Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

01 Ocak '13

 
Kategori
Öykü
 

Yaşam yürürlükte

Yaşam yürürlükte
 

TÜYAP 2012, EDEBİYATÇILAR DERNEĞİ, DİLRUBA ERENLER, ALİŞAN BİRLİK, TÜRKAY KORKMAZ


Leman, korkulu gözlerini kocasında gezdirdi. Kütürdeyen yüreğini tutup olanları duyurmamaya, saklamaya çalıştı.

Leman kendisiyle hesaplaşmasını sürdürürken oturma odasının geniş, tül perdeli penceresinden sokakta oynayan kızını gördü. Oya, anasından, düşündüklerinden uzakta Ayfer’le Cansel’in karşılıklı durup bacaklarıyla gerdikleri ipin arasında zıplıyordu. Her zıplayışında ipin aralığından dışına, sonra ortasına doğru gidip geliyordu. Oya, ayaklarını yerden kesip yükseldiğinde ipe değmemesi gerektiğini oyun içinde öğrenmişti. 

Çorapsız bacaklarından başlayıp bellerine doğru yükselen gergin ip diz boyunu aşmadan ayak bileklerine iniyordu yeniden. Oya, adım genişliği aralığında durup zıpladığı ipe değip yanıyordu: “İpe değip geçsem olmaz mı , kuralı da kim koymuş!” yakınmasına Cansel söz yetiştirdi: “Kuralı değiştirsek ya da tümden kaldırsak.” önerisine Ayfer’den karşılık gelmedi. “Oh canıma değsin, öyleyse yan!” diye zıplamaya hazırlanan Ayfer’e öfkelendi Oya.

Oyun sürerken Ayfer’le tartıştı Oya: “Yandın, oyun bozanlık etme!” Tartışma birden kavgaya  dönüştü. Ayfer’in kıvırcık saçlarından tutup acımazlaştı  Oya. Sonra, uzağı gören gözlükleri kırılmadan yere düştü Ayfer’in.

Leman, tartışmanın kavgaya dönüşmesi üzerine duramadı, maviye boyalı pencereyi hızla açtı: “Oya eve gel, yapma!” diyerek kızını uyardı. Oya’nın, Ayfer’in, Cansel’in oyunları bozulmuştu. Kavganın dışında duran Cansel, ortasından ayaklarına geçirdiği ikiye katlanmış ipini koluna doladı.

Oya, anasına aldırmadı bile. Evlerine bakan sıvasız duvara doğru yürüdü. Cansel de peşinden gitti. Sırtlarını duvara verip beklemeye koyuldular. Sonra karşı arsada top oynayan çocuklar el ettiler Cansel’le Oya’ya. Ayfer yol ortasında yalnız kalmıştı.

Yazı makinesinde parmaklarını gezdiren, kimi kez öfkelenerek harfleri bulan kocasına baktı Leman. Tunç, karısının kulakları tırmalayan sesine -belki de azalıp tükenen sevgisine-  aldırışsız duramaya çalışıyordu. Kağıt üzerine düşüncelerini sıralayıp dökmek istiyordu. Sokaktan gelen çocuk bağırtıları, açılıp kapanan kapı, pencere gıcırtıları ak düşüncelerinin kağıda geçmesini engelliyordu.

Tunç, gecenin derin sessizliklerine sığınıp insan adına duyduğu sorumluluktan kaynaklanan yazma tutkusunu sürdürmek istiyordu. Sıralayıp dizdiği her sözcük ak kağıt üzerinde yerini bulduğunda sevincini başkalarıyla bölüşmeye hazırdı. Tunç, duyduğu sevinci başkalarına - hele karısına- nasıl anlatmalıydı. Sorumluluk ve bölüşmek tutkusu, Tunç’un usunu ışıtıyor; yüreğini pekiştiriyordu.

Yazı makinesinin başında yorgunluk nedir bilmeyen Tunç’a yanaştı Leman: “Biraz ara versene şuna!” derken kocasının duyduklarından, düşüncelerinden uzaktı. Tunç, dizip sıraya koyacaklarını bir an için unuttu. Dağılan düşüncelerinden habersiz karısına baktı. Dağılan düşüncelerinden habersiz karısına baktı: “Ne o bir şey mi var?” diye söylendi.   

Leman, sokaktan yükselen çocuk sesleriyle birlikte -ki yüreği oradaydı- kocasının karşısındaki sandalyeye oturdu. Tunç: “Hadi anlatsana, ne oldu!” diye ivediliğini, öfkesini vurguladı. Sesinden geçimli gözlerini yere dikti Leman. “Oya hasta, dilinde ur var!” tümcesini sarsılmadan söyleyemedi.

Tunç, duyacağı sevinçlerden uzaklara düştü birden. Korkuyu tattı. Oysa, olumsuzluklar arasından olumluyu bulup mutluluklara doğru kanatlanacaktı.

Apartman dairesinin zili çalındı. Leman, kafasındaki gelgitlerle kapıya yöneldi. İnce, solgun yüzüyle gelen Oya’ydı. Omuzlarına düşen saçları terden yapış yapıştı. Ama, yine de sevimli, mutlu. Kapının açılmasıyla anasının yüreğinde gizlediği üzüntüleri iri kara gözlerinde göremedi; öyle baktı.

Zilin sesini duyan Tunç, “Kim geldi, Oya mı? Buraya gelsin.” Az sonra göründü Oya. Tozlu giysileriyle oturma odasına girip azarlanacağından haberli  - Her yaramazlığında uyarılır, kızılırdı.- beklemeye koyuldu. Kızına dolu dolu baktı. Dilindeki urun  - Oya çıban diyordu.- ağrıyıp ağrımadığını sordu. “Yok, hiç ağrımıyor babacığım, geçer.” diye annesinin, babasının korkularından habersiz konuştu.

