Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

07 Ağustos '10

 
Kategori
Deneme
 

Yaşlanmayı dilemek

Merhaba kalbimin nura açılan yanı...

Nasılsın? Geçti mi ellerinin sızısı? Söylediğim ilacı aldın değil mi? Aman dikkat et kendine. Neyim kaldı ki senden başka.

Mektubunda diyorsun ki, havalar pek sıcak. Burada soğuk var anne. Bütün delikleri tıkadığım halde, nerden geldiğini kestiremedim bir rüzgar ruhumu donduruyor. Duyuyorum, bu ağustos gününde üşünür mü diyorsun... Mevsimler içindedir insanın anne. İlkbaharı sevdiğin için, hep yeşiller giysen de, bahar olmuyor ...Dedim ya, mevsimler içimizde... Tıpkı, kapıdaki mevsime rağmen sebzeleri taze ve yeşil tutan derin dondurucular gibiyiz anlayacağın. Yaz gününde zulamızda buzumuz vardır. Kara rağmen, içimizde çilek saklarız...Tabi, birinin aklına dolaba çilek koymak geldiyse...

Burada günler delirmiş. Ya da ben yetişemiyorum artık... Yaşlanıyor muyum ne... Öyle vakitli vakitsiz aklıma geliyorsun. Sonra izlediğim filmlerde ağlamaya başlamalarım. Delice kahkahalara boğulduğum " Polis Akademisi" filmlerine bile donuk gözlerle bakışım... Bir de günleri karıştırışım...

Bazen kızları izliyorum dakikalarca... Ne düşünüyorum biliyor musun? Elimde altı numara şişlerle, kimsenin kullanmaya tenezzül etmeyeceği paspaslar dokuyup, halının üzerinde emekleyen torunlarımı izleyeceğim günleri... Ah ne mesut olacağım kimbilir... Romatizmalı ama hayatın ve ta ötelerde kalmış gençliğin tüm heyecanlarından arınmış, buruşuk, dingin, pak...

Türküler söyleyeceğim kalmışsa hala. Çarşambayı sel aldıyı, ya da içinden hafif hüzün akan her hangi bir türküyü...Sonra kızlarımla didişirim, ben onları onlar beni beğenmez..". Aman anne, o kurallar mazi de kaldı" derler...Gülüyorsun...Tanıdın bu sözü...

Anlayacağım, yaşlanmayı özledim anne...

Hayatın erken emekliliği var mıdır dersin. Şöyle önceden önceden yatırp pirimleri, uzayıp gitsek bilinmezlere... Kimsenin uzadığını görmeden... Gülme, ciddiyim ben.

Dün Daudet'in "Değirmenimden Mektuplar " ını okurken aklıma ne geldi biliyor musun? Hani bizim derenin karşısında yıkık ama çalışkan bir değirmen vardı ya, hani sakalı beline değen, dişsiz bir sahibi vardı... Onu düşündüm. Yaşıyor mu hala?... Yoksa hayat onu da mı öğüttü? Ah ne korkardım o değirmenin şelaleyi andıran suyundan! O yoldan geçmeyi hiç sevmezdim... Ama meğer en büyük değirmen bizimle dalga geçen hayatmış... Bir rüzgarla havaya fırlatıyor bizi , tozumuzu ayrıştırıp, her parçamızı ayrı bir olukta öğütüyor. Biz de seviniyoruz, büyüyoruz ya, ufaldığımızı anlamadan...Sonrası bildiğin gibi... Kimimiz kepekli, yani karamsar olanlarımız, kimimiz saf buğday... Kimimiz kurda kuşa yedirilmek için çuvallanırken, kimimiz koca bir kek olmak üzere fırınlanıyor... Beğenip yiyeceker bizi diye seviniyoruz, karnımızı yaran koca çatlaklara rağmen ne de sevinçle kabarıyoruz.. "Kek" lik işte... Şanslılarımızdan ekmek yapılıyor, nimetten sayılıyorlar...Öpülüp alınlara konulası nimetler oluyorlar...

Görüyorsun ya...Unlar arasında bile sınıf farkları var...Sadece unlar arasında mı? Cinayetler bile "birinci dereceden" diye başlıyor. Adam öldürmenin kaç derecesi olabilir ki...

Nereden nereye zıpladın yine deli kız diyeceksin ama, geçenlerde bizim Keziban'ı gördüm. Büyük bir AVM' nin önünde sıra bekliyordu. İndirim mi varmış ne...Görsen nasıl değişmiş. Şivesi olmasa tanıyamayacaktım. Hiç kınasız gezmezdi, bilirsin. Kademe ilerlemesi yapmış aklınca, ojeye geçmiş. Başından hiç çıkartmadığı dallı yazmasını da, kot pantolonuna kemer yapmış...Bu, yazma için gerileme olsa gerek, öyle ya, baştan bele indi...

