Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Ekim '09

 
Kategori
Kültürler
 

Yardım etmenin ayı, mevsimi olur mu?

Yardım etmenin ayı, mevsimi olur mu?
 

Bir sonbahar günü. Kızımı okuluna bıraktım. Yürüyerek evime dönüyorum. Bu sefer farklı bir yoldan gideyim dedim ve her zaman yürüdüğüm yoldan değil, bir alt sokaktan evime gitmek üzere yola çıktım. Gazetemi her zamanki bakkalımdan değil, yolumun üzerindeki başka bir bakkaldan almayı seçtim. Alışkanlıklardaki böyle küçük değişiklikler, hayatınıza güzel anlar kazandırabiliyor bazen. İşte benim için o ‘an’lardan biri... Önce herhangi bir bakkaldı benim gördüğüm. Yönümü oraya çevirdim ve adım adım yaklaştıkça buranın herhangi bir bakkal olmadığını fark ettim. Kendi adına sosyal sorumluluğunu yerine getirmeye çalışan bir esnaf. Ayakta alkışlamalı bu davranışı. Özellikle ramazan ayında daha fazla oluyor veren eller, ama 12 ay boyunca yardıma devam eden işadamları da mevcut diyor Selman. Duyduklarım ve gördüğüm manzara beni kalbimden vurdu!

‘SEBİL, Askıda Ekmek, Hayra Ekmek’ yazısı asılı bir ekmek dolabı!

Aklıma; 2006 yıllarında, bilgisayar aracılığı ile sanal ortamda dolaşan ve bana da defalarca gelen bir elektronik posta geldi. Temelinde; maddi gücü yerinde olan insanların, maddi gücü olmayanlara yaptığı yardım tarzını anlatıyordu. Ve bu yardıma aracı olma şeklini. Ne var ki bu postayı okuduktan sonra, sevdiğim arkadaşlarımla paylaşmaktan öte bir eylemde bulunamamıştım. Ve benim gibi pek çok insan da öyle yaptı. İçlerinden bazı aracı olabilecek durumdakiler, bu yardımı ‘askıda yemek’ , ‘askıda kahve’ , ‘askıda ekmek’ yazıları ile ihtiyaç sahiplerine duyurmaya çalıştı. ‘Askıda’ kelimesinin pek açıklayıcı olmamasından olsa gerek; vitrin camlarına astıkları ‘askıda .....’ kâğıdı iki üç ay içinde yok oldu gitti vitrinlerden.

Gelen elektronik postada ki hikâye şöyleydi:

İtalya'da Venedik‘in kenar mahallelerinden birinde, bir Cafe-Barda, espressolarimizi içiyorduk. İçeri giren müşterilerden biri, barmene ‘iki kahve, biri askıda ’ dedi, iki kahve parası verdi, bir kahve içip gitti, Barmen de duvar üzerinde asılı duran çiviye bir küçük kâğıt astı. Biraz sonra içeri iki kişi girdi. Onlar da ‘üç kahve, biri askıda ’ dediler, Üç kahve parası verdiler ve iki kahve içtikten sonra gittiler. Barmen "askı“ ya yine bir küçük kâğıt astı. Bunun gün boyu böyle sürdüğü anlaşılıyordu.

Bir süre sonra kahveye, üstü başı biraz eski-püskü, belli ki yoksul bir kişi girdi ve barmen’e ‘askıdan bir kahve’ dedi. Barmen hemen bir kahve hazırladı ve yeni müşterinin önüne koydu. Yoksul kişi kahvesini içtikten sonra para ödemeden çıktı, gitti. Barmen ise duvardaki askıya taktığı kâğıtlardan birini kopardı, parçalayıp çöp kutusuna attı.

Sene 2008. Beş ay önce geldiğim Muğla’ da, bir bakkalın ekmek dolabında bir yazı gördüm. Sadece ‘askıda ekmek’ yazmakla yetinmemiş! ‘Sebil’ , ‘Hayra Ekmek’ gibi halkın bildiği tanımlarda kullanmış.

Dayanamadım sordum: Nerden çıktı bu ‘Hayra ekmek?’

