Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

21 Ekim '13

 
Kategori
Ekolojik Yaşam
 

Yavaşlamak

İnsanlık son yarım yüzyılda özellikle de fosil yakıtları kullanarak büyük bir ivme ve hız kazandı. Yeni makineler ve robotlar geliştirildi.

Her alanda kullanılan iş makinelerinin gücü ve kapasitesi hayal gücümüzün sınırlarını zorlayacak boyutlara ulaştı. Bu dev makinelerle dağları deldik. Yollar, köprüler, tüneller, kanallar, barajlar, limanlar, dalgakıranlar, setler, deniz üzerine şehirler, gökdelenler inşa ettik. Yaptığımız her yeni inşaat için doğadan bir sürü şey aldık. Birçok yerde onun dengesini bir daha düzelmemek üzere bozduk. Üstündeki doğal hayatı, bitkileri, hayvanları kendi hırsımıza veya çıkarımıza kurban ettik.

Yaptığımız her şey için kendi vicdanımızı rahatlatacak gerekçeler uydurduk. Çevreye verdiğimiz zararın sadece yaptıklarımızla sınırlı kalmadığına ve zararın boyutlarının zaman içinde daha da büyüdüğüne tanık olduk.

Bir patika yol ile başlayan insan işgali, doğal alanların yerleşime açılmasıyla sonuçlandı. Giderek burada artan insan nüfusunun gereksinimlerini karşılamak için birbiri ardına başka yapılaşmalara gidildi. Tesisler, yollar, evler vs derken birçok doğal güzellik yerini insanlara terk edip ya tamamen kayboldu ya da kıyı köşeye sıkışıp kaldı.

Köylerimizin, kasabalarımızın, şehirlerimizin birçoğunu benzer şekilde kurduk.

Kendimizi güvende hissetmek için çevremizde bize zarar vereceğini düşündüğümüz ne kadar canlı varsa hepsini acımasızca öldürdük. Belki de öldürdüğümüz, türünün en son örneği olan, o bölgeye has en son pars, en son leopar, en son vaşak, en son kurt, en son ayı ya da en son kartaldı. Bu vahşetimizin acısını hiç duymadık, hiç pişman olmadık. Duvarda asılı tüfekli fotoğrafımızı ve öldürdüğümüz hayvanın postunu hiç pişmanlık duymadan ona buna övünerek gösterdik. Elimize geçirdiğimiz silahı savunmasız hayvanlar üzerinde denedik. Etini yemek, karnımızı doyurmak için değil, sadece zevk için yıllarca hayvan katlettik. Doğadaki her varlığın, her canlının kaderi parmaklarımızın ucundaydı. Tetiğe basarken onun da bizim gibi doğada yaşama hakkı olduğunu düşünmedik.

Hırslarımızın peşine düştükçe insanlığımızı, merhametimizi unuttuk.

Hırslarımızın önündeki engelleri en yıkıcı silahlarımızla, en kusursuz planlarımızla, örgütlü bir biçimde bertaraf ettik.

Katil robotlara döndük.

Tek bir hedefimiz vardı. Gerçek ihtiyacımız olsun, olmasın üretmek ve tüketmek.

Sadece kumar oynamak için bile şehirler kurabilir, golf onamak için binlerce dönüm araziyi, ormanı, doğal ortamı yok edebilirdik. Bunları bir bir gerçekleştirdiğimiz halde gene de çok sıkıldık. Amansız bir hastalığa tutulmuş gibiydik. Ne yapsak, ne etsek sıkıntımız azalmıyor aksine her geçen gün artıyordu. Yeni oyuncaklarından çabucak sıkılan çocuklar gibi.

Arada bir gelen doğal felaketler depremler, volkanlar, seller, kasırgalar, tsunamiler, orman yangınları ile biraz sendeliyor sonra bir şey olmamış gibi bu gazap yerlerinin tam ortasına gidip yerleşiyor adeta doğaya meydan okuyorduk. Aklımıza, bilgimize, deneyimlerimize çok güveniyor bu yeteneklerimizle her şeyin üstesinden geleceğimizi sanıyorduk. Kendimize, bilgimize, makinelerimize hayrandık.

