Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Mayıs '16

 
Kategori
Dünya
 

Yarım Hikaye; Gerçekten Yarım

Gerçek ötesi bir hikâye (Giriş)

Uzak diyarlardan birinde çeşitli dinlere ve milletlere mensup bir topluluk yaşamaktaymış. Bu topluluk içinde dini ve milli hassasiyetlerden ziyade insani ilişkiler önem taşırmış. Bu topluluk uzunca bir süre dışarıdan habersiz kendi içlerinde ağaları, beyleri ile bazen mutlu bazen de mutsuz yaşam sürüp gidiyorlarmış. Toplumlar aileler gibidir; kimi zaman kavga olur, kimi zaman neşe olur. Bazen de daha da kötü şeyler. Birbiri ile birlikte yaşamaktan başka çaresi olmayan insanlar bir şekilde kendi kendilerine kaldıklarında bir orta yol bulup belki de anlaşabilirler ancak dışarıdan bir nifak tohumu ekildiğinde ve bu tohum boy verdiğinde toplumu oluşturan boyları bir bir yere serer de toplumun ruhu duymaz.

Hata aramak; arandığında en kolay bulunabilecek bir şeydir. Hele bu karşınızdaki ise çok daha kolaydır. Nedenine gelince bir insan kendisinden binlerce kilometre uzakta yaşayan birinin hatasını nasıl bulsun ki? Ama hata bulması gereken kişi hemen tam karşısında duruyorsa ve muhtemelen ailesinin yanında olduğu zamanlar hariç dışarıda bulunan kişi sabah yüzünü yıkarken, tıraş olurken gördüğü yüzüne karşılık, geri kalan tüm zamanlarda başkalarının yüzüne bakar. Bu denli başkalarının yüzüne çok bakan birisinin başkasının hatasını bulmasından daha doğal ne olabilir ki? Amaç sadece hata aramak olsaydı ve çok fazla hata bulunabilirdi. Nitekim çok hataların bulunduğu ve çok kavgaların bulunduğu zamanlar olmuştur.  Tıpkı eğer bu yazıyı bitirebilirsem ve de okuma sabrını gösteren herkesin bulabileceği ufak veya büyük mantık hataları, imla hataları gibi. Hata arandığında en kolay bulunabilecek şeydir elbette bu kendimiz haricinde olursa. İnsanlar kendilerinde hataları aramazlar. Kendilerine bin bir türlü sıfatlar verirler de asla hatalı demezler. “Ayranım ekşi demek, diyebilmek öyle her babayiğidin harcı değildir.”

Bir ressam yetiştirdiği ressam adaylarından birine bir gün demiş ki; “ en güzel resimlerinden birini yap ve şehrin meydanında sergile ve yanına bir kalem koy ve şöyle bir not yaz; lütfen bu resimde gördüğünüz hataları işaretleyiniz” Ressamın öğrencisi o zamana kadarki en güzel resmini yapıp ustasına göstererek, ustasının da onayını aldıktan sonra, ustasının dediği gibi şehrin en kalabalık meydanında sergilenmek üzere bırakmış. Öğrenci bir gün sonra yaptığı resimle ilgili hem yorumları öğrenmek, hem de halk tarafından ne kadar da çok takdir edildiğini öğrenmek için resmi almaya gitmiş. Beğenileri ustasıyla da paylaşıp, ne kadar başarılı bir öğrenci olduğunu kanıtlamak istiyormuş. Resmin yanına varınca tamamen karalanmış bir resimle karşılaşmış ve dünyası başına yıkılmış çok üzülmüş. Süklüm püklüm elindeki resmi gizleyerek ustasının yanına dönmüş ve ustası onu merakla bekliyormuş. O ise ustasını mahcup ettiği için, çok üzgünmüş. Ustasının yanına varınca ustasına; “yaptığım resim halk tarafından hiç beğenilmemiş, ben sizin bu zamana kadar tüm zamanınızı boşuna almışım ve sizi boşuna uğraştırmışım, meğerse bende hiç yetenek yokmuş” demiş. Ustası ise; “seni anlıyorum. Senin için büyük hayal kırıklığı oldu. Ama merak etme. Şimdi hemen bir tane daha yap ve hazır olunca bana haber ver” demiş. Öğrenci istemeyerek de olsa bir tane daha resim yapmış ve hazır olunca ustasına göstermiş. Ustası; “bu diğeri kadar güzel olmadı ama olsun. Şimdi bunun yanına ise resim fırçaları ve boyalar hazırla ve şöyle bir not yaz; lütfen resimde gördüğünüz yanlışları düzeltiniz.” Öğrenci hem bu resmin daha da kötü olduğundan hem de resim yapma konusunda cesareti kırıldığından daha büyük bir faciaya hazır bir halde resmi yine bir önceki günkü sergilediği noktada sergilenmek üzerek bırakmış ve ayrılmış. Ertesi günü tüm faciaya hazır olduğu halde resimle ilgili yorumları görmek üzere resmin yanına vardığında bu defa resmin üzerinde hiçbir işlem yapılmadığını kimsenin dokunmadığını görerek, resmin çok beğenildiğini düşünerek resmi kaptığı gibi ustasına koşmuş. Geldiğine ustasına ;  “önceki resim bu resimden çok daha güzeldi ancak o resmi karalayanlar buna hiçbir şey yapmamışlar bu işin sırrı nedir” diye sormuş. Ressam;“birinci resimde sen insanlara beni eleştirin dedin, bu durumda insanlar en kolay yapabildikleri şeyi yapmaları için onlara fırsat verdin. Onlar da tıpkı Türkiye’de milli maçlarda bir anda yetmiş milyon seyircinin sanki teknik direktörmüşçesine Fatih Terim’i eleştirdiği gibi eleştirmeye başladılar. Eleştirmekle kalmadılar ve senin en güzel resmini harap ettiler. İkincisinde de sen onlara gelin birlikte güzelleştirelim, birlikte daha iyisini yapalım dedin. Yapmak yıkmaktan çok zor bir eylem olduğu için kimse yapmaya yanaşmadı. İşte işin sırrı bu” demiş.  

