Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Kasım '10

 
Kategori
Kent Yaşamı
 

Yaşam, kent, iş ve farklı insanlar!

Yaşam, kent, iş ve farklı insanlar!
 

Görsel:www.veliunlu.com Hangisi ile ve nereye kadar?


Yaşam, doğumdan ölüme kadar uzanan, herkes için süresi değişik olsa da sınırlı bir süreçtir. Bu süreç içinde bireylerin öncelikle "kendini yaşama hak ve sorumluluğu"na çalışarak, üreterek sahip çıkması çok önemlidir. Bu durum, hiç şüphesiz ki insanların yaşamları süresince, toplumsal bir varlık olduklarını unutarak, sırf kendi bireysel çıkarları için çalışarak yaşayacakları anlamına gelmemeli. Toplumsal beklentiler ve değer yargıları da zaten bizim kişiliğimizin bir parçasıdır.

Bilindiği üzere insan yaşamı günümüzde çok karmaşık bir hale gelmiştir. Çok önceleri, zor koşullarda avlanıp karnını doyuran ve mağaralarda yaşayan insan, tarih boyunca, yüzlerce yıllar alan gelişmeler sonucu yerleşik hayata geçti, aletler yaptı, onları kullandı. Her şey son derece özgür ve doğanın bir parçası olarak yaşanırken, yine bir dizi gelişme sonucu, yabancılaşma pahasına insanlar kurumlar oluşturdu, yasalar yaptı, okullar kurdu ve meslekleri icat etti. Büyük kitleler halinde kendimizi mega kentlerde bulduk.... Önceki kuşaklar kendi elleri ile bizlere çok çeşitli kulvarlar oluşturdu (1). Bu kulvarlarda farklı sınıfsal yapılar içinde ilerlemeye devam etmekteyiz... Bazen ters yönde olsa da...

Zamanın gelinen bu noktasında bizler, farklı ırk, kültür, sosyal sınıf ve ülkelere mensup insanlarla bu küçülen dünyayı paylaşıyor ve atalarımızın bizler için hayal bile edemediği gelişmeler ve beklentilere göre yaşamımızı planlamaya çalışıyoruz.

Bu planlamayı yapmaya çalışırken çok çeşitli toplumsal kategoriler içerisinde, çok farklı kesimlerle, gönüllü ya da gönülsüz kesişmeler (karşılaşmalar ve işbirlikleri) içine giriyor, çok sayıda ilişki sarmalı içinde yuvarlanıyoruz. Özellikle kent yaşamında. Bu durum da bazen istikamet, yön kayıplarına yol açabiliyor. Örneğin ülkemizdeki toplumsal kesimleri halihazırda kategorize etmeye çalışırsak çok sayıda grupla karşılaşırız: Gelir düzeyi, iş-meslek, dini ve siyasi görüş, etnisite, yaşanılan yer vb. açısından çok sayıda ve farklı gruplar bulunmaktadır. Örneğin: Zenginler, fakirler, orta halliler…Memurlar, bürokratlar, esnaf, işçi sınıfı, iş adamları, serbest meslek sahipleri… Sağcılar, muhafazakârlar, solcular, dinciler, laikler, Atatürkçüler, Kemalistler, şeriatçılar, demokratlar, liberaller… Aleviler, Sünniler… Türk, Kürt, Çerkez, Abaza, Göçmenler… Doğulular, batılılar. Kentli, köylü ve varoşlular…Tam bir renk cümbüşü ve (h)armoni! (3)

Bilinen temel bir psikolojik gerçek var. İnsan, benzerleri arasında daha rahat eder! Benzer dil, din, kültür, gelenek-görenek hatta genetik yapılar insanı fiziki ve ruhsal yabancılaşma duygusundan korur. Bu husus, ulusların, toplumların ve çeşitli sivil kurumsal yapılanmaların altında yatan birincil (ilk-el) psikolojik dürtüdür.