Bilgimizle, zekâmızla doğayı bile dizginleyeceğimizi düşünecek kadar ileri gittik. Oysa doğanın o olağanüstü gücü karşısında bizim yaptıklarımızın ancak mukavvadan tiyatro dekorları kadar hükmü vardı.

Doğayı Acımasızca Tahrip Ediyoruz

Doğa artık bizim hırslarımızdan, açgözlülüğümüzden, yaptıklarımızdan bıktı.

Çünkü onu çileden çıkardık. Havasını, toprağını, suyunu kirlettik. Başka canlıların yaşamını ve kendi yaşamımızı tehdit eder hale getirdik. Denizlerin, göllerin, nehirlerin, kutuptaki buzulların renklerini değiştirdik. Neredeyse yeryüzünde kirletmediğimiz yer kalmadı. Canlı ile cansız arasındaki doğal dengelerin çoğunu bozduk. Doğanın başına bir sürü dert açtık. Ama hep böyle kalamayız. Değişmeliyiz.

Hem de kısa sürede. Çünkü doğanın sabrı taştı. Değişmediğimiz takdirde ya birden ya da zamanla yok olacağız. Aslında çaresiz değiliz.

Küresel ısınmaya ve yok olmaya karşı yapacağımız bazı şeyler var. Onlardan biri de biraz yavaşlamak.

Ve Yavaşlamak Bize İyi Gelecek

Yavaşlayarak daha az üretecek, daha az tüketecek, daha az yorulacak, daha az enerji harcayacak, daha az kirlilik yaratacak, daha az zaman stresi yaşayacağız. Daha az şiddetimiz, daha çok sabrımız olacak. Kendimizi bilmek, anlamak için daha çok zaman ayıracağız. Yaşamın ve doğanın daha çok farkında olacağız. Bir koşuşturmaya dönüşen hayatımızı anlamlı kılmak için daha çok düşünmeye, daha çok gözlemlemeye, daha çok araştırmaya fırsat bulacağız.

Hala genlerini ve genlerindeki bilgileri kullandığımız yontma taş devrindeki ilk insanlar (homo sapiens) yani atalarımız gibi… Uzun uyuyacak, zaman baskısı olmadan, telaşsız yaşayacağız. Onların mağaralarda yaşayıp, avlanarak beslendikleri günlerdeki genetik bilgiler halen sahip olduğumuz genetik bilgilerin benzeri. O günden bu güne genlerimizde bir evrim olmadı. Biz hala onların alışkanlıklarının, sindirim, dolaşım, sinir, iskelet ve adale sistemlerinin genetik bilgileri ile donanmış durumdayız. Yaşamımızı düzenleyen genetik bilgiler bağlamında, binlerce yıldan beri değişen bir şey yok.

Belki  binlerce yıl sonra genlerimizin biraz daha evrimleşmesiyle çiğ et yemek için kullandığımız son dört azı dişimiz artık çıkmayacak veya soğuktan korunmak için bir kürk gibi taşıdığımız ve artık iyice seyrekleşen kıllarımızdan kurtulacağız. Daha az kıllı veya tamamen kılsız olacağız. Ancak genlerimizdeki bu evrim yaşam biçimimizde ciddi bir değişiklik yaratmayacak. Modern insan olma yolunda yüz binlerce yıl harcadık. Bu arada en çok değişen organımız beynimizdi.

Biz taş devrindeki insanların nasıl yaşadığını, nasıl beslendiğini, nasıl uyuduğunu, nasıl hareket ettiğini saptadığımızda genlerimizin de ancak bu yaşam biçimini desteklediğini ve bu yaşam biçimine göre tasarlandığını öğrenmiş olacağız. Bu tespiti yaparken bir yandan arkeolojik kazılarda bulunan fosil ve kalıntılarda elde edinilen sonuçlardan yararlanırken bir yandan da bakir ekvator ormanlarında ve kutuplarda hala bu çağı yaşayan insan topluluklarının yaşam biçimleri bize bir fikir verecek.

