Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Mart '13

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Yaşamı kolaylaştırmanın yolları

Kapı karşı komşum Nilüfer uğradı, hep olduğu gibi az kelime, cümle ve zaman sarfiyatı ile yaşamı kolaylaştıran şifrelere geliverdik hemen.

Biraz Nilüfer’i tanıtayım: Resim öğretmeni ve aynı zamanda ressam! Resim kendini ifade ediş yöntemlerinden biri ki sözel ifadesi ise ayrı hoş; öyle net, öyle sakin ve doğal konuşuyor…

Enerjisi acayip yüksek; sevgi fışkırıyor resmen o narin yapılı güzel kadından!

******

Nilüfer ile birbirimizi leb demeden anlıyoruz; o yüzden gereksiz kelime, cümle sarfiyatı yapmıyoruz ve yine o yüzden ki ille de her dakika yan-yana olma gereksinimi duymuyoruz.

Oysa çat-kapı durumundayız!

******

Konudan konuya atlamak hep yaptığım şeydir; pek de iyi değildir, bilirim, kafayı yorar, o nedenle başlığa uygun yazmaya devam edeyim…

Aslında hiç söylenmemiş söz, hiç düşünülmemiş düşünce kalmadı artık; yani benim de yazacaklarım hiç duymadığınız, okumadığınız şeyler değil!

Tek farkı ezber olmayıp, yaşanmışlıklardan süzülen gerçekler olması…

******

* Kıyaslama güdüsü: Birileri yaşama bazı artılarla başlar, mesela güzel olmak; ancak “Allah çirkin şansı versin diye de bir atasözü vardır ki boşuna olduğunu da sanmamaktayım!

Birileri hayata zengin başlar; hep sürer mi belli olmaz!

İlahi bir adalet mutlaka vardır; o nedenle kıyaslayıp da hayıflanmanın anlamı yoktur!

Kendinizi başkaları ile kıyasladığınız sürece kendinizi sevmeniz mümkün değildir!

Oysa her birimiz şahsımıza münhasırız; mesela, benden başka aynısı yok! Senden de başka yok!...

* Kendini sevememe: Her insan farklı bir bireydir; artıları ve eksileriyle…

Artı ve eksi diye nitelendirilenler de toplumun genel algılayışı dahilindedir. Oysa mutlak doğru o algılayış değildir! Mesela, tiyatroya meyilli bir gencin sosyal etkinliklere kapalı ortamda büyümesi kendini kötü hissetmesine neden olur; zira farklıdır ve farklılığı hep “ayıp” kapsamına girer ne yazık ki!

Örnekler çok! Bilime yatkın kızların ev kızı olmaya çalıştırılması ve dahi beceriksizlikle suçlanması gibi…

Sürekli bir şablon var bizim gibi toplumlarda: İlle de şablona uydurulmak isteniliyor her yeni doğan ve ya hep kişiliği tamamlanmamış evlatlar üretiyoruz ya da varlığından utananlar!

İşin traji-komik tarafı; bu bireyler her şeyi göze alıp da başarılı olduktan sonra üstlerinden prim yapmaya çalışan ebeveynleri, akrabaları falan çıkıyor ortaya…

* Toplumu fazla önemsememe: Yukarıdaki örnekteki kişiler aileleri ile birlikte toplumu fazla önemseselerdi alışlarımızla ellerimizi patlattığımız kişiler olamazlardı!

Toplum ile barışık olma insani bir gereksinimdir ancak ille de toplumun taleplerine uyacağım diyerek kendi isteklerinizden vazgeçmek ya da o topluma karşı durmaktan korkmak insanın kendi varlığına ihanetidir!

Toplum dediğin bir gün bir şeyi alkışlar, aynı toplum bir başka zamanda alkışladığını yerle yeksan eder; tükürür ya!

Hep verdiğim basit örnektir: Bir düğüne gittiğinizde pistte oynayan kişiler vardır. Onların arasına katıldığınızda “Haydi eller havaya” tarzında alkışlarla karşılanırsınız.

