Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

24 Nisan '08

 
Kategori
Blog
 

Yaratıcı Yazarlık Çalıştayı'ndan Notlar

Yaratıcı Yazarlık Çalıştayı'ndan Notlar
 

Zanaatçılar bir şeyi öğrendikleri hâliyle kalırlar ve onu mülk edinip tekrarlarlar. Hikâye anlatıcısı da böyledir, anlattığı şeyi nereye gitse değiştirmeden aynı çerçeve içinde tekrarlar. Zanaatçılardan ve hikâyecilerden kopan sanatçıların ise başka bir düşüncesi vardır; o da sürekli değişmektir ve yaptığı bir önceki şey karşısında bir sonraki şeyin gerilediğini görmek istemesidir. Yazar adayı, ideal bir metin yazamayacağını daha yazmaya başladığı anda bilir.

Öyleyse, yazma sürecine başlamak demek, yazan kişiden yazar kişiye doğru değişen, dönüşen ve sizden öncekilerin gidip de dönmediği bir ormana davet edildiğinizi daha yolun başında bilmek ve bu söylemi içselleştirmek demektir.

Yaratıcı yazma, yazılanları mülk edinmek yerine terk etmeyi önüne koyanların birinci derecede kendini kurmayı amaç edindiği özel bir çalışma alanıdır. Hatta, Jean Jack Rousso der ki, “Şairler dili kullanmayı reddeden insanlardır.” Yani dili kullanmadan şiir yazmayı öneriyor. Ama yazar kişi en azından oyunun kurallarını bozan kişi olmalıdır. O hâlde, yazının biricikliği sizin o yazıda kurduğunuz dili açıklar.

Bu durumda, “Terk edeceğimiz şeyi niçin yazıyoruz?” sorusuna verebileceğimiz yanıt birden çoktur. Dolayısıyla, bu soruyu yanıtlamak yerine her yazan kişinin kendine göre oluşturacağı gerekçeleri kendi doğrusu olarak kabul etmemiz gerekir. Aslında denilebilir ki, bir şeyin ikinci bir tanımı yapılabiliyorsa, artık sonsuz sayıda tanımını yapmaya adaylar çıkabilir. Bir yazarı oluşturan şeylerin toplamına bakma çabamız, yazmak isteyenlerin niçin yazar olmak istediklerini iyi kötü açıklayabilir. Bu şeylere baktığımızda, onun genetik mirasından, içerisinde doğduğu coğrafyadan, sosyal ortamdan, dilden, travmalarından, becerilerinden, çalışkanlığından, irdeleme-görme-değerlendirme süreçlerinden, bir olguya birden fazla bakma biçimi üzerine geliştirdiği felsefik ve analitik çözümleme yetisinden, tüm bunlardan oluşmuşlukla karşı karşıyayız demektir. Bir yazarı oluşturan şeyler en az bunlardır; ama en az bunlardır...

Dolayısıyla, bir yazara, “Siz nasıl yazıyorsunuz?” veya “Siz niçin yazıyorsunuz?” sorusunu yöneltmek daha başında o yazara uyguladığınız temel şiddetlerden biridir. Kaldı ki çoğu zaman böyle bir soruya yazarlar genelde, ağırlıklı olarak, “Ben de niçin ve nasıl yazdığımı tam olarak bilmiyorum!” yanıtını vereceklerdir.

Bu yanıt şöyle bir örtüklüğün dışa vurulmasıdır: Yazma süreci sevgi dünyamızda başlayıp bilinç dünyamıza doğru evrimleşerek gelen ve bilincimizin temas ettiği yerde, artık, metne dönüşmeye başladığı bir süreçtir. İşte yazarın o ”bilmiyorum” yanıtının içinde, yazma sürecine sezgi dünyamızın dâhil olduğunun işareti vardır. Çünkü sezgi dünyamızın bizim için ne düşündüğünü, neler plânladığını bilme şansına sahip değiliz. Yazarın sezgi dünyasında bir biriktirme, algılama, deneysellikleri içkinleştirme süreci varsa, bu sürecin bir gün bir yerde gerçek hayata dönüşmesi, gerçek hayatla temas kurması da olağan karşılanmalıdır.

İşte yazı: sezgi ile bilincin birbirleriyle temas etmesiyle biçimlenmeye başlayan ve bu biçimlenmeden sonra yazarın kendi ideleri, çalışkanlığı ve dinlenme süreçleri ile süregiden bir dönemdir. Eğer sezgi süreçleri yazıya dâhil süreçlerse ve bu sezgiden gelenin bilinçte bir kurguya ve yazı metnine dönüşmesi kaçınılmazsa, o zaman önemli olan ne yazdığımız değil, nasıl yazdığımızdır. (Kurgu da bireyseldir, her yazarın kendine özgü oluşturduğu bir şeydir. Öyleyse kurgu şöyledir böyledir, demek de aşırı yorumdur.)

