Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

26 Haziran '08

 
Kategori
Öykü
 

Yat limanı manzaraları

Cemal Dede her akşam herhangi bir sebepten dolayı icra ettiği öfkelenme gösterisine bu akşam erken ve sebepsiz başlamıştı yine.

Oturduğu yerden maymuna bağlamıştı.

Önce el kol işaretleriyle rıhtımda gezen liseli, üniversiteli sevgililere çattı sonra kooperatifin aidatını tahsile gelen mutemedi sopayla kovaladı.

Şarap almaya gittiği bakkal veresiye vermeyince Ona da bağırıp çağırmaya başladı, bakkal Ali karşısında ana avrat sövüp bağıran Cemal dedeye kendisinden pek de beklenmeyecek bir ağırbaşlılıkla;

“Cemal amca sen bugün belanı bulacaksın herhalde ama benden bulma, dükkanımdan git; seni bugün kim dövecekse benim yerime de dövsün” dedi.

Çıktı oradan dede.

Şaraptan çürümemiş üç beş tane dişinin arasından ‘çıft’ diye tükürdü yere.

Turistik yatlardan birisinin kaptanı güvertede dostlarıyla oturdukları masanın üzerinden Dede’ye eliyle sus işareti yaptı, dede başını öne eğdi;

“agam size boynum kıldan ince, görüyorsun adama ne eziyetler ediyorlar, kusura bakmayın” dedi.

Yelkenlinin kaptan bozuntusu dedeyi yanına çağırıp sinirli sinirli bir şeyler anlattı sonra beline bağladığı çanta misali aksesuarından çekip çıkardığı mavi renkli kağıt parayı cümle alemin kolaylıkla görebileceği bir şekilde yaşlı adama uzattı.

Cemal dede bakkaldan elinde içi külli içki dolu iki torbayla çıktı ve çevreden bakanlara turistik yatın kaptanını göstererek bağırmaya başladı

“Adam görün lan! delikanlı dediğiniz böyle olur”.

Artık susmuştu, ona parayı veren sosyete dümencisi ise çevrede asayişi sağlamanın verdiği huzurla plastik masanın etrafındaki konuklarına Dede’nin kim olduğunu, bütün bunları neden yaptığını anlatıyordu.

Berbat düzenlenmiş Ankara türküleri çalıyordu teknede.

‘Çıft’

2)

Anfi tiyatronun kırık banklarında tek başına oturan genç adam bu akşam defalarcasını daha önce izlediği bu ortaoyununun kendisine neden seyir zevki vermediği düşünecek halde değildi. Kendisine, hayatına dair yeni planları vardı yine; herkese göre basit, kimilerine göre değersiz olan ömrünün gidişatını artık değiştirmesi gerekiyordu ve en iyi bildiği şey bunun için sadece düşünceli bir halde denizi seyretmenin hiçbir işe yaramayacağıydı.

...

Garibanlığına dört elle sarılan bir gariban; vitrinlerdeki parlak kumaşlı elbiseleri görüp günlerce “ben niye bunları giyemiyorum?” diye hayıflanmaz ya da denizi karşısına alıp kumların üzerinde termosunda getirdiği acı çayı içerken, şehrin en yüksek tepelerini mesken tutmuş sosyete mekanlarına bakıp “keşke orada olsaydım” da demez.

Garibanlığına dört elle sarılan bir adam öldüğünde bir aile mezarlığına gömülmeyeceğine üzülmediği gibi “eğer bir gün hastalanırsam özel hastanelerin lüks koğuşlarında yatamayacağım” diye de üzülmez.

Ne var ki yüreğine sevda düşerse, fakir gözleri güpegündüz bir su güzelinin niyetine rüyalara dalarsa işte ilk olarak o zaman lanet eder garibanlığına.

Ne yazık ki yapacak bi şey yoktu onun için.

Dün akşamdan fazla

Yarın akşamdan daha az içmek dışında.

3)

Bu satırların acemi yazarının ise kordonun üzerinde karşısına sakin denizi alıp, sağ dizinin üstüne dayadığı ve evinde yüzlercesinin birden ne sebeple bulunduğunu artık hatırlamadığı “Bilmemne ilaç firması”nın promosyon ürünü olan küçük bir not defterinin sayfalarına bir şeyler yazıp çizmek gibi bir derdi vardı o akşam.


kayıp aranıyor!


Hiçbir zaman geri dönmeyeceğimiz o memleketteki, bize hiçbir zaman hoş geldin demeyecek insanların hemşehrisiyiz biz.