Bir de oturan kesim vardır; budak bükerek bakarlar pistte oynayanlara; yanlarına gidip otursanız gözleriyle sizi onaylayacaklar!

Yani; hangi gruba katılarsınız sizi alkışlayacak birileri vardır ve aynı zamanda “Tühh” diyenler olacaktır.

Tek yapacağınız bir şey vardır: Kimseleri aynı anda mutlu edemeyeceğinize göre kendinizi mutlu edin!

Ne istiyorsanız onu yapın!

Nasıl olsa ille de bir grup arkanızdan konuşacaktır!

* Hoşgörüsüzlük: İnsan varlığının en temel amaçlarından biri doğru anlaşılmaktır; doğru anlaşılmak adına neler neler yapar ki bu çaba bazı kereler yanlış da anlaşılır! “Kendini aklamaya çalışıyor” olarak da değerlendirilebilir ki çoğu zaman bu değerlendirme yapanın gerçek duygu ve düşüncelerini yansıtmaktadır!

O nedenle hep bir insanı tanımak istiyorsanız başka kişiler hakkındaki yorumlarını iyi dinleyin diyorum; bir insan ancak kendi bakış açısı ile değerlendirebilir olan-biteni.

O yorumlar ki o kişinin aynasıdırlar, aman dikkat!

Yine de bir gerçek vardır: Hiçbir canlı yaşama kötü şeyler yapmak için gelmez!

Hep bir gerekçesi vardır kötü olmanın; durduk yerde hangi canlı sevgi yerine kin ve nefreti seçsin ki?

Dövülmeyen, sövülmeyen bir çocuk dövmeyi, sövmeyi, yoksa, nasıl öğrensin?  

* Kınamak-Yargılamak: İnsanın yaşamadığı şeyleri kınaması, yargılaması çok kolaydır; o öyle olsa bu böyle olur, bu böyle olmadı diye de şu şöyle olmuştur tarzında…

Oysa yaşanan gerçek hiç de karşıdan görüldüğü gibi değildir!

Misal; “Oooo, kadına bak boşamış kocayı, helal olsun!”, ya da “Boşamış kocası, yazık!”, “Boşanmışlar, adam/kadın hak etmişti zaten” tarzı yaklaşımlar…

Kim neyi biliyor, arkadaş, o evde neler yaşanmış?

* Kin ve nefret duymak: Yaşamı insana en dar eden duygulardır; ne günü yaşatır ne dünü! Geleceğin de içine eder, vallaha!

Kin ve nefret duyguları içlerinde barınan kişiler bir kere bu durumu hiç kabullenmezler! Zira hep mazlum durumunda hissederler kendilerini ve öyle bir haksızlığa uğramışlardır ki kim olsa, ne olsa bu duruma çözüm bulunamaz!

Bir türlü mutlu olamazlar; mutluluk yasaklıdır, uğratmazlar! En nazlarının geçtiği kişiyi de ortak etmek isterler bir şekilde; ama ilk doğurdukları kızlarıdır bu kurban ama ikinci; oğullarını kurban etmezler ama bir türlü! (Hoş, onların da eşlerini sevmezler bir türlü ya, oğullarının hatırına katlanmaya çalışırlar).

Kin ve nefret duygusu her ortamda gayet kolay bir şekilde ortaya çıkar: Hangimiz ilk başladığımız iş yerinde yeterince değerlendirildik?

Hangimiz aşk hayatımızda doğru algılandık ve doğru davranıldık?

Eeee, yaşam bu; öğretiyor bir şekilde… Deneye yanıla…

Biz denerken karşımızdaki de denedi; biz öğrenirken o da öğrendi.

Bize helal de ona haram mı?