                                                                         ***

Hikâyeler güzel başlaması ve güzel bitmesi temenni edilir. Aslında her başlangıç iyi veya kötü bitiştir. Kötü bitiş, iyi bitişten ziyade sona eren her şey başladığına işaret ederken her başlayan da bitişe gider. Güneşin doğması batacağına, batması ise doğacağına işarettir. Normal zamanlarda her şey gayet güzel görünürken, kötü zamanlarda iyi fark edilemez. İyi zamanlarda da kötü ihmal edilir. Kötü zamanlarda kötüden başka bir şey gözükmez, iyilikler unutulur. Ağustos sıcağında yakan güneş insana dünyayı dar ederken, Şubat soğuğunda ise mumla aranır. İlkbaharda yüzlerini ışığa dönen çiçekleri yakan da yine Ağustos güneşidir.

Bu uzak diyarda yaşayan insanlar, birbirlerinin inanışlarına karışmazlar,  yardımlaşırlar, güle oynaya yaşayıp giderlermiş. Halk yazılı bir evrak tutmazmış. Yalan, hile, desise yokmuş ve tüm bunlar hem bilinmezmiş hem de anlaşılmazmış. Pek öyle kayıt kuyut tutmaya da meraklı değillermiş. İnsan sevdiğine verdiğini hiç sayar da mı verirmiş. Hem bir insan ihtiyacından fazlasını ne diye kendine yük edinirmiş ki? Hiçbir baba oğlunun anne kızının, sevgili sevgilinin lokmalarını sayar mıymış?

Sözlü anlatılan söylenceler, söylenerek anımsanırmış. İnsanlar kötülükten fazla bahsetmezlermiş. Bu şekilde hem bahsedilmeyen şeyler bir süre sonra unutulur gider ve kötüyü anlatmanın ne faydası var diye düşünürlermiş. Gübre taşıyan gübre kokar, meyve taşıyan meyve kokar, gül tutan elden gül kokusu gelir diye düşünülürmüş.

Bu uzak diyarlarda kimse kimsenin düşüncesine, inanışına fazlaca müdahale etmezmiş. Ticaret bu ülkede çok iyi bilinirmiş de hile hurdadan kimsecikler haberdar değilmiş. Hilesiz yapılan şey belki gösterişsiz olur ama asıldır. Sahte değildir. Birçok diyarda göz alıcı ışıklar altında pireler deve yapılırken, aslanlar kediye dönüşür, ormanlarda aslan kralın yerine köpek kral, aslanlar bekçilik yaparmış.  Fare bir ışık yardımıyla perdeye yansıtıldığında kediden yüzlerce kat büyük hale gelirmiş de kedi korkudan tir tir titrermiş. Bu zamana kadar nasıl da bu fareyi yememişim. Bak nasıl da büyümüş, yıllarca kovala ve de yakalamazsan gün gelir fare olur bir yırtıcı ejderha. Kaç kaçabilirsen bakalım elinden diye hayıflanırmış kendi kendine.

Bazı diyarlarda “kediye kedi” derlerken bazı diyarlarda aslanlardan kediler, kedilerden filler dahi yapılırmış. Asılla ilgili husus açıklamaya çalışıldığında ise kedinin aslında fil olduğunu sistematik olarak nasıl evrim geçirdiğiyle ilgili kütüphaneler dolusu kitap yazılır ve basılırmış. Üniversitelerde kedilerin file dönüşümüyle ilgili kürsüler kurulur ve bu konuda konferanslar düzenlenirmiş. Bir etçil hayvan anında bir otçula dönüşürmüş. Açık oturumlarda kendilerinin alanlarında profesör olduğu her halinden belli, kalın belleri, top sakalları, yağlı bedenleri, gözlüklerinin altından ve üstünden önündeki kâğıttaki yazıları görmeye çalışan halleri onların o konuda profesör olduğunu açıklayamazsa ne açıklayabilirmiş ki?