Selman Soğancı cevap verdi. O da vakti zamanında böyle bir elektronik posta almış. 30 senedir bakkal olan babasına, bu yardımı uygulayabilir miyiz? Diye sormuş. Babası, memnuniyetle bu isteği kabul etmiş. Ve dahi ek bilgi vermiş. Bu uygulamanın Osmanlıda bir tarihçesi var. ‘Sadaka Taşı’

İlk defa duyduğum terimi araştırmaya başladım. ‘’Sadaka Taşları farklı boylarda olmakla beraber genellikle beyaz renkli taştan silindir ve dört köşe şeklinde, bir kısmı ise havuz, kovuk ve yatay bazen de oyuklar şeklinde olurdu. Gelenler elini sokar bırakır, alanlar elini sokar alırdı. Silindir ve dört köşe taşlar toprağa dikine gömülürdü, 60–90–140 ve 2 metre boylarında olanları vardı, tepeleri dikdörtgen veya taşına göre yuvarlak 10–15 cm. derinlikte oyuktu yardımlar bu oyuğa konulurdu. Yüksek taşların önünde uzanabilmek için basamak taşları vardı. 17nci yüzyılda bir Fransız seyyah bu taşların başına bir hafta kimsenin bırakılan yardımları almak için uğramadığını yazmıştır. ‘’ tanımıyla karşılaştım.

Düşünsenize; Avrupa ülkeleri, Ortaçağ karanlığı ile boğuşurken, Türkler, 11.yy da Selçuklu Döneminde, uygarlık tarihinin bilinen ‘’ilk sivil yardım kurumları’’ nı kurmuşlar. Selçuklulardan Osmanlıya kadar gelen ‘’yardımlaşma yöntemleri’’ zaman içinde unutulmuş ve günün birinde ‘’İtalyan toplum terbiyesi’’ ara başlıklı elektronik posta ile yukarıdaki ‘’askıda kahve’’ hikâyesi geliyor.

Bir grup insan, biz terbiyeyi, yardımlaşmayı İtalyanlardan mı öğreneceğiz? Diye alt yazı içeren olumsuz düşüncelerini, hikâyenin sonuna ekleyip göndermeyi tercih etseler de, bu elektronik posta bana geldiği için sevindim. Toplumumuzda yüzyıllardır süren bir geleneği ve bu yardım şekillerinin terimlerini öğrendim. Kuşaklar arası aktarılmayı unutulan bilgilerin /terimlerin iki tanesini buldum ve sizlerle de paylaşmak istedim. Bunlardan bir tanesi ‘’Sadaka Taşı’’ diğeri ‘’ Zimmem Defteri’’

SADAKA TAŞI: Yardım eden, yardım alan birbirini görmez, bilmez, tanımazdı. Yardım alan muhtaç olmanın ezikliğini taşımaktan, yardım eden de gurur ve riyadan korunmuş olurdu. İhtiyaç sahipleri, ihtiyaçlarını giderince veya imkân bulduklarında sadaka taşlarına kendi imkânları ölçüsünde yardım bırakırdı. Alanlarda, sadece kendi ihtiyaçları kadar olanını alıp, fazlasını geri bırakırlardı. Yardım almak ve yardım etmek için yatsı namazı ve sabah ezanı arasındaki vakit kullanılırdı. Yani alan-veren gözükmesin diye karanlıktan faydalanılırdı.

Eller taşın içerisindeki oyuklara girdiği için; yardımda bulunmak için mi, yardım almak için mi gidildiği bilinmezdi. Bu taşların mekânları için genellikle mezarlık, caminin gözükmeyen köşeleri, yoksul mahallelerin tenha köşeleri tercih edilirdi.

Beni çok etkileyen bir detayı daha paylaşmak istiyorum. Osmanlı döneminde cellâtlar, halkın defnedildiği mezarlıklara defnedilmezlermiş. Onlar için ayrı mezarlıklar olurmuş. Cellât öldükten sonra, geriye kalan eş, çocukları ve diğer yakınları toplum tarafından dışlanıp, yardıma ihtiyaç duyacakları varsayılarak, cellât mezarlıklarına da sadaka taşları yerleştirilirmiş. Hatta daha da ileri gidip, bu taşlardan açık arazilere, patika yollara da yerleştirirlermiş. Sadece para değil, yiyecek, giyecek vb. yardımlarını da buraya bırakıp, yoldan geçen ihtiyaç sahipleri kullansın diye düşünürlermiş.

ZİMMEM DEFTERİ: Osmanlılar zamanında Ramazan günlerinde tebdil-i kıyafet ile pek çok zengin, hiç tanımadıkları mıntıkalardaki bakkal, manav dükkânlarına gider,
onlardan Zimmem Defteri ' ni (veresiye defteri) çıkarmalarını isterlerdi.

Baştan, sondan ve ortadan rasgele sahibelerin toplamını yaptırıp, miktarını ödedikten sonra; "Bu borçları silin! Allah kabul etsin!" der, kendilerini tanıtmadan çeker
giderlerdi.