“Ne yazarız?” sorusunun birinci yanıtı “insanın genel hâlleri”dir. Savaş, barış, aşk, ayrılık, iyi niyetlik, art niyetlik, doğa, bitki, böcek, bütün dünyevî hâller... İkinci yanıt ise “olası insan hâlleri”dir. Yani varsayımsal süreçlerdir. Bugün olmayan; ama gelecekte gündelik hayatın bir parçası olabilecek şeylerdir. Yasakların özgürlüklere dönüşmesi gibi, ölümü tanımlamak gibi...

İşte burada ne yazdığımız kadar nasıl yazdığımızın önemi öne çıkar. Çünkü bir metni yapan esas şey metne giren kelimeler ve metni kuran cümleler değil, metne girmeyen cümlelerdir. Yazan kişi yazar olmayı önüne koyduysa, bir metni hangi cümlelerin yapmadığını daha öne çıkarmalıdır. Her metin fazlalıklardan oluşur, obezdir, şişkindir; demek ki yazar kişi metnini iyice sallayıp tüm ağırlıklarını silkip atmalıdır.

Gelelim bir başka disipline... Yazı tarihi bizimle başlamıyor... Bizden önce yazılanların ruhu her yeni yazmaya başlayan kişinin kalbine, beynine, ruhuna ve kalemine ondan habersizce sirayet eder. Dolayısıyla siz kalemi elinize aldığınızda, hemen sizle birlikte o da yazmaya başlar ve çoğunlukla sizden önce yazılanları size yazdırır. Çünkü yazının ruhu on bin yıldır yazılagelen şeyleri yok sayamaz.
Bütün bunlar on bin yazan kişiden sadece birinin yazar olmasını da açıklar. Bir başka deyişle, bir kişinin yazar olabilmesi için o dönemde on bin kişinin yazmaya başlaması lazımdır.

Bu kadar dramatik, bu kadar talihsiz, bu kadar acılı, bu kadar sıkıntılı bir döneme davet edilirken; “etkilenmemek için benden öncekileri okumam” diye başlarsanız, on bin sıradan kişiden biri olmaya daha başından adaysınızdır. O hâlde yazma, bir yazın tarihi bilinci ve okuyan yazar olma alışkanlığı ister.

Yazar kendi yazılarının ilk ve ideal okurudur. Okur dediğiniz ölü bir şeydir. Okur yararına bir metin ancak okur yok sayılarak kurulabilir. Aksi hâlde, tek tek okurların düzeylerine, algılarına, beğenilerine, seçimlerine göre bir metin oluşturma şansımız, bizim kendimize ait olma şansımızı ortadan kaldırır.

Yazı bireysel bir iştir ve her zaman toplumsal akılla da açıklanamaz. Yazı sadece ve sadece kendisi için amaçtır. Bu amaç başka amaçlarla karşılaşır ve etkileşir. Ama bir öykü yazacaksanız, bunun dili kendisi için bir dildir ve bu dil bir üst dildir; yani yüksek, edebî ve estetik bir dildir. Eğer bir metni edebî bir dille kurmamışsanız, o zaman yaptığınız işin fazlaca bir değeri olamaz. Öyleyse ilk işiniz bir dil kurmaktır.

Dil elbette etkileşecektir, çünkü yeryüzünde saf olan yoktur, dil de bir ilişkiler toplamıdır. Doğada var olan şeyler bize rağmen bizde buluşurlar. Bu, şuna benzer; bir elma ağacı sonsuz süreçte kendini kurar, yani bir elma ağacı için elma amaçtır ve ondan armut çıkmaz; ama elma insanla tanıştığında ortaya elmanın kültüründe olmayan bir şey ortaya çıkar; elma şarabı...

Yazar için dil ilk amaçtır. Önce bir dil kuracak, bu dilden sonra diğer amaçlarını açıklayacak. Öyleyse, “yazarın hayatı yazdıklarına dâhildir” sözü sıkıntılıdır. Çünkü slogana yakın bir baş belasıdır bu sloganın kendisi gibi. Yazı yazarın hayatıyla ilgili değil, yazarın bilinçaltıyla veya içindeki bir başka kişiyle hesaplaşmasıdır, diye düşünüyorum. Hepimizin hayatında hiç kimseyle paylaşamayacağımız şeyler vardır. Ama bunları bir biçimde yazının bir yerlerine yerleştiririz. Gündelik hayatta söylemek isteyip de söyleyemediklerimizi yazıda söyleriz. Dolayısıyla, günlük hayatında çok nahif ve sakin biri, yazıda çok hırçın ve kavgaya davet eden olabilir. Çünkü yazıda siz özgürsünüzdür ve bu özgürlüğü okuyucu için feda edemezsiniz. Tabii bu edebî metinler için geçerlidir, politik metinlerde ise tam aksi söz konusudur, yani anlam ve anlaşılabilirlik temel amaçtır.