***

İnsanların birbirine karşı son derece saygılı olduğu uzak diyarda halkta kimsenin diğerinin düşüncesine karışmaması hatta bu farklılıkların dahi mutluluk vesilesi olması gibi günümüz dünyasında alışılmadık bir tutum veya durum göze çarpıyordu. Son derece çalışkan ve sorumlu davranan insanların sadece birbirine olumlu davranmaları aynı zamanda bu insanların doğaya ve diğer canlılara da son derece saygılı davranmaları abartıdan kaçınmaları, sadece yaşam sürmeleri onları değersizleştirmiyordu. İnsanı aslında bir kıyafet, bir makam, sahip olduğu bir eşya nasıl değerli yapabilirdi ki. İhtiyacı yokken, sırf gelecekte lazım olacak diye hırs yapıp olur olmaz diğer insanlara ait olan emeklerin üzerinde konmanın ne âlemi vardı.  Fazla mal sahibi olmak, fazla yemek yiyip de obez olmaktan çok da farklı bir şey değildir. Obez olan ve bunu sırf başkaları çalışırken o çalışmadığı için veyahut pisboğazlığının kurbanı olmasından kaynaklanması insanın kendi hatasıdır. Hatasının diğer insanlara rahatsızlık vermesi kabul edilebilecek bir durum değildir. Aynı şekilde ibadetinin de diğer canlılara zulüm etmek pahasına yapılan ibadet de ibadet olmayabilir. Bu bazı toplumlarda oruç tutmaya benzer. Oruç tutmak dini bir görev kabul edilir ve oruç tutulur. Oruç tutan birinin ağzı kurur ve zorunlu olarak bazen vücut salgı üretir. Ağızda üretilen salgıyı orucum bozulur diye yere tüküren birisi, oruç tutuyorum diye başkalarının pek de hoşuna gitmeyen bir hareket yapmış olur. Bu durumda birine oruç olarak ibadet, diğerine de onun rahatsızlığı kalıyorsa bu son derece çekilmez bir durum olur. Bilim adamları, sağlıklı bir insanın idrarı en etkili dezenfektan kabul ederler.

Bir insan idrarı ile ilgili bilim adamları şu açıklamayı yapıyorlar;“İdrarın içeriğinde normal olarak bol miktarda su (yaklaşık %95) ve vücudun metabolizma atıkları (yaklaşık %5) bulunur. İdrar, böbrekler tarafından üretilir ve böbreğin diğer bir önemli görevi de, vücut içerisindeki sıvı dengesini sağlamaktır. Böbrek kılcalları aracılığı ile, atılmak üzere stoklanan idrar ve kan arasında sodyum, potasyum, kalsiyum, karbonat ve klorit gibi çözünmüş tuzların (elektrolitlerin) çift taraflı geçişi sağlanır. Bu şekilde, böbrekteki kan damarlarında gerekli ve yeterli miktarda su ve elektrolit bulunması sağlanmış olur. Bu işlem sonrasında geride kalan tüm maddeler de idrarın içeriğini oluşturur. Yukarıda saydığımız çözünmüş tuzlara ilave olarak ayrıca vitaminler, amino asitler, antikorlar, enzimler, hormonlar, antijenler, çeşitli proteinler, tolerjen ve immünojenler, immünoglobülinler, üre, ürik asit ve gastrik sindirim depresanları gibi çok çeşitli (yaklaşık 200 kadar) maddeler de idrar içeriğini oluşturabilir.
Bu arada, normal idrar vücuttan çıktığı anda tamamen sterildir ve hiçbir bakteri içermez. Ayrıca idrarın anti-fungal, anti-bakteriyel, anti-viral özellikleri olduğu ve tüberküloza neden olan basillerin gelişimini engellediği de kanıtlanmıştır. 

Alkali özellik gösteren tükürüğün temel bileşeni suyun dışında, tükürük bezleri tarafından üretilen diğer başka maddeleri ve ağız boşluğunda doğal olarak bulunan çeşitli bileşenleri de içeriyor.
Tükürük içeriğinde bulunan maddeler;
Su, albümin, çeşitli enzimler (lipaz, amilaz, laktik dehidrogenaz, beta-glukuronidaz, esteraz, peptidaz, fosfataz, ribonükleaz, peroksidaz), karbohidraz, lizozim, musinler, sistatinler, sinir büyüme faktörü, epidermal büyüme faktörü, gustin, fibronektin, histatin, immunoglobulin-A, -G ve –M, serum proteinleri, laktoferrin, kreatinin, siyalik asit, üre, ürik asit, lipidler, azot, elektrolitler, amonyak, bikarbonat, kalsiyum, klor, flor, iyot, fosfatlar, potasyum, sodyum, sülfatlar, tiosiyanat, magnezyum, vs. Bunların dışında, tükürük bezleri tarafından salgılanmayan bileşenler arasında da şunlar bulunabiliyor: Mantarlar, serum ve kan hücreleri, yemek artıkları, bakteriler ve bakteriyel ürünler, bronşiyal salgılar, hücre artıkları, virüsler.

Yani bir insan tükürdüğünde uzmanlara göre; doğaya ve diğer insanlara bulaştırmak üzere aslında idrarını bırakmaktan daha zararlı virüsler salıyor. Nedeni sorgulanmayan her şey ileride daha da sıkıntıya sebep olabilir.  Bir kişi ibadet dahi ediyor olsa dahi temel kural; Allah’ın yarattığı diğer canlılara zarar vermemek, temel prensip kabul ediliyormuş.