Borcu ödenen, borcunu ödeyenin kim olduğunu; borcu sildiren, borçtan kimi kurtardığını bilmezdi... Gizli verilen nafile sadakanın, açıktan verilen nafile sadakadan yetmiş kat daha sevap olduğunu bilen zevat, yardımlarını mümkün olduğunca gizliden
yapmaya gayret ederdi. Ecdadımız sağ elin verdiğini, sol elinden bile gizler, yaptıkları iyilikleri unutur giderlerdi.

Köşemi takip edenler bilir. Bergama’ya Malatya’dan gelmiştik. İsmini ilk o şehirde duyduğum ‘Somuncu Baba’’ hakkında da bilgi vererek yazımı sonlandırayım.

SOMUNCU BABA: Somuncu Baba olarak bilinen Hamid Hamidüddin (1331-1412), Yıldırım Bayezid zamanında Kayseri, Bursa ve Aksaray'da yaşamış bir mutasavvıftır

Kayseri'nin Akçakaya köyünde doğmuştur. Anadolu'yu manevi fetih için gelen Horasan erenlerinden Şemseddin Musa Kayseri'nin oğludur. Soyu İslam Peygamberi Muhammed'e ulaştığı ve 24. kuşaktan torunu olduğu inanılmaktadır. Şeyh Hamid-i Veli ilk tahsilini babası Şemseddin Musa Kayseri'den almıştır. Bilge kişiliği olan Şeyh Hamid-i Veli, ilim alanındaki çalışmalarını Şam, Tebriz ve Erdebil'de sürdürmüştür. Alaaddin Erdebili'den ve Bayezid-i Bistami'nin ruhaniyetinden manevi terbiye almıştır.

Dini ve dünyevi ilimlerle ilgili icazet alarak, irşad vazifesi için Anadolu'ya dönmüş Bursa'ya yerleşmiştir. Bursa'da çilehanesinin yanında yaptırdığı ekmek fırınında somun pişirip çarşı pazar dolaşarak "Somunlar Müminler" nidasıyla insanlara ekmek dağıtmıştır. Bu sebeple Şeyh Hamid-i Veli "Somuncu Baba" ve "Ekmekçi Koca" olarak da tanınmıştır. Yıldırım Beyazıd Niğbolu zaferini kazanınca Allah'a şükür nişanesi olarak Bursa Ulu Camiini yaptırmıştır.

Ulu Cami’nin açılış hutbesini Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri okumuş, hutbede Fatiha Suresini yedi farklı şekilde yorumlamıştır. Bu olağanüstü hutbeyi dinleyen cemaat Şeyh Hamid-i Veli Hazretlerine büyük bir teveccüh ve tazim göstermiştir. Manevi kişiliği ve bilgelik yönü ortaya çıkan Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri şöhretten korktuğu için talebeleriyle birlikte Bursa'dan ayrılarak Aksaray'a gelmiştir. Aksaray'da Hacı Bayramı Veliyi dünyaya ve ahirete ait ilimlerde eğiterek yetiştirmiş, irşad vazifesi için Ankara'ya görevlendirmiştir. Şeyh Hamid-i Veli kabri Malatya'nın Darende ilçesinde Somuncu Baba Camii'nde bulunmaktadır.

Yardım etmek: , ‘’yardım etmektir’’ Yardımın ülkesi, dini, rengi, şekli olmaz. Günümüzde bir ‘askıda ekmek’’ tanımlaması dolaşıyor olsa da; bunun sebebi Avrupalı insanların bilgisayarı daha çok kullanıp, seslerini daha çok, daha kolay duyurabilmesinden kaynaklanır. Bizim kültürümüzde 11.yy dan dan beri var olan yardımlaşma geleneklerini, kuşaklarımız daha çok uygulayıp, daha çok dillendirdikçe; gelecek kuşaklar, içinde bulundukları toplumun ne kadar değerli olduğunun farkına varıp, tarihçelerini öğrendikleri örnek davranış şekillerini, başta bilgisayar olmak üzere, çeşitli iletişim araçları ile dillendirmeye, yaymaya başlayacakları konusundaki ümidim büyük.

2009 da, herkes için yardım ve iyilik dolu bir yıl diliyorum.

Saygılarımla,

Not: Bu yazı Aralık 2008, Bergama-Halkın Sesi gazetesi Yaşamdan Renkler adlı köşemde yayınmıştır.

 
Toplam blog
: 119
: 1401
Kayıt tarihi
: 11.02.09
 
 

Ben kimim? Tüm sıfatlarımın dışında doğduğum günden beri bu sorunun cevabını bulmak için sürekli ..