Genlerimiz Yavaşlamamızı Destekliyor

Yaşam biçimimizi, uykumuzu, beslenmemizi, hareketlerimizi genlerimizdeki bilgilere göre düzenlemek bize sağlıklı bir beden, sağlıklı bir yaşam ve sağlıklı bir gelecek vaat edecek. Çünkü genlerimizdeki bilgilerin ve komutların aksine bir yaşam tercih ettiğimiz takdirde bedenimiz buna tepki gösterecek ve bu tercihimiz bize bedensel güçsüzlük, hastalık, bağışıklık yetersizliği, erken yaşlanma olarak geri dönecektir.

Genlerini miras aldığımız ilk insanlar büyük bir olasılıkla mağaralarına gün ışığının sızmasıyla uyanıyorlar ve seks isteğini de daha çok bu saatlerde duyuyorlardı.

Zira günün diğer saatleri bu isteği gerçekleştirebilecek kadar sorunsuz değildi. Ya avlanma halinde ya beslenme halinde ya uykuda ya da saldırı veya savunma halinde oluyorlardı. Erkeklerde testosteron seviyesinin gün ışırken maksimum seviyeye ulaşması belki de ilk insanların genlerindeki bu bilgi ile açıklanabilir. Uyandıktan sonra topladığı bitki ve meyveleri yiyen ve ardından hemen avlanmaya çıkan bu mağara insanları genellikle gruplar halinde avlanıyor, av esnasında çakmak taşından veya hayvan kemiklerinden yapılmış sivri uçları olan mızraklar kullanıyorlardı. Yapılan arkeolojik kazılarda bu ilkel silahlara sıkça rastlanır.

 Av seansları bazen bütün bir gün bile sürebiliyordu. Avlarını bir bütün halinde mağaralarına getirip ateşte pişiriyor, kızarmış etten parçalar kopararak yiyorlardı.
 Mağaralarından gün ışığı çekilince ocakta köz olmuş odunun sıcaklığıyla uykuya çekiliyorlar ve gün ışıyıncaya kadar mevsimine göre yani yaz aylarında az kış aylarında çok (yaklaşık 9-12 saat) uyuyorlardı. Yani ilk insanların genetik kodlarında günde bir kere ve genellikle öğleden sonra ile akşam arasında doyasıya bir öğün beslenme ve her gece 9-12 saat uyudukları bilgisi vardı. Eğer büyük öğünden geriye bir parça bir şeyler kaldı ise onu da sabah kahvaltı niyetine yiyorlardı. Avlanma süresince o kadar acıkıyorlardı ki av ne kadar büyük olursa olsun onu bir öğünde büyük bir iştahla tüketiyorlardı. İşte bu büyük öğündü. Avlanamamışlarsa toplanan bitki ve meyveleri yiyorlardı. Mağarada bekleyen dişiler ve yavrular da becerikli toplayıcılardı. Onlar da avcılar gelinceye kadar kurt gibi acıkıyorlardı. Fırsat buldukça mağaradan fazla uzaklaşmadan yenilebilen bitki ve meyveleri toplayıp getiriyorlardı.

 Miras olarak aldığımız genlerin neden daha geç dönemlere ait değil de bu döneme ait olduğu sorusunun cevabı; bu dönemin insanlık tarihinde evrimleşmenin en son halkasını teşkil etmesi ve bu yaşam biçiminin hemen hemen hiç değişmeden binlerce yıl sürmüş olmasıdır. Net bir süre söylenemese de bu sürenin iki yüz bin yılı geçtiği tahmin edilmektedir.  Kaldı ki sonraki dönemlerde de bronz gibi metallerin avlanma ve savunma silahlarında kullanılması gibi teknolojik gelişmeler dışında beslenme ve yaşam biçimlerinde çok radikal bir değişiklik olmamıştır.