İsraf toplumda en aşağılanan hareketmiş. İsrafa neden olanlar, toplumun en aşağılık insanları olarak kabul ediliyormuş. İhtiyacı olmadığı olduğu halde almak, ihtiyacı olanlar varken, ihtiyaç sahiplerine vermediği halde atmak,  kişinin akıl sahibi olmadığına dair önemli bir delil kabul ediliyormuş. İlk seferinde uyarı ile yetinilen bu hareket daha sonra kişinin akıl hastanesine yatırılmasına neden oluyormuş. Emeğini, malını gereksiz yere zayi etmek, akılsızlık işaretiymiş. Akıl sahibi olanlar, hastaysa tedavi edilirmiş, hasta olmayanlar ise, kötü olarak damgalanıyor ve insanlar doğaya, kendine, emeğine, enerjisine saygısı olmayan insanın diğerlerine karşı saygısı olamaz diye düşünülüyormuş. İlginçmiş uzak diyarların insanları doğrusu.

Bu yazıları yazan kişinin de elbette çok hataları vardır ve olmaya devam edecek. Ben de burada yaşanmamış ancak yaşanan bir hikâyeye kısa bir başlangıç yapmak istedim. Sizce hikâye nasıl başlamalı ve bitmeli?

Yaylanın “günübirlikçileri” günlük bu koşuşturma içinde zamana karşın yarış içinde oladursun, yaylacı tembeller de gününü gün ediyordu. Tembellik bazen kötü düşüncelerin insan zihninde şimşeklerin çakmasına neden olur. O yüzden belki de insanları kötülüklerden uzaklaştırmanın yolu onlara boş zaman bırakmamak, onları sürekli olarak meşgul edecek uğraşlar temin etmek gerekir. İnsanlara sürekli olarak yeni hedefler tayin etmek gerekir. Tam hedefe yaklaştıkları zaman, çıtayı bir kademe daha yükseltip yeni hedefler belirlemek gerekir. Bu hedefler insan hayatında asla bitmez. Çünkü eksiklik duygusuyla pompalanan, düzenli modern hayat insana sürekli yetersiz olduğu duygusunu vermeye programlanmıştır. Elindekiyle yetinmek gibi felsefeler beyhudedir. Bu gerçek insanın yapısına da uyumlu değildir. İnsan nefsi ilginç bir şekilde hem bedene, hem ruha zararlı olanları istemekte de çok yeteneklidir.

İnsan aklı kalbi birlikte birtakım zararlıları zaten bilir. En basitinden her beden daha süt kuzusuyken anason kokusunu, lağım kokusunu sevmez. Bu kokular insanları mutsuz eder. İlginçtir ama gerçekte dünyanın en yakışıklı ve en güzel insanı da olunsa günlük hayatında herkesin yaptığı görevleri yapar. Bu bir kuraldır. Bilinmezlik, ömrün ne zaman biteceğiyle ilgili bilinmezlik herkes tarafından kabul edilen bir gerçektir. Öyle ki, normal bir insanla ilgili kurallar, tüm seçilmiş ve seçilmemişlerle aynı şekilde sürer, gider. Ne yenilirse yensin, yenilen şeyin vücuttan çıkarılması ile kontrol zamanı ve içeriğini kontrol edilemez. Vücuttan çıkanları kontrol edebilmek insanın elinde değildir. Öyle her şeyi de kabul etmez bünye. Misal külçelerce altınınız olsa da söz konusu metali bünye kabul etmeyebilir. Zaman içinde zenginler kazandıkları servetlerini kasalarında değil, midelerinde taşıyabilirlerdi. Bu dahi çözüm olmazdı. En fazla kontrol süresi ölümle birlikte sona ererdi. O halde insanları birbirlerini yok etmek için zorlayan nedir? Zorlayan kontrol edemedikleri zaman diliminde, daha fazla şeyin vücudun içine ve dışına temas etmesini sağlamaya yönelik dışsal ve içsel faaliyetlerdir. İçsel durumda gününüz gastronomi bilimi de kanıtlamıştır ki, yemek dahi bir zehirdir. Yenilen her şey üç aşağı beş yukarı herkeste aynı şekilde vücuttan çıkmak zorundadır. Dışsal şeyler, elbiseler, arabalar, yatlar, katlar bu tür şeylerin tamamı tıpkı insanda olduğu gibi, yapıldığı ilk andan itibaren şahane bir şekilde bozulmaya, yok olmaya, çözünmeye doğru ilerler. Yüzyıl önce yapılan yüz binadan kaçı yıkılmıştır? Cevap kesinlikle birçoğu olmalıdır.

