Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

06 Ekim '06

 
Kategori
Genel Sağlık
 

Yaşanmış bir kalp krizinin hikayesi... (I.BÖLÜM)

Yaşanmış bir kalp krizinin hikayesi... (I.BÖLÜM)
 

Beş yıl kadar önce Bursa’da çok sevdiğim dostum Mustafa’ yı kardiyoloji mütehassısına götürebilmek için zor bela ikna etmiştim. Mustafa konuya pek de sıcak bakmıyordu. Ben de olayı oldubittiye getirmiştim, randevuyu aldım. Sabahına buluştuk ve erkenden yola koyulduk. Önce meşhur paçacı Hasan Usta’ ya uğrayıp ikişer porsiyon paça çorbası içtikten sonra kliniğe doğru devam ettik.

Randevu saatimiz gelip de içeri alındığımızda dünyanın en şeker ikinci doktoru Tezcan Bey ile tanıştık. Yüzündeki ifade, konuşma şekli ve konuya yaklaşımı, bizleri tüm stresimizden arındırmıştı. Mustafa anlattı, doktorumuz dinledi ve eforlu ekg uygulaması yapılması gerektiğini söyledi. Mustafa, bir atın koşu takımlarını andırır bağlantıları ve kocaman göbeğini taşıyan kısa boyu ile ağır ve tedirgin hareketlerle yürüme bandına çıktı, bant ağır ağır dönmeye başladı. Programın birinci aşaması, ikinci aşaması, üçüncü aşaması derken kısa zamanda tüm aşamaları sorunsuzca geçerek programı sona erdirdi, bana döndü, otuziki dişi görünür şekilde tüm Maraş’lılığı ile sırıtarak “sıra sende gurban” dedi !...

Bir hemşirenin yardımı ile koşu takımlarını andırır kabloları kuşandım. Kocaman göbeğimi taşıyan uzun boyum ile ağır ve tedirgin hareketlerle yürüme bandına çıktım, bant ağır ağır dönmeye başladı. Birinci aşaması, ikinci aşaması, üçüncü aşaması derken göğsümde derin bir yanma, bir acı tüm heraketlerimi sınırlamaya başlamıştı bile. Ben ise hala erkekliğe laf söyletmemek için kendimi zorlamaya çalışıyordum ki Doktor Tezcan Bey ekg cihazından çıkan verileri incelemiş ve bana nasıl olduğumu bile sormadan, o anda bandı durdurmuştu. Sonrasında yaptığımız sohpet neticesinde kalp hastası olduğumu ve bugünden itibaren ölene kadar bunula yaşamam gerektiğini öğrenmiştim, şaşkındım çünkü hayatım boyunca hiç sigara içmemiş, sporla meşgul olmuş bir kişiydim. O günü takip eden bir ay sonunda anjioya girdim, kalbimi besleyen üç damarda dört kritik tıkanık bölge tespit edildi.

Aradan bir yıl geçmişti, on kilo vermiştim, beslenmeme dikkat ediyor ilaçlarımı hiç aksatmıyordum. Buna rağmen durumunda bir düzelme gözlenmedi ve ilaç tedavilerinin bir sonuç vermiyeceği kanaati kafalarda yer etmişti. Doktorum Tezcan Bey en az bir damarıma stand takılması için beni dünyanın en şeker birinci doktoruna, Doktor Işık Erdoğan Hanım’a yönlendirdi. Bir doktor bukadar mı hastasına güven verir, bukadar mı hastasına moral verir bilinmez?

Sosyal güvencemin gerektirdiği tüm presedür halledilmiş, gün belirlenmişti, her şey yolunda gidiyordu. Bulgaristan’daki ortağım ve sevgili dostum Emil Maksimov, telefonla arayıp bir iş görüşmesi için beni acil olarak Sofya’ya çağırana kadar… Doktorum Işık Hanım hiç taviz vermedi ve defalarca uyardı ise de ben yine de kafamın dikine gitmeye özen gösterdim sanırım… Çok güvendiğim mantığıma göre, beni bunca yıl taşıyan kalbim üç gün daha taşıyabilirdi. Bu hesabın böyle yapılamayacağını anladığımda geri dönüş yollarının kapanmış olacağı ihtimali aklımın ucundan bile geçmiyordu.