Keziban gibi nicelerini gördüm anne...Kent zehirlemiş onları...Bir nevi koma halindeler...Şuursuzca tüketiyor, tükettikçe mutasyona uğruyorlar. Ama sorsan, hala bizim köylüler...Arabasında Beethoven cd'si bulundurup, cep radyolarında arabesk dinleyenleri mi aramazsın...Lüks lokantalarda hamsiyi çatal bıçakla yiyip, tenhada tabağı yalayanları mı...Recep İvedik'in tüm serilerine gittiği halde, Türk sineması yozlaşmış, ben Hollywood'dan başka izlemem diyenleri mi..Sağ partiye oy verip, entel görünmek adına "sosyal demokrat" olduğunu söyleyenleri mi...

Keziban da bunlardan biri oldu malesef...Hayırdır, ne için sıra bekliyorsun diye sordum. İndirimle falan işi olmadığını, geçenlerde rafta gördüğü ama vakitsizlikten alamadığı bir kitabı alacağını söyledi...Tesadüf bu ya, hiperlüks mağazamızın da indirim günüymüş...Vedalaşıp bir iki adım uzaklaştıktan sonra gayri ihtiyari geri dönüp baktım. O sırada mağazanın kapılarını açtılar. Aman Allah'ım! O sosyetik kadınların, birbirilerini öyle bir itişleri, itiş ne kelime, fırlatışları vardı ki, ağzım açık kaldı...Baktım bizim Keziban, iki üç kadının kürkünden asılıyor, ayaklarıyla da tekmeler gibi garip hareketler yaparak, en yakın rakibine fark atmaya çalışıyor...İçimden ne kitap aşkıymış be, dedim...Bir kaç dakika sonra, Keziban elinde yedi sekiz poşetle dışarı çıkmaz mı? Kitap dergi Hak götüre, bildiğin yatak yorgan poşetleri elinde, güç bela yürüdüğü topuklularını sürüte sürüte kayboldu ara sokaklarda...Ardından, girişte saçları gayet özenle taranıp toplanmış kadınlar, saç baş dağılmış, ruj rimel kalmamış bir vaziyette birer ikişer dışarı döküldüler. İnanır mısın, kavgaları hala devam ediyordu. " Bir dahaki cuma görürsün sen. Elimdekini çalmak neymiş görürsün"

İşte böyle...Bütün bu yadırgayışlarım, yaşlanmaya delalet değil de ne anne...

Evet yaşlanıyorum...Stajer kızlara "kızım" diye hitap etmem, onların da bunu yadırgamaması sanımı doğruluyor...Henüz saçlarım da ak yok. Ellerim titremiyor. Otobüslerde "buyur teyze, otur" demiyorlar belki ama, insan kendini bilmez mi...

Ne olur anne, daha otuziki yaşında olduğumu söyleme. Bırak, özlediğim yaşa geldiğimi düşüneyim. Bırak huzurlu günlerin sakin saatlerin eşikte olduğunu hayal etmeye devam edeyim...Ya da beni resetle...Lütfen...Başka bir kişilikte yeniden doğur. Kör, sağır, dilsiz...Hatta aptal..O zaman dünya yükü bu denli ağır gelmez belki...Aşk acıtmaz, hırs boğmaz, beynim Mahşer yerine dönmez...

Ah gençlik anne! Neden sayfalar dolusu şiirler yazarlar, neden iksirini arar dururlar ki sanki...Oysa öyle bir iksir bulmalılar ki, insan dilediğinde yirmi yıllık bir uykuya dalıp, uyandığında, hayatın, o uyurken gayet rayında devam ettiğini, çocuklarının evlenip mutlu mesut yaşadığını, hayat arkadaşının da sallanan bir sandalyede kalın ciltli kitaplar okuduğunu görebilmeli...Varsın komidinin çekmeceleri türlü ilaçlarla dolsun ne çıkar... Şimdi vitrinlerimizde hiç kullanmayacağımız rengarek süslü şişeler duruyor da ne oluyor. İlaçlar en azından bir işe yarıyor değil mi?

Ama ben yaşlanırken, sen hep bu yaşında kal emi... Seninle aynı yaşa geldiğimizde, köpüklü birer Türk kahvesi yaparım ikimize... Şöyle pencereye karşı bir kanepeye geçip, vara yoka laflarız olmaz mı? Komşuları çekiştiririz, sonra emeklilerin ne zulümler çektiğinden bahsederiz... Birbirimize ağrıyan yanlarımızı gösterir, televizyondan duyduğumuz kocakarı ilaçlarını konuşuruz... Sonra nerede eski bayramlar diye söze başlayıp, gençlerin vefasızlığından yakınırız, olmaz mı?

Ütopya diyorsun... Öyle olsun...

Şüphesiz, Rabbimiz en doğrusunu bilir, düzeni ona göre kurar... Benimki yılgınlık sadece, isyan değil. Edebi ya da felsefi bir saçmalık da diyebilirsin benimkine...

Şimdilik bu saçmalıklarımla yetin. Ama hayal etmekten de geri kalma, birgün karşılıklı Türk kahvesi içeceğimiz günleri...

Gamzelerinden öpüyorum...

Anne...

 
Toplam blog
: 28
: 814
Kayıt tarihi
: 14.06.10
 
 

32 yaşında bir belediyeciyim. Mahalli İdareler/ Fırat Üniversitesi mezunuyum. Tam bir roman delisiyi..