Doğada bulunan her madde tıpkı nükleer maddeler gibi çözünürler. Kimi madde çözünürken, enerji sağlayabilirken, bir başka madde türü belki de günümüzde bilmediğimiz enerji veya “şey”lere dönüşüyor. Bizim algımız, şeylere ihtiyaç duymuyor veya algılayamıyor olabilir. Algıladığına da mana vermekten aciz de olabilir. Hatta bu durum ve şeyler henüz isimlendirilmemiş de olabilir. Bu anlamda sıradan insanın şeyleri ve durumları anlamasına, kodlayıp çözümlemesi zor olabilir. Ancak etkisinde kaldığı şey veya şey çözünmelerinden etkilenme şekilleri de farklı olabilir. İsimlendirilemeyen nesne veya durumlar olmadığından değil, henüz etkin bir grubun isim verip, bu budur demediğindendir. Bunun bu olduğunu bir köylü söylerse dikkate alınmaması gerekir. Çünkü toplum köylünün cahil olduğu konusunda şartlandırılmıştır. Söylediğine genellikle evdeki çocuğu, karısı dahi inanmazken başkasının ona inanması beklenmemelidir. Tuzak kurarak dinleme öteden beri iletişimin konusu olmuştur. Tuzak kurarak dinleyenlerin süngüsünün düşmesi için taktikler geliştirilmiştir. Ancak kimsenin tuzak kurucu öğrenme ve öğretmeden bahsettiğine tanık olmak ise bir hayli zordur. Planlı eğitimi planlayanlar eğitimi de tuzak kurarak pekâlâ gerçek hedeflerin uzaklaşmasına, kişinin ulaşması gereken yere asla varamamasına neden olduğunu, olabileceğini de fazla düşünemeyiz. Bu insanın kendine ihanetidir. İhanetidir, çünkü yıllarca ardından yürüdüğü fikirlerin doğru olduğunu insan kabul etmez, edemez ki. Eğer bu mümkün olsaydı, olabilseydi; dünyada birden fazla din olmaması bile gerekebilirdi. Ama var. Eğitim gerçek bir yargıdan ziyade planlanmış ön yargı oluşturmayı da hedefliyor olması bu bakımdan çok olasıdır. Afrika’da yaşayan bir köylü ile Amerika’da yaşayan bir köylü hatta şehirli mesafe bakımından birbirine doğrudan zarar verme kabiliyetine sahip değildir. Ancak Amerika’da uygulanan sistem veya tuzak yerli ve yerel halkın kabulüyle sistem veya şeyi kabul eder. Bu amaca uygun kitaplar yazılır. Filmler çekilir. Devir bilgi çağı, hümanizm dorukta ancak insanın insanı doğraması zihnen halen çözümlenememiş. O halde sistemlerin insanlara karşılıklı tuzak kurdurmadığını kim söyleyebilir?

Baharda yaylaya çıkan yaylacılar hızla işe koyuldular. Evlerinin bahçelerinin, bostanlarının çitlerinin bakımın yaptılar. Hayvanları için ağılların duvarlarını tamir ettiler. Ahırları düzelttiler. Bakımını yaptılar. Yaklaşık bir günlük uğraşan temizlikten sonra evler, ahırlar eski haline döndürüldü. Bu iş için hazırlıklı gelen köylüler kendilerine yetecek kadar evlerini ve ahırlarını düzenlemiş oldular.

                                                                      ***

İhtilalin ilk günleriydi.  Güneşin doğuşuyla beraber artık sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş, şehirlerde ve kasabalarda oturanlar radyolardan ihtilal haberini almışlardı. Ülkede olağanüstü koşullar geçerliydi. Sokağa çıkmak yasaktı. Yasaklar birkaç güne kadar gevşerdi. Neticede insanlar yaşamak için yiyeceğe, ekmeğe ve bir sürü yaşamsal öneme sahip ihtiyaçlara sahipti. Fırınlar, ekmek çıkarmasa şehir denilen kutularda yaşayan özgür ve varlıklı insanlar ne kadar varlıklı olsalar da evinde bu olağanüstü şartlara göre tedarikli olmayanlar için açlık ve sefalet demekti.