Bir yazar bir olguya birden çok pencereden bakar. Örneğin, ağaç ağaçtır; ama aynı zamanda darağacıdır, idam sehpasıdır. Yani kimyası aynıdır; fakat sonucu değişkendir. Aslında, görünen her şey göründüğünden biraz daha fazladır. Öyleyse yazar, sadece görünen gerçekliği veya realiteyi değil, onun altındaki, üstündeki, geçmişindeki gerçeklikleri bulup çıkaran kişidir. Çünkü edebî metinler realist metinler olmamalıdır, değildir.

Bütün dünya hız denilen bir ideoloji ile karşı karşıyadır. Seksen kilometre yapabileceğiniz bir yolda, hız ideolojisi size üç yüz kilometrelik bir hızı öneriyorsa, o zaman yazar olarak size düşen şey hızı ideolojisine karşı çıkmaktır. Çünkü hız arttıkça görüş alanı daralır ve hızlı nesnenin fiziki ağırlığı azalır. Öyleyse hızı azaltmak gibi bir görevimiz vardır. Bu da metin içinde boşluklar yaratmakla olur. Bu boşluklar da okuyucuyu yaratıcı okur yapar. İşte yaratıcı yazarlık aynı zamanda yaratıcı okur yaratmaktır...

Bir metinde, metin bittiğinde, metnin bittiğine inanmamayı çok önemsemek gerekir. Bir metin bittiği yerde yeniden başlıyorsa, yani metnin bittiğine inanmıyorsanız, o metin en azından iyi metin olmaya aday bir metindir.

Yazdığınız metne yabancılaşmanız, yani ondan bir süreliğine uzaklaşmanız sizin de metnin de çok yararına olacaktır. Metne geri döndüğünüzde metne ait olmayan cümle, sözcük ve kavramların bir şekilde metne sızdığını göreceksiniz. Bu nedenle, metni dinlendirmek çok temel bir usuldür.

Metni kuracak olan, taşıyacak olan, geliştirecek olan, zirveye çıkaracak olan ve zirveden ağır ağır veya hızla indirecek veya bir sonuca taşıyacak olan ilk cümledir. O nedenle ilk cümle daha kurulduğu anda metnin hepsini ele vermemelidir. Metni geliştirecek olan ilk cümlenin mümkün olduğunca açıklama katmadan kurulması önemlidir. Öyle ki, “Açıklama katmadan anlatabilmek, anlatma sanatının yarısı eder.” denmektedir. Çünkü metinde okur için bırakılan her boşluk okurun bunu tamamlaması anlamına gelir. Ölümsüz metinlerin çoğu bu boşluklardan meydana gelmiştir.

Metnin nerede başlayıp nerede biteceğine metnin kendisi veya yazmaya başladıktan sonra yazarın sezgilerinin bilinçle buluştuğu yerdeki kararlar karar verir.

Metninizi hem kendiniz okuyunuz, hem de birine okutup dinleyiniz. İçindeki çoğaltılmışlıkları daha rahat görürsünüz. Aslına bakarsanız, her yazının amacı yazanını öldürmektir. Yazdığınız şey sizi ve egonuzu öyle kaşır, kaşır, kaşır ki, bir müddet sonra siz kendi yazdığınıza tapmaya başlar ve eleştiriye kapanırsınız. O nedenle yazdığınızı sesli okuyarak, onun okunmaya değer olup olmadığına tarafsız bir kulak ve zihin açıklığıyla karar vermelisiniz. Ortada onca usta yazarın eserleri varken bir okur neden kalkıp sizin yazdıklarınızı okusun ki?.. O hâlde en başta yazdığınız metin edebî ve okunmaya değer olmalı.

Başa dönersek... “Yazı, sizden öncekilerin gidip de dönmedikleri bir ormana davet edilmektir.” demiştik. O ormana doğru yürümeyi göze almak büyük bir cesaret olduğu için, yazma işine başlayanları önce kutlamak lazım. Ancak o ormana girdikten sonra sizi nelerin beklediğini size kimseler söyleyemez. Siz sadece sizden öncekilerin o ormanda hangi yolu yürüdüklerini bilebilirsiniz; ama onların başına neler geldiğini asla bilemezsiniz. O nedenle göze aldığınız şey ormanda kaybolmaktır, zehirli bir hayvan tarafından ısırılmaktır veya güzel bir çiçeği kokladığınızda zehirlenmektir. Öyleyse şöyle bitirelim: Unutulmamalı; yazı içtenlik ve özgünlüktür. Her şeye benzeyen, hiçbir şeydir. Şiir zararlıdır; ama yazı öldürebilir.

Aydın Şimşek - 22 Nisan 2008 - İzmir-TÜYAP Kitap Fuarı - Yaratıcı Yazarlık Çalıştayı

 
Toplam blog
: 147
: 2923
Kayıt tarihi
: 05.05.07
 
 

İngilizce öğretmeniyim, çevirmenim, dilmaçım, araştırmacıyım. / Beş kitabım var: Beynin Kimliği, ..