Tüm bu söylediklerimiz ilkel halinden sıyrılıp, zamanla evrimleşerek bilinçle sarmalanınca bizi, Sosyoloji biliminin en zor konularından biri olan "sınıfsallık" olgusuna götürür. Üretimin şekli ve ona dayalı işbölümü temelinde, tarihsel gelişimi içinde anlatılırsa anlaşılabilmesi ancak olanaklı olabilen toplumsal bir konumdur bu. Sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel bir gruplandırma olan sınıfsallık, dini inançlar ve ırk farkı ile ilgisi olmayan bir kavramdır (2). Toplumsal sınıflar, kendilerine ait sosyal, kültürel, etik ve estetik değerleri somutlaştırıp rafine ederek kendilerini ortak bir bilincin sahibi kılarlar. Sınıf bilinci de, genel anlamda, aynı sınıfa mensup bireylerin paylaştığı ortak çıkar ve hedeflerle ilgili bilinç durumunu ifade etmektedir. (4)

Cemaatler, tarikatlar, loncalar, etnik ve dinsel gruplar ve bunlara benzer topluluklar sınıfsallık kavramının kesinlikle dışındadır. Fransız sosyolog A.Touraine’e göre; toplumsalın sonunu yaşıyor, parçalanıyoruz. Çeteler, mafya ve cemaatler bu yüzden var. Bu durum anti-toplumsallık, desosyalizasyondur. (5)

Bu genel çerçeve içinde, ekonomik yaşamın, ticaretin kendine ait ortak bir dili, yöntemleri, iş ve eylem birliği, gelenekleri olduğunu, bunun benzeri sorunları kolayca çözebileceğini söyleyenler çoğunlukta olabilirler (*). Fakat küresel bilgi çağında iş, kanımca, eninde sonunda gelip insana ve onun taşıdığı değerlere dayanmakta! Her ne kadar büyülü "değişim" sözcüğünü kalkan yaparak ilerleyen kısa vadeye endeksli "küresel" bir ekonomide kişinin nasıl kalıcı değer ve hedeflere sahip olabileceği konusu bir muamma haline gelirken, "...her an parçalanan veya sürekli yeniden yapılanan kurumlarda, kişinin kendi kimliğini ve yaşam öyküsünü oluşturması giderek çok daha zorlaşsa da..." (6)

Yeni bir iş kurma (ya da başvurma) hazırlığı içinde bir insanın, kendi sınıfsal konumuma uygun, daha çok kendine benzer insanlarla ilişki içinde olabileceği (iş kültürü ve kişisel kültür benzerliği), bu sayede geçmişte savunup yaşatmaya çalıştığı değerlerden taviz vermeden yeni bir sayfa açma gereksinimi duyması doğal değil midir? Aksi halde ait olmadığı bir dünyanın, bilemediği, dolayısıyla da yönetemeyeceği değerler silsilesi içinde kaybolup gitme, elinde avucundakini de yitirme riski yok mudur?

Örneğin yukarıdaki “renk ve (h)armoni cümbüşü" içerisinden bir demet seçimi yapacak olursak; Orta halli ya da zengin, iş adamı, bürokrat ya da serbest meslek erbabı, yüksekokul eğitimli, demokrat, laik, kentli ve batılı bir yurttaşımızın yurtdışı ilişki boyutu olan (Avrupa ya da ABD kökenli bir şirketle) bir işi yürütmesi, diğer kümesel özelliklere göre kanımca daha uygun ve başarıya daha açık görünmektedir. Bu özelliklere, dürüst, cesur ve çalışkan olmak gibi bireysel özellikleri de eklersek amaçlanan başarıya giden yol daha da kısalabilir (Sistematik riskler hariç (**). Fakat gözlediğimiz durumlar maalesef pek de buna uygun düşmemekte…

Diğer bir örneğe, kentli (Gesellschaft ) ve kırsal (köy-varoş:Gemeinschaft ) arasındaki iş kültüründeki ana farka bakalım (7): Kırsal kültürde, iş üretirken de yerel değerler, korku ve ona dayalı yapay bir saygı egemendir. Kırsalın o dar mekanlarında her an yüzyüze gelme riski vardır. Bir iş, eğer yerinde, zamanında ve hakkını vererek yapılacaksa bu daha çok yüzyüze gelindiğinde alınacak eleştiri ve karşılaşılacak cezalandırılma korkusuyla yapılır. Oysaki kentli (kentsoylu) kültür, bir daha hiç karşılaşma olasılığı olmayan kişilere dahi yerinde, zamanında ve hakkını vererek iş yapma kültürüdür. Kırsal da, eşitler arasında ekip çalışmasına yatkınlık yokken (ağa,maraba,işci ilişkisinden kalma), kentli kültürde bu olmazsa olmaz bir gerekliliktir.