Özgürlük ve özgür yaşam insanoğlunun icadıydı. Özgür olan insanın, hareket özgürlüğü daha fazla olanlar tarafından hapsedilmesi, yok edilmesi, güçlülerin güçsüzler adına karar vermesi ve itiraz edenlerin ise çok şiddetli cezalara çarptırılabildiği ilginç ve ilginç olduğu kadar da çelişkiler yumağı garip bir yaşantı şekli son günlerde yaşanan olayların aksine dünyanın bu noktasında belirli bir süre kesintiye uğratılmıştı. Özgür ve hür olduğunu düşünen insanların bugün hayatları ikinci bir emre kadar kesintiye uğramıştı.  Kendisine öğretildiği gibi yaşar, öğretildiği gibi davranırdı. İhtiyacı olmadan birçok şeye ihtiyacı var zanneder hatta genellikle işte o yaşamsal ihtiyacı olduğunu düşündüğü şeyler için birçok zahmete katlanmak zorunda kalırdı. Aslında dünya denilen yaşam alanına kattıkları kayda değer bir şey olmamasına rağmen dünyaya getirdiği sadece ve sadece yıkımdı. Uzun yıllar önce yaşandığını düşündüğü şeylere inanır ve büyük saygı duyardı. Hayatın kesintiye uğramasının da bazı faydaları olabilir, insan bu arada belki de bir değerlendirme yapmak zorunda kalır, ailesi ya da aile kabul ettikleriyle bir süre zorunlu olarak yüz yüze bakarlar sohbet ederler, geçmişin geleceğin muhasebesini yapabilirlerdi. Gerçi sohbet zor iştir. Önyargı, şartlı konuşmalar, çıkarcı yaklaşımlar, abartılar, yalan sohbetten bir keyif alınmasını imkânsız hale getirir.  Genellikle insanlar konuşmayı sohbet olarak adlandırırlar. Hâlbuki iki kişinin çok iyi sohbet etmesi demek, ön şartsız olarak birbirini dinlemesidir. İleride bu söylediklerimi önüme delil olarak getirirler de zor durumda kalır mıyım acaba diye düşünmeden yapıcı bir ruh halinde veya olduğu gibi en yalın haliyle kendini ifade etmesidir. Biz, insanlar verdiğimiz talimatları, aşağılamaları bilinçli yöneltme ve ikna etme çabalarını genellikle sohbet zannederiz. Çocuğunuza, kapıcınıza verdiğiniz talimatlar sohbet değildir. Hele o insanın eğitimini, memleketini, milliyetini, şehrini, dinini sorgulama olarak geçen bir konuşma da sohbet değildir. Durup düşünüldüğünde birçok insanın gerçek bir sohbeti uzun zaman önce yapmış olduğu görülür. Belki kendi kendine bir süre ihtilal bahanesiyle de olsun kendi iç dünyalarına, dostlarına vakit ayırabildikleri için de mutlu olabilir. Böyle bir ihtilal sebebiyle zorunluluklar, aslında insanın zor şartlarda en çok neye ihtiyacı olduğunu anlaması bakımından da ayrıca önemlidir. Depremler, savaşlar da öyle değil midir? En çok ihtiyaç duyulan şeyleri anlama ve anlamsız yükleri sırttan zihinden atma yalın bir şekilde hayatta kalma mücadelesini öğrenme, basit şeylerle yaşanabildiğini görmeye yardım eden bu zorunluluklar o kadar da kötü değildir. Zengin fakirliği, öğrenir. İnsan olduğunu, aslında her şeyin basit olduğunu, krallığın bir işe yaramadığını öğrenir. Ayakkabıyla eve girmeyi maharet zannedenler, ayakkabısız kalmayı tadabilir. Mezara veya meydanlara karanfil atamayacak kadar çok zengin olanlar bir anda sıradan insanlara dönüşürler. Bu haliyle insan bir su gibidir. Biraz acı duyar, girdiği kabın şeklini alır. Bu bazen bir tencerede yemek pişirme görevi ile onurlandırılır. Bazen birisinin susuzluğunu gideren bir başka ihtiyaca dönüşür. Bazen bir martının balık avladığı su, bazen bir cünübün cünüplüğünü gidermekte kullandığı suya dönüşür.  Seçim şansları konusunda yüksek bilinç düzeyi suya belki gireceği kabın özelliklerini ve nerede ve ne şekilde kullanılacağını tercih edebilme öz bilinci ve çabası bilinçli, dengeli insanı tarif etse gerektir. Ancak birçok insan kendi elbisesini dikme maharetine sahip olmadığı gibi, elbisesinin modeline bile kendi öz bilinciyle karar veremiyor. Karar veremediği durumları düşünüp duruyor. Hayır, düşünüp çıkar yol bulamayıp, yaşayıp gidiyor; uydum kalabalığa.

Zaman durmaz, insanlar ise saatte 1670 kilometre hızla giden, dönen aslında farkında olmadan birçok değişimi de birlikte yaşar. Zamana yetişmek mümkün olmasa da çevremizde neler olduğunu algılayabiliriz. Bunun için durup bir süre dinlemek, anlamaya çalışmak gerek dünyayı ve olanları. Bu hızla dönen bir dünyada durmak pek olası değildir. Duygusal değişiklikler, bedensel ve algı değişiklikleri de zaten algılamayı kolaylaştırmaz. Ancak şimdi, tam da bu gün ilan edilen sokağa çıkma yasağı bir nebze insanların durup düşünmelerine vesile olsa da bu bir nasip işidir, herkese nasip olmaz. Hele nasibini aramak üzere yola çıkmayan kafa yormayan nasip konusunda o kadar şanslı olamayabilir.  Neticede uçan kuşun, sürünen bir yılana dahi nasip bahşedilmişse dahi nasip işini atalarımız “yatan aslandan gezen tilki evladır” sözüyle nasip çoktur lakin aramaya adam lazım sözüyle yattığın yerden nasip aramayı beyhude bekleyiş olarak değerlendirmişlerdir.

Şehirlerde ihtilal esnasında üç aşağı beş yukarı bunlar yaşanırken, köylerde durum daha özgür olur. Neticede hayvanları, bağı bahçesi olan insanların çalışmadan durmaları mümkün değildir. İnekler, koyunlar ihtilalden anlamazlar. İhtiyaçlarının giderilmesi gerekir. Köylüyü denetim altında tutmak da çok fazla bir önem arz etmediğinden olsa gerek, köylüler ihtilaller esnasında da çalışmak hayvanlarına bakmak zorundadırlar. İhtilaller esnasında sadece belki fırınlar çalışırken, köyde hemen herkes normal hayatına devam eder. Köylü belki de sadece ihtilaller esnasında şehirlilerden daha avantalı, daha az tehdide maruz kalır. Bu durumun sebebi her ne kadar devlet imkânlarının köylere ulaşmaması da olsa en azından böyle zamanlarda karışan eden, rahatsız eden de bulunmaması bir avantaj denilebilir.

