmaya başladı. Bir zaman sonra Simi, sisler içinde kayboldu, gitti...

9.eylül.2012 / Simi,

 
Toplam blog
: 392
: 4592
Kayıt tarihi
: 12.03.07
 
 

İstanbul doğumluyum. Sağlıklı beslenme, yüzme, doğada yürüyüş ve çevre özel ilgi alanlarım. Şiiri ve..