Tabii ki yapılacak işin ölçeği de önemli. Burada bilgi ve beceriye dayalı, bireysel temelde, kalifiye hizmet sektörü ağırlıklı ve küçük-orta ölçekli işleri temel aldım. Yoksa ölçek ve pazar büyüdükçe farklı kültürleri birleştirecek, geniş ortak paydaya sahip bir şirket kültürünü ne pahasına olursa olsun gerçekleştirerek yaymak zorundasınız.( Adidas, Coca Cola, Mikrosoft, Mc Donald's, Fiat, Beko, Ülker vb.)

Sizce bu türden bir yaklaşım ayrımcılık, elitizm ya da ılımlı bir paranoya mı içerir?

Yoksa yaşanan gerçeklik karşısında tedbirli bir yaklaşım mıdır?

İ.Ersin KABAOĞLU,

18 Ekim 2010, Ankara

Kaynakça ve Notlar:

(1) A. Selim TUNCER,Kendini Tanıma ve Gerçekleştirme”,Psikolojik Danışma ve Rehberlik Merkezi, TED Ankara.

(2) Bu konuda ayrıntılı ve açıklayıcı bir yazı için bkz. Mehmet Sağlam, “Bir sınıfa ait misiniz?”, Milliyet Blog, 14.10.2008. http://blog.milliyet.com.tr/Bir_sinifa_ait_misiniz_/Blog/?BlogNo=137708

(3) 'Halk' kavramı sınıfsallığı örten bir anlam içerdiğinden bilinçli olarak kullanılmamıştır.

(4) Bu yönde bir sınıf bilinci teorisi Georg Lukács tarafından geliştirilmiştir. Lukacs, proletaryanın sınıf bilinci ile burjuvazinin sınıf bilinci arasında temel bir ayrım yapar ve bu ayrımın söz konusu sınıfların maddi üretim yapısındaki konumlarından ileri geldiğini belirtir. Burjuva sınıf bilinci, parçalanmış ve bütünlükten uzak bir bilinç iken, buna karşı proletaryanın bilinci gerçekliği bütünsel olarak kavramaya olanaklıdır. Proletarya bu bütünsel bilinci sayesindedir ki tarihin öznesi olabilmektedir. Post-Marksist düşünürler ise sınıfsallığı salt emek-sermaye çelişkisinden çıkartıp farklı ayrımcılıkları da gözeterek bu temelde daha da geniş bir kapsamda tanımlamaktalar.

(5) Alain Touraine,”Eşitliklerimiz ve Farklılıklarımızla Birlikte Yaşayabilecek miyiz?”, Çeviren: Olcay Kunal, Yapı Kredi Yay. Cogito Dizisi, Sayfa: 408. Yıl:2002.

(6) Richard Sennett, "Karakter Aşınması-Yeni Kapitalizmin Kişilik Üzerindeki Etkileri",Ayrıntı Yayınları.2002.İstanbul.

(7) Ferdinand Tönnies'in sosyoloji bilimine kazandırdığı bu iki -Almanca- kavram için daha geniş bir bilgi için bu uzantıdaki bloğuma bakılabilir.

http://blog.milliyet.com.tr/Ihtiyaclar__davranis_egilimleri_ve_demokrasi_iliskisi_/Blog/?BlogNo=104354

(*) "Paranın, sermayenin dini, dili, ırkı olmaz!" şeklinde...

(**) Ekonomik, politik ve sosyal faktörlerin değişmesiyle, tüm şirketlerin hepsinin birden farklı derecelerde fakat aynı yönde etkilendiği risklerdir. Örnek olarak enflasyon oranı, faiz oranları gösterilebilir. Şirketler bu tür riskleri kontrol edemezler. "kontrol edilemeyen risk" veya "pazar riski" olarak da adlandırılır.

 
Toplam blog
: 366
: 2333
Kayıt tarihi
: 05.10.07
 
 

Samsun/Ladik doğumluyum. Çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım babamın görevi gereği ülkemizin Orta ..