Telleri kırık bir sazın hiçbir zaman çalınmayacak perdesiyiz.

Mektupların arka yüzünde hiç yazmadı ismimiz ve ne gariptir ki henüz hiç birimiz ismimize kayıp aranıyor afişlerinde rastlamadı.

Oysa kayıptık inadına.

Belki de sadece bağırmayı yakıştıramadık kendimize “Neredesiniz” diye.

...

Kayabalıklarının, hani imkanları olsa kayaların bile yaşamayacakları terkedilmiş deniz diplerinin ev sahipleriyiz.

Eski bir mezarlığın kenarında tesadüfen bitmiş ve asırlardır boyu bir insan bacağı kadar büyümemiş bir ağaç gibi.

Üzüntülerinizi izlediği için büyümemiş bir ağaç.

Oysa ne çok görmek isterdi sevinçlerinizi.

...

Bizim beklediğimiz sokakların kısmetinde düğün arabalarına, fener alaylarına yer olmadı hiç.

En fazla kırk sene gövdesini dizlerinin üzerinde tutabilecek ve verem olup bir öğünlük iştahı da kesilene kadar, canı her akşam birkaç kaşıktan fazlasını içemeyeceği sıcak bir ot çorbası isteyecek ve yaşadığı yılları saymaya bile tenezzül etmeyecek insan evlatlarıdır bizim sokaklarımızın kısmeti.

...

Bazen gözlerimiz boz tepelere bakarken okyanuslar görür sarp vadilerde,

İşte o vakit;

kendi yurdumuzun

kendi taşlarının

başımızda açtığı kabuksuz yaraları örten seyrek saçlarımızı yolarcasına esen bir rüzgara, bizi de al!, bizi de al!, diye bağırma vaktidir.

O vakit, adımızın ‘kayıp’ çıktığı vakittir.

...

Yazdıklarını yüksek sesle tekrar okudu.

Kendi kendine “piiiuvvv” diye güldü.

Sıçanlar koşuşturuyordu kayalıkların üzerinde, ne kadar meşgullerdi hıyarağaları!

Kafasını kaldırdığında şahsına vatandaşlık kimliğini soran kolluk kuvvetleriyle karşılaşacaktı.

“Memur bey şu an bir öykünün içerisine girdiniz, hislerinizi, düşüncelerinizi öğrenebilir miyim?” diye sormak isterdi aslen.

Sormadı elbette, aile çocuğuydu o, yapmazdı öyle şeyler! kimliğini uzattı.

Memur elindeki feneri kimliğin ön ve arka yüzlerinde şöyle bir gezdirip geri uzattı.

- İyi akşamlar.

- İyi akşamlar abi.

4)

Cemal dede öyle içmiş öyle içmişti ki konuşmak için ağzını açacak dermanı yoktu, çevredeki sokak hayvanlarını bile ürkütecek bir ses tonuyla hırıltılar çıkarıyordu.

Emektar pantolonu ayak bileklerine kadar düşmüş yürümek için bir ayağını öne atamaz olmuştu.

Arap Yakup koluna girip balıkçı teknesindeki elma sandığından bozma yatağına Cemal dedeyi yatırdı, yanına da gece susuz kalmasın diye bir naylon tasın içindeki buzu koydu. Tekneden çıkarken çevredeki boş şişelere basmamak için sekip duruyordu.

Rıhtıma çıktı, uzun uzun esnedi, sonra kordonun üzerinde oturan bu satırların yazarını fark etti;

Seslenmekte biraz tereddüt etti önce, her günü birbirine benzemezdi bu herifin. Sonra dayanamayıp bağırdı:

‘Aopppp!’

‘Oppp!’

‘Okan hoca iki kişi seni sorup durdu bütün gün dikkat et kendine, kafan iyiyken bulmasınlar!’

Sırıtıyordu boş boş.

‘Bulsunlar be arap. Bulsunlar uğursuzlar...’

farelere bakıyordu hala. Çalışıyordu godoşlar, durmaksızın, arsızca.

‘ne var içecek?’

‘Ne olacak derdedalan şarabı var’

ekşitti yüzünü arap.

‘biraz bira bulup geleyim de anlat şu işin aslını bana’ dedi.


5)


Hala her işin bi aslı olduğuna inanıyordu bizim arap. Cıft!

Okan Ünver

 
Toplam blog
: 104
: 489
Kayıt tarihi
: 06.03.08
 
 

1978 doğumlu Antalyalı bir müzisyenim, devamını ben de bilmiyorum..