Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

20 Eylül '10

 
Kategori
Felsefe
 

Yaşamının sorumluluğunu üstüne almak

Yaşamının sorumluluğunu üstüne almak
 

Her birey özgür olmak ister.

Dünyadaki herkes kalben doğru olmak ister. Çünkü özgürsen, doğru olduğuna inanıyorsan, büyük bir neşe ve coşku duyarsın. Doğru olmanın verdiği bu büyük coşku karşısında insan neden sahte olmayı seçer?

Ego, güç, prestij ve parayı seçse de insan içindeki mutsuzluğu, fakirliği fark eder. Kendiyle yüzleşmekten, kendini açıklamaktan hoşlanmayanlar bile, doğru olmanın, özgür olmanın verdiği coşkuyu bilir.

Kavrayışın derinleştikçe cesaretin de artar. Korkacak bir şey olmadığı daha açık belli olur. Dünya insana bir şey yapamaz. İnsanlar kendi yanlışlarının sonuçlarını yaşarlar.

Tüm kurumlar bir otoritedir. Tüm otoriteler insanın özgürlüğüyle savaş halindedir. Otoriteye bir kez aldırmadığın zaman, onun düşmanlığını kazanırsın. Yeni yasalarla, kısıtlamalarla, yaptırımlarıyla, orduyla, polis eliyle... Ya da geleneklerle, günahlarla, dini yaptırımlara uymamakla.

Topluma ve insanlara karşı, yaptırımlara karşı tepkisel olmayan, onun yaptırım nedenlerini kavrayan, bu oyunu kavrayan kişi özgürleşir. Basitçe bu çemberin dışına çıkar, işleyişi görür.

O punklar ya da diğer marjinal gruplar gibi hasta bir topluma delice bir yanıt vermez. Başkaldırının güzelliği de tam da buradadır. Özgürleşirsin ve savaşmana gerek kalmaz.

Devrimci sürekli savaş halindedir. Başkaldıran ise basitçe oyunun dışındadır, anlayış doludur. Tepkilerle kendini kısıtlamak yerine, anlayışla unutur ve affeder. O yaptırımların, yasaların kişinin kendisi olmasına izin vermemek, ruhunun gelişmesine olanak tanınmamak için var olduğunu bilir.

Bir kere bunu derinden anladığında eylemlerine yansır. Eylemlerin de özgürleşir. Toplum ve kuralları gözünde eriyip yok olur. Topluma karşı bir sevgi ya da nefret değil, derin bir anlayış baş gösterir. Artık onlar için bir “yabancı” olursun.

Tanrı, kader, bir başkası, devlet... Sorumluluğu bir kere başkasına atmadığın zaman, sorumluluğu üstüne alırsın. Sorunun içinde derinleştiğinde, sorun artık sorun olmaktan çıkar. Onları bırakınca çıplak bir halde eylemlerinin sorumlusu sensindir. Böylece içinde masumiyetin köklendiği saf gücü hissedersin. Yaşamın verdiği bütün riski ve heyecanı üstlenirsin. Yaşamanın coşkusu ancak böyle olduğunda ortaya çıkar.

Ancak insanlar arasındaki ilişki öylesine yapay, öylesine sahte bir hal almıştır ki, herkes kendi yaşamının sorumluluğunu bir başka otoriteye kolayca bırakır. Böylesi ona daha kolay gelir. Çünkü böylece başarısız olduğunda kendiyle yüzleşmek yerine bir başkasını suçlayabilecektir. Bir başkasının zekâsına kabahat bulabilecektir.

Herkes doğruyu bir başkasının yapmasını beklediğinde, bir anlamda kendi sorumluluğunu dünyanın, otoritenin, başkalarının sırtına yükler. Ahlaka başkalarından bekleyen ahlak dışı bir davranıştır bu. Kişi daha derinden bir kavrayışı, barışı, umutlu bir geleceği hep başkalarından bekler. Bu sürece kendi katılmaz, kendi olma sorumluluğunu almaz.

Bir kez bu sorumluluğu aldığında, dönüp kendine bakmış olursun. Kendinle yüzleşirsin, içinle doğrudan bir bağ kurmuş olursun. Egonun değil, özgürlüğün sesi olursun.

İnsan sevgi duyarken bile şüphe içindedir, iki kişi aralarındaki aşk ilişkisinde bile tedirginlik halindedir çünkü kendine güvenmez. Kendi duvarını yıktığında karşısındakinin duvarını yıkmamış olduğunu görmekten, yaralanmaktan korkar. Korkulacak ne var? Bir aşk, bir arkadaşlık ilişkisi sırf kendinle iletişim kurduğun, kendin olma cesareti gösterdiğin, bir başkasına “işte ben buyum” diyebildiğin için bile değerlidir.

Bastırdığın şeylerden özgürleşirsin ve onlar öyle çoklardır ki... O zaman devletin, kurumların, yasaların, dinin, başka grupların sana ne yapacağını söylemesine gerek kalmaz. Seni yönlendirmelerine, senin için karar vermelerine, seni yönetmelerine gerek kalmaz. Basitçe bu çarkın dışına çıkarsın.

Din, ideoloji, futbol, arkadaş merkezli bireylere değil; bilinç merkezli, kendi bilincinin sorumluluğunu alan bireylere ihtiyacımız var.