Oya, babasının kaygılarından, anasının korkularından uzakta soluğunu hızla inip çıkan göğsünde tutmadan bakakaldı. “Bu kadar koşmasana, bak terden su olmuşsun.” öğüdüyle babasına sıcak sıcak baktı. Gençten yüzünde gözlerini gezdirdi. Alnı tepesine doğru açılmıştı. Dökülüp seyrekleşen saçları, kafasının yanlarında birer tutamlıktı. Durgun, düşünceli yüzünde kırışıklıklar belirmemişti daha. Yüz kasları gergin ve diriydi. Kalın bıyıkları dudaklarından ağzına kayıyordu.

Oya, ayakta duran anasının taranmamış saçlarına, zeytin gözlerine baktı bir süre. Sonra, duyduğu sevinçle birlikte içi ısındı. İçten içe övündü  - her çocuk gibi- anasıyla, babasıyla.

Oya, yanaşıp babasının göğsüne dayadı başını. Küçük parmaklarını tarar gibi gezdirdi babasının kalın bıyıklarında. Sonra, dudaklarından aşağı sarkıttı babasının bıyıklarını. Böylece oyunu bitmişti Oya’nın.

Sabahı zor etti Tunç. Hasta kağıdıyla kır saçlı doktorun yanına çıktı. Kızının Ankara’ya iletilmesini istedi. Ama, doktorun söz dinlemez tavrı karşısında Tunç’un yalvarmaları sonuç vermedi. “Bu işin uzmanı benim ! Başka hastaneye iletilecek bir olay değil, sonra bana ne derler!” deyip kesip attı. Tunç’un eli kolu bağlanmış, tüm Ankara yolları kesilmişti birden. Oya, babası eve umutsuz döndüler.

Tunç eve geldiğinde karısını mutfakta buldu. Olanları bir bir sıraladı. “Zaten sen de bir şey beceremezsin!” diyerek aşağıladı karısı Tunc'u. Tunç, kahroldu, yıkıldı iyice. Doktor dinleseydi de karısını anlatsaydı; belki izin verirdi Ankara’ya. İşte o zaman, Oya’yı düşündeki hastanelerde baktırabilirdi.  Ama, doktorun uzlaşmaz  tavrı buna olanak tanımamıştı.

Kızının solan yüzü, gece nöbetlerinde hastalarının,  “Hemşire Hanım iğnemi yapmayacak mısın? Sancım var! N’olur ağrılarımdan kurtar beni!” diyerek inlemeleri yiyip bitiriyordu Leman Hemşire’yi. Evdeki olayın daha büyüğüyle karşı karşıyaydı. Hangisine yetişeceğine şaşıyor, yer yer de gücü yetmiyordu.

Leman, bakmak zorunda olduğu hastalarını düşünmüyor değildi. Ancak kızı herşeyden elini eteğini çektirmişti Leman Hemşire’ye. Oya’yı büyük hastanelere götürüp iyileştirmenin yollarını arıyordu, düşünüyordu. Kocasıyla arası, ‘ben – sen’ tartışmalarıyla giderek ayrılıklara bürünmüştü. Çalışıp kazanması daha çok söz söyleme, hesap sorma hakkını veriyordu Leman’a. Soruların soruları kovaladı usunda birbirini.

Leman ak gelinliğini düşledi. Soruların sorulmadığı nazının geçtiği o günü yakınına getirdi. İnce kollarına, duyarlı küçük kulaklarına, bakımlı ellerine  -şimdi değince tenleri çizen-  takılan takıları sandığından çıkardı. Durmadan yazlık giysilerini sırtına geçirdi. Taranmamış saçlarını ayrımsamadı. Durup soluklanacak zaman değildi. Zaman Leman’ı, Leman zamanı kovalıyordu. Kuyumcuya ulaştığında soluk soluğaydı. Bileziklerini, yüzüklerini, -evlilik yüzüğü dışında-  küpelerini kolayca paraya çevirdi. İnip çıkan göğsü rahatladı biraz; artık az inip çıkıyordu. Ama korkuları daha bitmemişti.

Öğle yemeğinde, yaptıklarını övünmeden anlattı Leman. Tunç karşılık vermeden dinledi. Takıları yaparken nasıl zorlandığını anımsadı. Yapılan pazarlıkları, bir bilezik için koparılan gürültüleri gülümseyerek yüreğinde duydu. “ Demek bugünler için yaptım öyle mi?” diye kendisine sordu. Yine de sevindi. “Ya takılar olmasaydı ne yapardım Leman’ın elinden!” sorularını sıraladı durdu içten içe.

Oya, Ankara’ya gideceğini muştuladı arkadaşlarına. Ayfer’e, Cansel’e dönme dolaplara bineceğini, iyi lokantalarda yemek yiyeceğini ballandıra ballandıra anlattı. Bineceği otobüsü görmüş gibi övdü. Kendisi için ayrı bir koltuk alındığını çocuk sevinciyle yineledi. Oya, gergin ipin aralığında zıpladı durdu gün boyunca .

 

 

 

 

 

 
Toplam blog
: 1064
: 732
Kayıt tarihi
: 24.03.12
 
 

Türkay KORKMAZ, umuda yolculuğu ertelemez. Mermeri delenin damlanın sürekliliği olduğunu bilir. Y..