Genlerimizdeki bilgi, uykudan takribi bir kaç saat önce ve doyasıya yenilen, ateşte pişirilmiş et ve uykudan uyanınca yenilen sıvı ağırlıklı bitki ve meyvelerden ibarettir ve günde iki öğünle sınırlıdır. İlk insanlar 9-12 saat uyurken biz son yüzyılda daha çok sıkılmak, daha çok abur cubur yemek, daha çok oturup çene çalmak, daha çok kavga etmek, daha çok tüketmek, daha çok çevreyi kirletmek için uykumuzdan üç-dört saat fedakârlık ettik. Hatta günde 6 saat uyumakla övünür hale geldik.

İlk insanlar 9 -12 saat yatıp, uyuyarak ve avlanmak için gün boyu hareket ederek bedenlerini daha sağlıklı, daha dinç kılıyorlardı. Yatar pozisyonumuz, bedenimizin en az enerji harcadığı, iskelet ve adale sisteminin en az baskıya maruz kaldığı, dolaşım sisteminin en rahat çalıştığı, sindirim sisteminin kalbi zorlamadığı, sinir sistemimizin dinlenmeye çekildiği kısaca vücudun sahibine en çok minnet duyduğu zamandır.

Yer Çekimine Karşı Uyku

İnsan ayakta iken bütün adaleleri yer çekimine karşı direnir. Bunun için küçümsenmeyecek bir enerji harcar. Genç yaşlarda bu enerji kolayca karşılanırken yaşlandıkça bu güce karşı koyamayan organlarda sarkma ve büyümeler başlar. Göğüs sarkar, yüz ve beden çizgileri aşağı doğru derinleşir. Kırışıklar artar. Kulak, burun aşağı doğru büyür. Vücut derisi aşağıya doğru bir gevşeklik gösterir. Bütün bunların birinci derecede suçlusu az uyuma ve günün büyük bir bölümünü ayakta veya oturarak hareketsiz geçirmektir.

Genetik bilgilerini taşıdığımız ilk insanlar gibi, hareketli bir günün yarısını uyumasak bile yatarak geçirmek bedenimizin sağlıklı kalması için bir gerekliliktir. Kaldı ki bu alışkanlık yadsıyacağımız, yeni bir şey de değildir. İspanya başta olmak üzere sıcak ülkelerin bazılarında öğleden sonra başlayan ve akşam üzerine kadar süren, “siesta” denilen bir uyku ve dinlenme zamanı vardır. Keza Eskimolar bir günde ortalama 14 saat uyurlar. İnsanlığı yavaşlatacak şeylerin başında uyku ve “siesta” gelir.

İnsanlığın yavaşlaması hem kendi hem doğanın yararınadır. İyi uyuyan bir beden ve bir zihin daha zinde kalır. İnsanlar sahip olduğu enerjiyi kayıpsız kullandıklarında daha verimli olurlar, zira az uyku dikkat eksikliğine, konsantrasyon bozukluğuna neden olur ve enerji kaybı yaratır. İnsanın uyuyarak geçirdiği her saat daha az fosil yakıt tüketimi, daha az çevre kirliliği, genelde daha az tüketim demektir.

Genlerimizdeki bilgilere uygun davrandığımızda, dolayısıyla bedenimizi gereksiz zorlamadığımız, onun uyku düzenine saygı gösterdiğimizde sağlığımızı da korumuş oluruz. Böyle bir beden sahibine daha az sorun yaratır. Bedenimizi hırsımız ve açgözlülüğümüz için insafsızca kullanmaya başladığımızda bir gün onun isyanı ile karşılaşırız. O gün, onun hasta bizim de mutsuz olduğumuz gündür.

Biraz yavaşlayabilirsek hem kendimizin hem doğadaki diğer canlıların ömrü uzar.

 

 
Toplam blog
: 36
: 2563
Kayıt tarihi
: 13.09.11
 
 

Eczacı, Optisyen Fizik, özellikle optik fizik konusuna ve genel olarak görüntü ve ses teknolo..