Cumartesi sabahı karayolu üzerinden Sofya’ya gelmiş, otelime yerleşmiştim. İstirahat etmem gerektiğini bildiğimden, tüm günü otel odasında, televizyon karşısında, yarı uyanık uzanarak geçirdim. Fakat nekadar hasta da olsam, ortağım ve değerli dostum Maksimov’un akşam yemeği teklifini geri çevirmenin ne büyük bir kabalık olacağını biliyordum. Ya da işime öyle geliyordu… Beraber yediğimiz her yemek gibi bu yemek de muhteşemdi, her yemek gibi bu yemek de Bulgar Rakısı yarışması ile noktalandı. Her yemekte olduğu gibi bu yemekte de ayakta kalan, daha doğrusu son yıkılan ben oldum… Pazar sabahı otel odasında gözlerimi açtım, tüm kıyafetlerim üzerimde, dizlerim yerde, gövdem yatakta tuhaf bir pozisyonda geceyi geçirdiğimi anladım. Bir saat süren soğuk su duşundan sonra kendime gelir gibi oldum, kahvaltıya indim, midem bulanıyordu…

Toplantıya üç saat vardı, kahvaltı yapamadım, hiçbirşey içemedim. O sabahın diğer sabahlardan farkı olduğunu hissediyordum ama farkı tanımlayamıyordum. Doktorlarım, sırt ağrısı, sol kol ağrısı ve özellikle mide bulantısı ile gelebilecek krizler konusunda beni defalarca uyarmıştı. Ben ise ısrarla bu ihtimali göz ardı ederek durumumu daha da zorlaştırıyordum. Her dakika nefesim daha da yetmez oldu, ayakta duramaz oldum ve midem bulanıyordu…

Toplantı yapılacak yer şehrin 110 km dışında, vadi içinde, nehir kenarında, otantik bir Bulgar Köyü idi. Köy

içerisinde, bol böpekli, havuzlu, şirin mi şirin bir eve geldik. Havuz kenarından yürüyerek antika mobilyalarla döşenmiş küçük bir bahçeye girdik. Tarihin sayfalarından fırlamış şovalyelerin yemek yediği masaların bir eşi karşımda duruyordu. Bana ayrılan yere oturdum, toplantı için hazırlanmaya çalışıyordum, midem daha da kötü durumdaydı.

Herkez yerlerine oturdu, çay bardakları içerisinde, Türk çayı servisi yapıldı. Masadaki tek Türk ben olduğum için bu jestin bana yapıldığının farkındalığı ile onurlanmıştım, onurlandırılmıştım. Bir yudum içebilmek için çaya uzandım, mis gibi kokusunu alıyordum. O anda mide bulantım bir anda şiddetlenerek şekil değiştirdi ve göğsüme çıktı. Şaşkınlık ve endişe ile ayağa kalktım, bardak elimden düşerek kırıldı, kalbimin inanılmaz bir hızla atmaya başladı ve biri boğazımı sıkarcasına aldığım nefes bana yetmez oldu. Yerçekiminin gerektirdiği süratle, masaya bir cenaze gibi çarptığımı çok net hatırlıyorum. Nekadar komiktir ki yaklaşık bir yıldır yanımda taşıdığım ve o güne kadar hiç kullanmadığım dil altı ilacımı kot pantalonumun çakmak cebinden bir türlü çıkaramıyordum…

Birinci bölümün sonu…

Yaşanmış bir kalp krizinin hikayesi... (II.BÖLÜM)
 

Bu blog Milliyet.com.tr sitesinden 0 kez görüntülenmiştir

 
Toplam blog
: 30
: 4628
Kayıt tarihi
: 09.09.06
 
 

1968 yılı Ocak ayında Bursa'da doğdum. Çiftçi bir babanın iki erkek çocuğundan biriyim. Askerliğim..