*Akışa karşı durmak: Yıllar önce bir İtalyan şirketinde ihracat yapıyorum, kendi halinde bir temizlik görevlisi var, yaşını başını almış. Meğer çocukları olmuyormuş ve ille de olsun istiyorlarmış.

Tedaviler falan çocukları oldu, adı “Aydın”!

Aydın iki yaşına gelmeden özenilerek alınan üç tekerlekli bisikletinden düştü, çocuktur derken başka düşüşlerinden de söz edildi.

Doktorlar, tahliller falan derken, melek olup kanatlanıp uçuverdi! (Çok ciddi bir kan kanseri teşhisi konulmuştu).

O gariban ailenin böyle bir acı yaşamasını istememişti sanırım yaradan ve o nedenle ki akış o yöndeydi; değiştirmeye çalışmak belki de gereksiz acılara neden olmak başka bir şey değildi!

Hiç çocuğu olmamak ile tüm tedavi metotlarını kullanıp da çocuk sahibi olup da iki yaşına ermeden gözünün önünde yaşama veda etmesine tanık olup da toprağa vermek arasında ciddi bir fark var ve akışa dur demenin de, maalesef, bir bedeli var!

Bu yaşadığım gerçeği unutmam mümkün değil, unutmadığım bir şeyi paylaşmamam da…

Herkesin alacağı bir ders vardır, eninde sonunda…

* Dürüst davranmamak: Toplumsal kalıplar özellikle biz ellilerine dayanmış insanlara öyle bir nüfuz etmiş ki aşklarımızı dahi Türk filmleri tadında yaşamaya çalıştık!

Biz kadınlar gözlerimizi kirpiklerimiz arasında çırpıştırdık, adamlar da vakur durmaya çalıştılar; yoksa beğenilmezlerdi!

Gel zaman- git zaman biraz daha doğal olmaya çalıştık, olabileceği kadar!

Tam da biz kızların üniversitelere girişlerinin, akabinde birer çalışan kadın olabileceğimizin farkına vardığımız dönemler…

Şimdilerde “Off zor!” denilen yolları tıpış-tıpış tepip, kendimizi kanıtlamak istediğimiz dönemler! Ailelerimiz memur, elde-avuçta para yok; istek vardı şekerim, istek! Ailede de o şevk!

“Yemedim yedirdim” , “Giymedim giydirdim” lafları boşuna çıkmadı; şahidiyiz, yani!

Hayatım boyunca hiç yalan söyledim mi? Oooo, çok söyledim!

Ama anneme söylemedim, mesela, hiç gerek duymadım ki!

Orta okulda bir öğretmene yalan söyledik kız kardeşimle, sözlüye kalkmamak için, dedik ki “Anneannemiz hastaydı, çalışamadık!”

Eve bir gittik ki annem yok, not bırakmış: Anneannenize gelin!

Bir sokak ilerideki anneannemin evine gittik ki anneannem mide kanaması geçiriyor!

Tatlı, ballı pembe yalanların dışında o oldu; yalan söyleyemez oldum!

Nasıl bir özgürlüktür yalan söylemek durumunda kalmamak; kendini sevmek, artı ve eksileriyle kabul etmek; kime ne demiştim gibi kaygıları barındırmamak…

Neysen o olmak!

Ne hissediyorsan söylemek!...

Lakin, birilerini kırmadan… Kınamadan…

Kendine yapılmasını istemediğin şeyleri başkalarına yapmadan!...

Ve, yaşadıklarından dersler çıkararak; yoksa herkes yaşıyor bir türlü ve veda ediyor; hesabı ama zor ama kolay…

Bilemiyoruz…

Bildiğimiz tek gerçek var: Kendimiz!

 

http://twitter.com/Gulgunkaraoglu

gulgun_2006@hotmail.com

 
Toplam blog
: 1269
: 1343
Kayıt tarihi
: 18.09.07
 
 

İzmir, 1963 doğumluyum. Dokuz Eylül Üniversitesi İngilizce bölümü mezunuyum ve özel bir şirkette ..