Savaşlarda yenen yenilen aşağı yukarı belli olmaya başladığında nasıl bir ateşkes sağlanıyorsa benzer bir durum sıkıyönetim esnasında da vardır. Düzenli orduların savaşlarında ölü gömme törenleri karşılıklı tarafların anlaşıp, bir süre savaşmaya ara vermeleri ile savaş meydanlarında insanlar başka boyuta geçer. Gelinen aşamada,  görülen odur ki, savaşlarda can verenler bu işten en az karı elde edeceklerdir. Kan ve gözyaşları arasında, yaralıların su diye yalvardığı ve gencecik çiçeklerin birer birer solduğu yaşama hakkının ne derece önemli olduğunun gözler önüne serer. Savaş biter ve yenilgiye uğramış kişi savaş tazminatlarını öder. Sanki gücü olsa savaşı kazanmayacakmış gibi. O yüzden savaşı kazananlardan geride kalanlar bir süre en azından yenilen tarafın ödediği tazminatlarla bir süre rahat yaşayabilir veya savaşın yaralarını kısa sürede sarabilirler. Ama yine de giden gelmez. Giden candır. Dünyaya bakıp da yalancı seraba kapılan krallık hevesine düşen, nefislerinin her türlü kurbanı olan gafiller anlamalıdır ki, ilk kural: “Dünyada kalıcı bir şey yoktur. Kişisel çıkarlar adına yapılacak çokça eziyete sebep ahmaklığa dalalet değilse nedir? İnsanların kazanç peşinde koşmalarından daha doğal bir şey yoktur. Bu kazanç üretime dayanıyorsa tavsiye edilir, onaylanır ve hayırlı yerlerde kullanılması gerekir. Zaten kim alın terini sokağa atmaya cesaret edebilir ki? Böyle yaparak ömrünün artı değerlerini gereksiz yere sokağa atanlar gereksiz yaşadıkları gereksiz ömrün vergisini ödemektedirler. Bu ahmaklık belirtisi, gelecekte sefalet içinde bir yaşam belirtisi değilse ne olabilir?

İşte böyle bir günde binlerce köy içinden herhangi birinde, baba, oğul ve evin köpeği “çomar” bahçeden taze sebze toplamaya gitmişler, tarlanın en hâkim noktasından ufka bakıyorlardı. Baba ihtilalin neler getirip neler götüreceğini tam bilemese, anlayamasa da hayat normale döndüğünde demokrasiye geçileceği söyleniyordu; bu durumda demokrasi şimdiki şartlardan çok daha iyi şartlar demekti. Baba karmaşık duyguları arasında gelecekte, daha sütlü inekler, daha geniş araziler, güzel bir at ve çocukları için daha güzel bir gelecek gördü. Çocuk ise; durmuş babasını izliyordu ancak onun da geleceğe dair duyguları istekleri vardı. Güzel naylon bir top, eskiyen ayaklarından fırlayan ayakkabılarının yerine babasının kendisine yeni bir çift ayakkabı ile pazardan geldiğini gördü. Hemen çocuğun yanı başında öylece sessizce duran çomar daha fazla kemik gördü. Neticede çomarın dünyasında kemik en büyük oyun aracıydı.  İnsanlar ve hayvanlar kıyaslanamaz. Biri ancak diğerine yardımcı, arkadaş yoldaş olabilir. Ancak her iki canlı türü de doğar büyür, yaşamsal temel yiyeceklere, nesnelere ihtiyaç duyar. Bu nesneler geçici bir mutluluk sağlar, ancak ihtiyaçlar yerine yenileri gelir. Bu çoğu zaman da avlanma araçları da olur. Arzuların gerçek avcı olduğunu kim bilebilirdi. Hâlbuki avcıyı insan dışında arar, durur. Oysaki insanın avcısı ta içinde derinde sürekli yaşattığı hayalleri ve çoğu zaman da gem vuramadığı arzularıdır.

Küçük çocuk babasına hayranlıkla bakarak sordu: “Babacığım ihtilal ne demek?” Sabah babasının dinlediği ajans haberlerinde vardı. İhtilal olduğu ve sokağa çıkma yasağı olduğu söyleniyordu. Öyle ya çocuğa neydi, ihtilalden, devrimden. Hem nereden bilsindi, büyüklerin dahi gerçekte neler olup bittiğini bilmediği ihtilali.