Her birey, kendi olma sorumluluğu karşısında bir bedel öder. Bu bedel, kendi yaşamının iplerini alman karşılığında çok ufak kalır. Dışlanabilir, kendini yalnız hissedebilir, grubun sahte emniyet veren desteğini artık arkanda hissetmeyebilirsin. Ancak özgürleştiğinde bütün bunların geçiciliği, sahteliği, -mış gibi yapmanın getirdiği mutsuzluğu bir kenara bırakırsın.

“Cesaretin bittiği yerde esaret başlar.” Sen özgürleştikçe cesaretlenirsin. Ancak kendi olma sorumluluğunu alan birinin, artık kaybedecek bir şeyi olmaz. O egosunu bıraktığında, egonun oyunlarını fark ettiğinde, dünyaya karşı meydan okumanın bile gereksizliğini anladığında, tohum çiçek açar.

İnsanların çoğu tohum olarak kalır çünkü yeryüzüne çıkmak, toprağı delmek, çiçek olarak açmak risklidir. Toprağın altında uyuya kalmak sana sahte bir huzur, sahte bir mutluluk, yapay bir güven duygusu verir. Çünkü eğer çiçek açarsan bir rüzgârın seni bükebileceğini, bir elin koparabileceğini, yağmurun seni ıslatacağını, havanın seni terletip üşütebileceğini düşünürsün. Eğer çiçek açarsan riskle karşılaşacağını bilirsin. Ama bu rol yapmaktır.

Gerçek bir yaşam doğruları ve yanlışları deneyimleyerek öğrenmektir. Kendi deneyimlemediğin bir şeyin doğru olup olmadığını nereden bilebilirsin? Ona başkaları hakikat diyebilir ancak o senin hakikatin değildir. Olmamıştır.

Gerçek hakikat için çiçek açtığında, bu senin geçtiğin yolların, eylemlerinin çiçeğe dönüşmesi ve mis gibi kokuların içine dolması demektir. Özgürlüğün dinle, devletle, başkalarıyla hiçbir ilişkisi olmadığını gördüğünde, toprakta yuvalanan derin köklerinle baş başa kalmanın coşkusunu yaşarsın. Özgürlüğün seninle ve gelişme potansiyelinle ilgisi vardır.

Alınyazısı, kader seni çevreleyen koşullanmışlıkları bıraktığın, sorumluluğu var olmayan bir şeyin üstüne atmadığın zaman ortadan kalkar. Var olmayan bir şey sana karşı çıkamaz, tümüyle sessizdir. Hangi suçlama yapılırsa yapılsın susacaktır.

Başarısızlık insanları üzer, canını yakar. Başarısızlığı kabullenmek, hata yaptığını anlamak yerine bir başkasını suçlamak, ona kader demek daha kolay gelir. Bu sahte kader senin gerçeklerinden kaçtığın bir merheme döner.

Gerçek kader bu değildir. Gerçek kader sen saf bilincinle buluştuğun zaman, kendin olma sorumluluğunu aldığın, cesaretini eyleme döktüğün zaman ortaya çıkar. Kendi kaderini kendi ellerine alırsın. Büyük yazgı karşısında “Ne yapabilirim? Kader” demek yerine, yaralanmış kalbine nedenler bulmaya çalışmak yerine kendini yaşarsın.

Bir kez kendini yaşamaya başladığında, sana vaaz edilen bütün ahlaki fikirleri, seni avucunda tutmaya çalışan bütün yasaları, bu fakirliği bir yana bırakırsın. Arayışın ve anlayışınla kendi doğrularını, başarını ve başarısızlığını, zenginliğini ya da yoksulluğunu, sağlığını ya da hastalığını, yaşamı ya da ölümü ellerine alırsın. Elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışmazsın, aksine derinden fark ettiğin, içten anladığın, deneyimlediğin hakikat seninle olur.

Başka birisi başarılı oldu diye kıskanmak, bunu kadere yormak, o kişinin ahlaksızlığını neden göstermek belirli bir avuntu verebilir. Bu durumda bir yandan aşağılık kompleksinden kurtulmaya, bir yandan da kendini üstün görmeye devam edersin. Bu hasta bir düşüncedir. Bu basitçe bağımlı olmak, kendini hiç tanıyamamaktır.

Sorumlu olmak seni özgürleştirir. Köle olmak yerine hayatının efendisi olmaya karar vermektir. Sonuçlara tepkiler vermek yerine, nedenlerle bağ kurasın, nedenleri fark edersin, yanıtların bu nedenlere göre şekil alır. Bir kere tepkili olmak yerine yanıt vermeyi tercih ettiğinde, sonuçlar tamamen değişir. Sadece nedenleri değiştir ve göreceksin ki sonuçlar değişecek.

Hayatın ona ne yanıt verdiğinde saklıdır.

Bir kez kendinin sorumluluğunu aldığında, özgürlüğün tüm kapıları sana açılır.

 
Toplam blog
: 48
: 2763
Kayıt tarihi
: 15.09.10
 
 

Sanskritçe: Kendini bilen ve kendinin ustası olan. Doğdu, büyüdü, ölecek. Sonsuza kalmak için değ..