İhtilal ciddi bir iştir, sıradan halkın kalkışabileceği bir olay değildir. Halk gerçekte Türklerde devlete büyük bir kutsal misyon yüklediğinden olsa gerek dualarında “Allah devlete millete zeval vermesin” diye ciddi her konuşmadan sonra ettikleri dualardan sadece biridir. Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinde dahi, Türkler Sovyet Sosyalist Cumhuriyetine karşı isyan etmeyi düşünmemişlerdir. Moskof, öz kardeşlerin arasına nifak sokup, milleti suni olarak köken ve dil olarak ayırıp parçalara bölmesine rağmen, kendiliğinden yıkılmasaydı, muhtemelen bir isyan yine de gerçekleşmeyecekti. Tarih ve kimlik çoğu kez başkalarınca verilebilir. Dünya siyasetinde etkin güçler, yetiştirdikleri akademisyenler, siparişe dayalı tarih kitapları, makaleler ve ders kitaplarıyla çok değil, elli yıl içinde bir milletin hafızasını tamamen silebilme kapasitesine sahiptir. Bunu birçok ülkede uygulamak, yerel halkı tamamen yok etmek sıkça yaptıkları bir şey, sıradan bir şey olmuştur. Kalabalıkların, nüfus anlamında günümüz dünyasında hiçbir anlam ifade etmediği alenen bilinen bir şeydir. Öyle olmasa KristofKolomb’un keşifleri sırasında tüm bölgeleri insanları yok ettiklerini kendileri ifade ediyorlar. Aynı şekilde Amerika’ya ayak basan beyaz adam, yerlilerin elinde avucunda ne varsa çalıp, soyduğu ve yerli halkı sistematik olarak soykırıma sürüklediğini dünyada bilmeyen yoktur. Aynı şekilde Azteklerin, Mayaların soylarının kurutulması, dillerinin değiştirilmesi aşamasını artık günümüzde bilmeyen yok gibidir. Aynı şekilde koskoca bir Afrika kıtasının neredeyse tek ülke tarafından yüzyıllardır sömürüldüğünü bilmeyen yoktur. Dünya sistematiğinde gözle görülür bir yanlışlık vardır. Bu yanlışlık bitmeyen terör, bitmeyen savaşlar, sona ermeyen ölümler, neredeyse dünyayı saran sonsuz huzursuzluk…

Kutu gibi evlerin sıra sıra dizildiği köyde, herkes sadece ihtilali sıradan bir olay gibi karşılamıştı. Zaten devletle bağlantıları köye gönderilen öğretmenler ve imam dolayısıyla devletle bağlantı devam ediyordu. Haritadan ansızın kalksa belki yokluğu uzun süre fark edilmezdi. Herkes, kendi çapında geçinip gidiyordu işte. Hayvancılık ve tarım yapıyor, suyu çeşmeden, kadınlar ve çocuklar taşıyordu. Çeşme bir buluşma noktasıydı. Köylerde hayat basit yaşanır, şehirlere nazaran eksiklikler fazla hissedilmez. Bu duruma tam tezat oluşturacak şekilde şehirler her şeyi görebileceğiniz ve canınızı çektirecek şekilde paketlenmiştir. Matruşka gibi.

Çocuklara cevap vermek, sanılandan zor iştir,  yalan söyleyemeyeceksiniz. Çocuklara verdiğiniz sözler öncelikle onların çocuk olduğunu anlayacak ve onun seviyesine göre cevaplar vereceksiniz. Bu cevaplar kesinlikle en ufak bir çelişki içermeyecek. İnsanlar çocukların kocaman ve çok renkli bir hayal dünyalarının olduğunu genellikle unuturlar. Onların çoğu zaman kendi öz saygılarını yitirmeyecekleri cevapları vermekten çekinmezler. Anne ve baba olmak için; herhangi bir diploma yok. Ancak; geleceği şekillendirdikleri düşünüldüğünde aslında son derece zor bir görev yaptıkları söylenebilir. Ancak ne yazık ki, anne ve baba vasfı taşımayan büyükler anne baba olabilirler. Bu durumda bir anda uygun şartlarda büyümemiş bir çocuk dünyaya kin ve nefretle gözlerini açabilirler. Anne ve babanın odasında çocuklar olduğu halde psikologlar kesinlikle ilişki önermezler. Bu onların dünyalarında birçok cevabı olmayan soru demektir. Hele bir de çocuk anne veya babasını bir başka kadın veya erkekle ilişki halinde yakalarsa bu çocuğun dünyasında ömür boyu yaşanacak büyük bir izdir. Basın kimi zaman bu tip haberlerle doludur.

Elliye yakın evden oluşan köyde evler yamaçlara kurulmuştu. Meyilli bir arazi üzerine kurulan köyün alt kısımlarına doğru tarlalar ve bahçeler başlıyordu. Köyün temel geçim kaynakları doğal olarak tarım ve hayvancılıktı. Her köylünün mutlaka bir ineği biraz tavuğu, yük taşımak için katır veya atı mevcuttu. Nadiren de olsa eşeği olan da olurdu. Eşek sahibi aileler genellikle ekonomik açıdan daha fakir olurdu. Katırın zürriyeti olmaz. Anne at, baba eşek olursa yavru katır olur. Katırlar eşekten hızlı attan daha dayanıklı olurlar. Yürüyüş açısından atın yerini hiçbir binek hayvanı tutamazdı. Binmek için yürüyüşü cins olan atın yerini hiçbiri tutamazdı.

Dünyada meydana getirilebilecek en önemli eser kuşkusuz hayırlı evlattır. Hayırlı evlat meydana getirebilmek içinse doğal olarak bilinçli anne ve baba adayının bir araya gelmesi, evlenmesi ve bir yuva kurması, çocuk yapacak kadar sağlıklı olmalarıdır.

 
Toplam blog
: 2271
: 163
Kayıt tarihi
: 15.10.14
 
 

Bugünün doğrusu yarının eğrisi, dost görünenler düşman ve herşey aslında zıddı olabilir. Büyük ih..